16 Aralık 2012 Pazar

Coco Chanel ile Yolculuk ve Önyargılar

Öncelikle merhabalar, uzun süredir yazamıyordum. Çünkü zorlu bir sınav sürecinden geçiyorum, yazı yazmaya vaktim olmuyor. Ama Coco Chanel kitabına dair bir düzeltme yapmazsam içim rahat etmeyeceğinden bunu yazmaya mecbur hissettim, çünkü tavsiye ettiğim için kitabı almak isteyenler hatta alanlar olmuş. Kitabı elimde başka bir kitap varken satın alıp kitaplığıma atmış, sınavdan sonra okurum demiştim. Tabi bu arada biraz sayfa karıştırıp 3-4 sayfa okuyup - hatırlayacağınız gibi- tavsiyede bulunmuştum. Ancak kitabı okurken ne kadar yanlış bir tavsiyede bulunduğumu fark ettim. 1 ay önce İtalya'ya gittim. Ve hazır fırsat varken uçakta okurum diye kitabı yanıma aldım (tabi İngilizce testlerimi de). Nitekim  uçak hareket etmeden evvel okumaya da başladım. Fakat sayfalar ilerledikçe konunun arpa tanesi kadar yol almadığını fark ettim. Kitabın akışkan bir dili olması bir tarafa berbat bir ağırlığı ve her söylem hakkında 4-5 farklı iddiası var, kitap o kadar sıkıcıydı ki, uzun süreli şiddetli türbülans ve fırtınaya rağmen neredeyse uyuya kalacaktım. Nitekim sallantı çok uzuuuuun bir süre devam ettiğinden okumam da imkansız bir hale gelmiş midem bulanmaya başlamıştı. Sallantı ara verdiğinde yine devam etmeye çalıştım ancak, nafile, kitabın anlatımı çok kötü. Bir araştırmacı nasıl böyle bir yöntem kullanır ki derken yazara baktım ve yazarın aslında bir araştırmacı değil moda editörü olduğunu gördüm ki bu zaten pek çok şeyi açıklıyordu. Dönerken uçakta devam edip bitirsem mi diye düşündüm ama ne yalan söyleyim ingilizce testlerim daha çekici geldi.

Bir başka konu ise ön yargılar, havaalanında bavulumu vermeden evvel kitabı içinden çıkarmış sonra kolumun altında onla dolanır olmuştum. Bu yüzden uçağım kalkana hatta inene kadar herkes meraklı gözlerle beni süzüp, bir bahane ile yanıma gelip aynı soruyu sordu ( modacı mısınız, ya da moda öğrencisi misiniz) tabi bunda İtalya'ya gidiyor olmamın da etkisi var gibime geldi. Dışarıdan görünüşe göre karar vermeyi seviyoruz, halbuki ben okurken -söz konusu biyografi ise- pek de ayırt etmem çünkü yazan yazmaya değer görmüşse ben de okuyup bilgi edinmeye değer görürüm. Toparlayacak olursak, kitapta muhteşem resimler var, kızların o resimlere bayılacağına eminim ama okumak derseniz biraz sıkıntılı. Tekrar görüşmek dileğiyle, Sevgiyle ve kitapla kalın.    

14 Ekim 2012 Pazar

Coco Chanel


Kitaplığımın Yeni Misafiri

Bugün D&R'da dolaşırken dedim ki, D&R hangi şehirde olursa olsun iş yapıyor galiba. Sakarya gibi bir şehirde bile dolu olduğuna göre...Tabi ki de konum, okumayan insanlar, sanattan, kültürden yoksun bir şehir falan olmayacak. Bugün ki konum moda devi Chanel oldu, bu nasıl oldu derseniz, gündüz D&R'da geziniyordum ki Chanel'in biyografisine rastladım (hem de 9.90'a) elbette hemen kaptım kitabı. Başka biyografiler var mı diye baktım ama İpek Çalışlar'ın Halide'sinden başka uygun fiyata biyografi yoktu ki o kitap bildiğiniz üzere bende var, nitekim hakkında da 3 sayfa yazı yazdım. Normalde kitabı bitirir hakkında öyle yazarım ama bu sefer okumadan minik bir tanıtım yapayım dedim. 
Çünkü Salı günü dil derslerime başlıyorum ve yazacak zamanım olur mu bir daha bilmem. Bir kere kitap müthiş güzel resimlerle dolu, kimi çizim, kimi fotoğraflardan oluşan resimler var. 336 sayfa ama kesinlikle dili tatlı en azından okuduğum ilk sayfaları bunu gösteriyor. Özellikle kızların bu kitaptan çok hoşlanacağını düşünüyorum. Öylesine renkli ve ilgi çekici unsur var ki, parfüm şişeleri mi istersiniz, mayo çizimlerinden, pantolon, ceket eskizleri mi ne ararsanız var, bu yüzden  3-4 resim koyayım dedim. Chanel'e gelince bildiğiniz gibi o bir moda efsanesi. 
Çok insan bilmez ama, çocukluğu bir manastır yetimhanesinde geçmiş, o yüzden tasarımlarında kilise ve haç etkisi olmuş. Kapağın iç kısmında anlatılana göre kitabın yazarı iyi bir araştırma sonucu, Chanel'in muhteşem görüntüsü altındaki çalkantılı dönemlerini, tutkulu ilişkilerini ve moda devine nasıl dönüştüğünü aktarıyor. Ne yalan söyleyeyim ben okumak için deli olmuş durumdayım ancak elimde Niyazi Berkes'in anıları var, üstelik sırada Uğultulu Tepeler bekliyor, bir de dil dersleri olunca Chanel'i ne zaman okuyacam bilmiyorum. Belki ödevlerden arta kalan vakitlerde kendimi Chanel'in hayatı ile ödüllendiririm. Ama sizin vaktiniz varsa okuyun derim.  

8 Ekim 2012 Pazartesi

Aynı Toprağın Çocuklarıyız Biz



Bu sıralar Halide’dir, Mozart’tır(eğitim için Viyana’ya gitmeye niyetlendiğimden Mozart’ın Viyana’sını da anlamaya çalışıyorum) Niyazi Berkes’dir derken anılara iyice sardım. Beni hayatta mutlu eden iki faktörden biri (eski)basını incelemek diğeri de anı okumaktır. Çünkü karşınıza öyle anılar, öyle hikayeler çıkıyor ki bildiğinizi sandığınız her şey yerle yeksan oluyor. Niyazi Berkes anıları yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’ne ışık tutmakla kalmıyor ABD’nin 1930lu yıllarına da ışık tutuyor. Ayrıca öyle ilginç şeyler anlatıyor ki (sanırım sosyolog olduğundan) kırk yıl düşünseniz aklınıza gelmeyecek, her biri ayrı bir araştırma ve tez konusu olacak konular oluyor. O ilginç anıları anlatmak uzun ve zahmetli olacağından çok olmasa da yine de ilginç bulduğum ve beni etkileyen bir olayı aktarmak istiyorum:
“Atatürk henüz ölmüştü…Çok acı günlerimizdi. Üniversitenin posta yeri, kitap satılan mağazanın içindeydi. Atatürk’ün ölümünden sonra her zaman yaptığım üzere sık sık mektup atmak için gene bir gün postaneye uğramıştım. Elimde birkaç mektup, sıramın gelmesi için adım adım ilerlerken, arkamda uzun boylu bir oğlanın elimdeki zarfların üstündeki adresleri okumaya çalıştığını fark ettim. Canım sıkıldı ve zarflarımı tersine çevirdim. Sıram geldi, zarflarımı pullayıp çıkarken arkamdaki oğlan bana yetişti.  “Arkadaş çok özür dilerim, Türkiye’ye mektup atmakta olduğunuz fark ettimdi, ondan” dedi.  Ben bu münasebetsizliğe içerlemiştim. Biraz sinirli  “bundan size ne, başkasının zarfına bakılır mı?” dedim. Oğlan “haklısınız, ayıp bir şey, ama bana özgü bir nedeni var, izin verirseniz anlatayım” dedi. Bu sözlere gelinceye değin ben oğlanın bir Rum olduğunu İngilizce şivesinden sezmiştim. Devam etti :”ben Yunan asıllıyım, ama anam babam Türkiyelidir. Yarım yüzyıldır bu ülkede (ABD’de) gençlik hasretlerinden ölecekler. N’olur lütfedip bize bir kez olsun gelir misiniz? Annemi çok sevindireceksiniz” dedi.  Kararlaştırdığımız bir gece verdiği adrese gittim. Kaldıkları apartmanın tüm ışıkları şenlik varmış  gibi yakılmıştı. Oğlanın annesi İstanbullu bir bayandı. Üstüme sarıldı beni öptü, öptü; yaşlı kollarından zor kurtuldum. Kocası Edirneli bir Rum’muş. Ağır başlı bir adam. Bu öpüşme sarılma merasimlerinden sonra koltuklara oturduk. Oturduğum yerin yanında bir sigara, kahve masacığı, bir de bir Rum metropolit(anladığım kadarı ile Rum gazetesi) fotoğrafı duruyordu. Atatürk’ün ölümü üzerine o gün ondan mektup almışlar.  Onu getirip okumaya ve bana İngilizce olarak çevirmeye başladılar, çünkü ikisi de, Türkçeyi hayli unutmuşlardı. Metropolit sahife sahife olayı anlatıyordu. Yalnız bir yeri Türkçe  idi : Atanın cenaze günü “Dağ Taş Ağladı” diye yazmıştı.  Ana babanın oğlu ile kızları bizi seyrediyorlardı. Savaşan iki milleti böyle birbirine yaklaştırıp ağlatan adamı onlarda anlamaya çalışıyordu…” Niyazi Berkes’in bu anısı evdekilerin meşrutiyet dönemi gençlik anılarından Niyazi Berkes’i evlatları gibi kucaklayıp saatlerce ağlaşmalarına dek sürer gider.
Bu ve buna benzer okuduğum yüzlerce anı vardır ki bana hep aynı şeyi söylettirir. Savaş milletlerin değil, siyasetçilerin savaşıdır, savaşan ise ne yazık ki bağlı olduğu ülkeye mensup gençliğinin baharındaki zavallı halktır. Halide Edip de Sakarya Savaşı’nı anlatırken, (Yunanlılarla Türkler arasındaki savaşta) Rum cephesine yaralı şekilde esir düşen Türk askere, Rumlar çekildikten sonra “yaralarını kim sardı” diye sorar. Aldığı cevap  “Rum doktor” olur. Yine aynı cephede herkes geri çekildiğinde birbirine sarılmış koyun koyuna yatan Rum ve Türk askerleri bulurlar. Bu durum Halide’yi olduğu kadar cephedeki taş yürekli gibi duran komutanların içine işler. Yine çok yıllar sonra Yunanistan’da elçilik yapan sevgili Zeki Kuneralp anılarında 6-7 Eylül olaylarını anlatırken, bu olaylar esnasında eşinin doğum sancısı tuttuğunda eşinin yanında olan kişinin Yunan Büyükelçisinin karısı olduğunu anlatır. Ve her şeyden öte geçen yıl yaptığımız Yunanistan ziyareti göstermiştir ki Türkler ve Yunanlılar, siyaset ve milli eğitim gereği birbirine düşman olarak aksedilen iki millettir. Ancak halk bazında, bu böyle değildir. Hele yaşı biraz geçkin olan Yunanlılar Türklere sevgi doludur. Geçen yıl ilk kez Yunan adalarına tatile giderken Türk olduğumuzu söylemememiz tembihlenmişti oysa öyle güzel muamele gördük ki, (sürekli tatlı ikramları yapıyor ve bizden para almıyorlardı) orayı ikinci bir ev gibi benimsedik. Bu biraz kişilik ve niyetle de ilgili tabi siz konuya siz haindiniz diye girerseniz onlar da siz de bize eziyet ettiniz diye lafa başlar. Halbuki onların ne suçu var ki onlar sadece halk.  Ama onun yerine bir zamanlar Osmanlıydık, siyasi konjektür bizi bu hale getirdi. Adalar şimdi şöyle güzel, İstanbul böyle oldu, nüfus şu kadar, baklavaya biz bu şerbeti koymuyoz, cacıkı şöyle yapıyoruz diye lafa girdiniz mi, karşınızdakini sizden ayırmanın imkanı yok. Gerekli olan sadece birazcık özveri. Niyazi Berkes’in anısının ilginçliği de (ki geçen yıldan beri artık bu duruma şaşırmıyorum) bunu göstermiyor mu, gurbet elde biri Rum diğeri Türk iki insanı bir araya getirip ağlatan  VATANIM dedikleri toprakları, ATAM  diye ağlaştıkları aynı unsur, aynı kişi değil mi? Tabiki de öyle olacak çünkü başlıkta da yazdığım gibi Aynı Toprakların Çocuklarıyız Biz.

Bu arada Niyazi Berkes’in “Köy Enstitüleri” de muhakkak okunmalıdır. Çok iyi bir çalışmadır, cumhuriyetin ilk yıllarında yapılmış ve yazılmış tek tük iyi inceleme eserlerden biridir. Niyazi Berkes uzun süre köylere gidip orada ikamet edip, köylüyü ve köylerin durumunu incelemiştir. Hatta bu alanda ilktir bile denilebilir.  “Türkiye’de Çağdaşlaşma” eseri zaten tarihçiler tarafından iyi bilinen efsane bir eserdir. Ama ben bunların yanında “Osmanlı Neden 200 Yıl Geri Kaldı” yı da şiddetle tavsiye ederim.  Ve tabi şu an okumakta olduğum “Unutulan Yılları” da başlı başına farklı tez konuları içeren olaylarla doludur. Bu kadar öneriden sonra Niyazi Berkes hayranı olduğum da fark edilmiştir sanırım gerçekten de öyle batıda Emile Durkheim, ve ilginç tarih yaklaşımı dolayısıyla Weber, Türkiye’de ise Niyazi Berkes (her ne kadar sürgün şekilde ABD’de yaşamış olasa da) benim favori toplum bilimcilerimdir.      

1 Ekim 2012 Pazartesi

Hayır Ben Bir "Manken ya da Model" Değilim Ama Evet Sağlıklı Yaşıyorum


Uzun zamandır sağlıklı yaşam üzerine yazmak istiyordum, çünkü en çok karşılaştığım sorulardan birinin cevabı bu konu ile ilgiliydi ancak fırsat olmuyordu. Ancak İstanbul Fashion Week’e  sayılı günler kala aldığım bir telefon (beni inanılmaz şaşırtmasına rağmen) hem mutlu olmama hem de bu yazıyı kaleme almama neden oldu.
Bundan bir kaç hafta önce tamamen kendi işimle ilgili olarak bir moda kuruluşunu ziyaret etmek durumunda kalmıştım ancak bunun kesinlikle modayla ilgisi yoktu. Nitekim işim bittikten sonra da Nişantaşı sokaklarında fazla oyalanmadan boğaza doğru inmiş sonrasında da şehrime dönmüştüm. Buraya kadar her şey normal seyrindeydi. Ta ki orayla bağlantılı bir yerden telefon gelip de İFW için modellik teklifi gelene kadar. Uzun süre yanlış kişiyi aradıklarını, aksi taktirde adımı soyadımı telimi vs mi bulmalarının mümkün olmadığını, mümkün olsa bile buldukları kişinin ben olduğumu nerden bildiklerini anlamaya ve inkarla geçti. Ancak daha sonra sorduğum her sorunun mantık çerçevesinde cevapları gelince beni yanlışlıkla aramadıkları ortaya çıktı. 
Üstelik sadece bu değil, son günlerde beni nereden  bulup da eklediğini anlayamadığım modacıların da bana nereden ulaştığını öğrenmiş oldum(çünkü internette ne bloğumda, ne twitterım da ne resmim ne cismim  var–hatta beni ekledikleri sayfalarımda adım soyadım bile yok- facebook hariç ki orada da arkadaşım olmayan kimse adımı bile göremiyor). Her neyse arayan kişi ciddi şekilde kurumun defilesinde yer almam istendiğini söyledi. Gittiğim gün sohbet ettiğim insanlar moda tasarımcısı değil öğrenci olduğumu öğrenince, şanslarını denemek istemişler. Ben tabi hayırı yapıştırınca o zaman kurum yerine Türkiye’nin önde gelen 2 önemli modacısının defilesinde yer alıp almayacağımı sordular. Hatta para konusunu da katlayınca iyice şaşırdım.  Model eksiklerimi var da bana kadar düştüler mi diye sordum, ancak benim boyumda üstelik 36 beden birini her zaman bulamayacaklarını bu yüzden ısrarla beni istediklerini dile getirdi. İşin beni mutlu eden kısmı ise yaşımı söylediğim ve kızın “hadi canım” dediği andı. İşte o an her şeye değerdi. Kız “resminize bakıyorum şu an ve en fazla 23 diyorum”dedi(benden habersiz çekilen fotoğraflar, ben daha sonra tesadüfen internetten gördüm) . Kızla uzun bir sohbet yaptık (ben defileye çıkmayıp teklifte bulunduğu o 2 önemli isim için davetiye yollasa olmaz mı diye sordum ama kız içinde yer almazsam davetiye de yollamayacağını söyledi J) nasıl böyle göründüğümü sordu. Anlattım, ona anlattığım şeyler genelde etrafımdaki insanların da sorduğu ve daima anlattığım şeylerdi. Ne zamandır nasıl, zayıf ama sağlıklı ve genç kalabildiğimi toptan anlatmak istiyordum bu da iyi bir fırsat oldu.
Sağlıklı yaşamımı tanımlayacak olursam, etrafımdakilerin itirazlarına “ye bir daha mı geleceksin dünyaya” söylemlerine rağmen, bol su tüketmek, bol yürüyüş yapmak, gereksiz yere yemek ya da abur cubur atıştırmamak, bolca yeşil çay ve soda tüketmek olarak tanımlayabilirim. Tabiki de önce Allah’ın verdiği sağlık – sıhhat olmalı, sonrası size kalmış. Yaklaşık 15-16 yaşına kadar ağzıma kola sürmedim, 30 yıldır içtiğim gazlı içecek toplasanız 3-4 litreyi geçmez. İçki, çay, kahve, neskafe ile aram hiç yok. Hatta su, yeşil çay ve sade soda dışında bir içecek tüketmedim ve de tüketmiyorum desem çok daha doğru olur.  Kırmızı et de tüketmiyorum (ama kıyma formatında yerim), tavuk vazgeçilmezim, arada fosfor ihtiyacı için balık yemeyi de ihmal etmem. Sebze yemeği ve bakliyat olmazsa olmazım. Dışarıda yemek tüketmemeye çalışırım. Özellikle fast fooddan uzak duruyorum. Yiyeceksem de en son aylar önce tüketmiş olma koşulumu gözden geçiriyorum. Her sabah en az 1-2 kaşık bal yerim. Akşam en son 18.30’da yemekten kalkmış olmaya özen gösteririm sonrası saat 21.00 sıraları meyve ya da dondurma ile geçiştiririm. Günde en az 1 bardak yeşil çay, ve günün sonunda 2 minik şişe soda tüketmiş olmaya özen gösteririm. Uzun süredir sigara içmiyorum ama en büyük pişmanlığım içtiğim yıllarıma dairdir. Çok uzun yıllar içtim, içmediysem de pasif içici olarak iştirak ettim. Bugün hep derim ki zamanında o dumanlara maruz kalmayaydım cildim bugün çok daha genç olurdu. O yüzden içiyorsanız muhakkak bırakın.
Tabi bu yaşam tarzında, çok ufak yaşta sporla tanışmamın ve uzun yıllarımın sporla geçmesinin de etkisi var. Spor yapamıyorsanız bile günde yarım saat yürüyün. Yürüyüş cidden mucize bir dokunuş gibidir. Uykularınızı düzenli tutmayı, günde en az 8 saat uyumuş olmayı ihmal etmeyin. Ayrıca bence en önemlisi ruhunuzu besleyin. Seyredilecek güzel bir film, dinlenilecek hoş bir müzik, ya da okunacak güzel bir kitap. Bu saydıklarımın hepsi hangi şartlarda çalışırsanız çalışın hayatınıza uygulayabileceğiniz bir yaşam şeklidir.  Ne kadar stresli ortamda çalışırsanız çalışın ruhunuzu ve bedeninizi dinlendirmeyi ihmal etmediğiniz sürece daha yavaş yaşlandığınızı göreceksiniz.  Unutmayın ki yaşadığınız hayatın hükmü her daim sizin elinizde olmasa da hayatı hangi kalitede nasıl yaşayacağınız konusu tamamen sizin elinizde.
Kendime gelince, kendime dair en büyük umudum ise bugün nasıl en fazla taş çatlasın 23 diyorlarsa, 40 yaşıma geldiğim vakit de en fazla 33 ya da 34 gösteriyorsun demeleri. Sağlık, sevgi, spor ve kitapla kalmanız dileğiyle…     

25 Eylül 2012 Salı

Ayaklarımı Yerden Kaldırın ki, Yüksekten Dünyayı Daha İyi Göreyim -3



“Fransa’da Cumhuriyet vardır ama özgür olan İngilizlerdir”

Cumhuriyet’in ilanından kısa süre sonra Kazım Karabekir, Rauf Orbay gibi mücadelenin önde gelen isimleri tarafından Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kurulacaktı. Bu arada Halide Edip Kırmızı Tepe makalesi ve Ateşten Gömlek isimli eserini kaleme almış, derhal yayınlanan bu iki eserde de Mustafa Kemal’i yüceltmek yerine savaş boyunca savaşan sıradan insan ve subayların hikayesini anlatmıştı. Bu durumdan hoşlanmayan Mustafa Kemal buna karşılık olarak Akşam Gazetesi’nde Necmettin Sadak mahlası ile Halide Edip hakkında olumsuz bir yazı kaleme alarak, onun mandacı  olduğunu yazmıştı. Kalemle başlayan savaş uzun sürmüş, buna karşılık olarak da  Halide Edip asla mandacı olmadığını o yalnızca kendinden isteneni yaptığını dile getirmişti. Terakkiperver Parti, ülkede Şeyh Sait İsyanı’nın çıkması  bahane edilerek, gerici bir parti olduğu iddiası ile (ama Amerikan 

İstihbarat biriminin belgeleri ve anayasa tüzüklerindeki maddelerin içeriğine ve davranış biçimlerine bakıldığında diğerine göre daha ilerici olduğu belirtilmişti) kısa sürede kapatılınca Kazım Karabekir gibi büyük isimler (İsmet İnönü’nün tüm karşı çıkmalarına rağmen)hapse altmış, daha sonra da pek çok isim sürgün edilmişti. Bu hapse atmalar ve sürgünler başlamadan aylar önce Türkiye’de rahatça yaşayamayacaklarını anlayan Halide ve Adnan çifti ülkeyi terk ederek gönüllü sürgün yaşamış ve İngiltere’ye yerleşmişlerdi. Nitekim kısa süre içinde arkadaşlarının idam haberleri gelmeye başladıkça ne kadar doğru bir karar verdiklerini düşünür olmuşlardı. Cemil Koçak’a göre Milli Mücadele önderlerinin yollarının ayrılması ordu içi bir mücadeleydi ve Koçak’ın özellikle dikkat çektiği nokta Milli Mücadele’ye katılan ilk ekibin oldukça güçlü bir ekip olduğuydu. Ve ona göre bu ayrılığın sebebi modernizasyon projesini uygulamadaki yol ayrımıydı:
Mustafa Kemal Paşa grubu : “Meşrutiyet’te gördük. Bu işler anayasayla, parlamenter sistemle falan olmaz. Biz bunu otokrat bir yönetimle yapacağız, İttihatçıların kurmuş olduğu eski sistemi devam ettireceğiz biz”diyorlar buna karşılık diğer grup : “Biz bu sistemi tecrübe ettik. Birinci Dünya Savaşı’nın sonuçlarını da bu yüzden yaşadık …modernleşmeyi zamana yaymak ve bu konuda halkı ikna etmek, halkın onayını almak lazım. Halkın üstüne fazla gitmemek ve tepki toplamamak lazım” diyordu.

İngiltere’de maddi anlamda zor dönemler yaşayan Halide ve Adnan çifti ne olursa olsun, akademik çalışmalar yapmak ve yazı yazmaktan geri durmamışlar, Adnan Bey neredeyse her gün kütüphanelere gidip çalışmış zaman zaman da misafir prof. Olarak üniversitelerde ders vermişti. Hatta Paris yıllarında ders verirken öğrencisi olan isimlerden biri bugün Orta doğu hakkında oldukça söz sahibi olan Bernard Lewis di. Bernard Lewis’in aktardığına göre onun Ortadoğu merakı bilgisi ve Türkçe lisanı Adnan Adıvar’dan kaynaklanıyordu. Adnan ve Halide çifti ona daima bir aile gibi davranmış bu yüzden Bernard Lewis ileriki yıllarda birkaç kez Türkiye’ye gelerek Halide ve Adnan çiftini ziyaret etmişti. Üstelik yalnızca Bernard Lewis değil, Bektaşilik ve Alevilik hakkında eserleri ile tanınan ünlü Türkolog  İrene Melikof da Adnan Bey’in Paris’ten öğrencisiydi. İngiltere’de fazla durmayan çift kısa süre sonra Paris’e gidip yerleşmiş, yeni sürgün hayatlarını burada yaşamaya başlamışlardı. 
Londra’da olduğu gibi Paris’te de ülkeden kaçan herkesin uğradığı (ama takip altında olduklarından çoğunun da uğramaya korktuğu) bir çift haline gelmişlerdi. Bu esnada MIT Üniversitesi tarafından Amerika’ya davet alan Halide Hanım, aylar sürecek konferanslar için Amerika’ya gitmiş ve MIT’ye bağlı Willemstown Dış Politika Enstitüsü’nde günlerce konferans vermişti. Aylarca New York Times’ın kapağından düşmeyen Halide Edip için İşin en önemli yanı şuydu ki; O burada konferans veren ilk kadındı. Henüz kadınlara  hak verilmediği günlerde O gelecek diye ülkenin dört bir yanından binlerce profosör MIT’ye akmış, civardaki tüm oteller, evler kiralanıp kapatılmıştı.

Halide aylar süren Amerika günlerinden sonra (neredeyse Amerika’nın her yanında konferanslar vermişti, ancak bu konferanslar esnasında asla Mustafa Kemal ile ilgili olumsuz bir şey söylememiş, kadın hakları, anayasa kimi zamanda romanları hakkında konuşmuştu) Paris’e dönen Halide daha sonra Hindistan daveti üzerine kalkıp Hindistan’a gidecek bu seferde  meşhur Mahatma Gandhi ile tanışıp vakit geçirme imkanı bulacaktır. Daha sonra  Amerika’dan (Princeton Üniversite’sinden) bir davet de Adnan Adıvar’a gelecek. Adnan Adıvar yaptığı Amerika seyahatinde Princeton Üniversitesi profesörlerinden olan meşhur bilim adamı Einstein ile tanışacaktı. Adnan Adıvar’ın ellerine hayran kaldığını söylediği  Einsten ile vedalaşırken Einstein, Adnan Bey’e  “ya bu ya öteki dünyada tekrar görüşürüz” demiş. Ayrıca George Washington’ın evini ziyaret etmek için de Washington’a gitmişti. Yine Paris’te Türkçe öğrensin diye yanlarına yollanan isimlerden biri de, linç edilen Sabah Gazetesi’nin sahibi Ali Kemal’in oğlu (ve benim ciddi anlamda hayranı olduğum, yaşasaydı ve yaşıtım olaydı muhakkak evlenirdim dediğim, maalesef hayatta olmadığı için asla tanışma şansım olmayacak olanL, ASALA’nın düzenlediği suikaste kendisi yerine eşini kurban veren Bern Büyükelçimiz) Zeki Kuneralp’ti.  Paris’e yollandığı yıllarda henüz gençliğinin baharında olan Kuneralp sonraki yıllarda Türkiye adına çok önemli işlere imza atacaktı.
1938 yılında Atatürk’ün hasta olduğuna dair dedikodular çıkmış bunun üzerine Tan Gazetesi’nin ortaklarından Ahmet Emin Yalman Atatürk’ün sağlığına dair düzenli resimler ve makaleler yayınlansın deyince, ülkeyi terk etmek durumunda bırakılmıştı. Simplon Ekspresi ile Yalman ve ailesi Paris’e doğru yola çıktıkları esnada Atatürk’ün ölüm haberini alınca soluğu Halide’nin kapısında almışlar. İki gözü iki çeşme kapıyı açan Halide  beni bu halde göreceğini düşünür müydün? Ben iki Mustafa Kemal tanıdım, ve ben şimdi cephede birlikte savaştığım o büyük adama o ilk Mustafa’ya ağlıyorum” demişti. Ama diğer yandan onun ölmesi sürgünlerinin de biteceği anlamına geliyordu nitekim İsmet Paşa devletin başına geçince (onun başa geçmesi de ilginç şekilde gelişmişti çünkü o da yasaklı isimler arasına girmişti) ilk iş Halide Edip ile Adnan Adıvar’ı ve diğer sürgünde olan tüm isimleri geri getirtmiş, hapislerde yatan milli mücadelenin büyük isimlerinin hepsini yanına toplamıştı. Soyadı kanunu sürgün yıllarında çıktığından Adnan ve Halide çiftinin soyadını onlar sürgündeyken İsmet Paşa  vermiş. onların zaten ADIVAR diyerek onlara bu soyadı uygun görmüştü”.  Türkiye’ye döndüğü zaman Halide Edip, İngiliz  Filoloji Bölümü Başkanlığına getirilmiş, ayrıca Türkiye’nin ilk kadın profesörü olmuştu. Yine daha sonra uluslar arası alanda kurulan PEN’in Türkiye’deki ilk başkanı ve kurucularındandı. 1955 yılında eşi Adnan Adıvar’ı yitirdiğinde meşhur Mavi Kitap’ın yazarı ve yakın arkadaşları A.R.Toynbee İngiliz radyosunda :”Adnan Adıvar’a acımak için bir sebep yoktur, acınması gereken öyle bir kimseyi kaybetmiş olan bizler” demişti. Dünya çapında tanınmış bir isim olan Halide’nin öğrencilerine büyük üniversite kapıları ve bursları açtırdığı duyulunca tıp öğrencisi Turan Gürgen burs için kendisine başvurmuş, Halide Edip de meşhur Rockfeller’den Johnson’a mektup yazarak öğrencinin Cornell ve Georgetown üniversitelerinden kabul ve ayrıca burs almasını sağlamıştı. Türkiye’nin ilk kadın milletvekillerinden de olan (muhtemelen de ilk emin değilim) Halide Edip, siyasi ortamda istediğini bulamayınca tekrar akademiye dönecek ama onun girişimleri sonucu hapisteyken yıllarca para yolladığı Nazım Hikmet  hapisten çıkacaktı. Ayrıca Safiye Ayla dinlemeyi pek seven sık sık onu dinlemeye giden Halide Edip’in Vurun Kahpe’ye isimli romanı da hiçbir sansüre takılmadan sinemada yayınlanmayı başaracak hatta öyle büyük gişe yapacak ki film 5 hafta Taksim sinemasında hergün gösterilecekti. Romanları, hikayeleri, makaleleri, eserleri ile  gerek yazın alanına, gerek kadın hakları konusundaki ısrarları ile hem Türkiye hem dünya siyaset alanına damgasını vurmuş olan Halide, dünya ülkelerinin davetlisi olarak konferanslar vermek amacı ile gezerken hep Türkiye’deki kadın modeli olarak lanse edilmiş, yeni kurulan ülkenin sanıldığı gibi olmadığının en büyük kanıtı olarak dile getirilmişti. Ancak ne yazık ki aynı esnada Türkiye’de mandacı olarak lanse ediliyordu. Ne olursa olsun o ülkesini temsil etmekten ve ülkesi adına çalışmaktan geri durmadı. Siyasi ayrılıklardan dolayı bugün hala mandacı olarak lanse edilip bir hiçmiş gibi yok sayılan Halide Edip’in ismi 20.yy sona ererken, Venüs Gezegeni üzerinde çalışmalar yapan bir grup bilim insanı tarafından, Venüs üzerindeki bir kratere verilecek. Onun anısını yaşatmak adına krater Adivar  olarak adlandırılacaktı. İpek Çalışlar’ın da dediği gibi siz onun hala mandacı olduğuna mı inanıyorsunuz?

Not: Yazdıklarımın çok büyük kısmı İpek Çalışlar’ın Halide’sindendir (Yine de eseri mutlaka okuyun yazamadığım binlercesi var eser tam bir cevher) Eğer yazmasaydım, kitabı asla bırakamayacaktım, yazdım herkesle paylaştım şimdi çok rahatım böylece kitabı kitaplığın rafına kaldırabilecek ve yeni kitaplara geçebileceğim.  

22 Eylül 2012 Cumartesi

Ayaklarımı Yerden Kaldırın ki, Yüksekten Dünyayı Daha İyi Göreyim - 2


İstanbul’da İtilaf Devletleri’nin gözetiminde kurulan Divan-ı harp, 11 Mayıs 1920 günü Mustafa Kemal ile birlikte 6 kişi hakkında idam kararı verir. Bunlardan diğer ikisi de Dr. Adnan ve eşi Halide Edip’ti. Halide de diğerleri de garip bir ruh hali içindeydi:
“başımızdan bir kurşun geçmesini bekliyorduk…O gece yatakta hep beyaz gömlekle Bayezit’te idam sehpasına gittiğimi hayal ediyor ve bir nutuk hazırlıyordum. Hep aklımdan büyük Bâbî kadını Kurretü’l Ayn’ın (feminist kadın düşünür ve şair) idam edilmeden önce Farsça olarak söylediği cümle geçiyordu: ‘Ayaklarımı yerden kaldırın ki, yüksekten dünyayı daha iyi göreyim’.  

Hakkında çıkan hiçbir söylemin ya da kararın yolundan alıkoyamadığı Halide Kurtuluş Savaşı esnasında bazen İsmet Paşa’nın bazen diğerlerinin cephelerine gidecek, kimi zaman bir hastabakıcı kimi zaman bir yazıcı kimi zaman arka planda getir götür işini yapacak ve hatta bu hizmetlerinden ötürü onbaşı rütbesi dahi alacaktır. Bu esnada M.Kemal ve Anadolu Harekatı’nın karşısında olan İstanbul basını, tüm harekat ekibine yönelik ama bilhassa Halide ile ilgili korkunç yazılar kaleme alarak onun askerlerle düşüp kalktığını yazacak kadar çirkinleşecekti. Neyse ki durumun böyle olmadığı harekattaki herkes tarafından net şekilde biliniyordu. Hatta Halide Hanım öyle bir sarınıp sarmalanmaktaydı ki bir kadın olduğu anlaşılmadığı gibi onu uzaktan gören komutanlar çocuk sanıp, bir çocuğu orduya aldıkları için diğerlerine bağırıyor durum anlaşıldığında şaşırıp kalıyorlardı. Ancak daha sonra başka nedenlerden ötürü Halide Edip ile Mustafa Kemal’in arası bozulacak, fakat bu kırgınlık fazla sürmeyip Halide tekrar karargâha dönecekti. Bu esnada İsmet Paşa da Eskişehir’de yürüttüğü savaşı kaybetmiş, tüm karargâh ümitsizlik içindeydi. Alagöz Karargah’ındaki (küslükten sonraki ilk) buluşmayı şöyle anlatır Halide:

Mustafa Kemal oturduğu koltuktan güçlükle kalktı. Birkaç adım attıktan sonra ortada duran masaya yaslandı. Kaburga kemikleri daha iyileşmemişti…Mustafa Kemal Paşa’ya doğru kalbimde mutlak bir hürmetle gittim. O mütevazi odada bütün gençliğin bir millet yaşasın diye ölmeyi göze alan kararını temsil ediyordu. Ne saray, ne şöhret, ne herhangi bir kudret onun o odadaki büyüklüğüne yaklaşamazdı. Halide Mustafa Kemal’in elini öptü ve küslük de sona erdi.

Bu arada Halide 7 Eylül 1921’de Hakimiyet-i Milliye Gazetesi’nde gençleri cepheye çağıran çok güzel bir yazı kaleme aldı. Ancak muhalif İstanbul basını durmadı ve “o kadın mandacı” yaklaşımı ile ülke savunmasının onun gibilere kalıp kalmadığını sorguladı. Üstelik ülke kurtarıldıktan sonra bazılarını Mustafa Kemal’in oldukça yakınında göreceğimiz Falih Rıfkı, Necmeddin Sadık, Ali Kemal, Refik Halit, Velid, Ahmet Haşim gibi isimler  mandacı demekle bırakmayıp bu çağrıya oldukça alaycı cevaplar vermişti:

Falih Rıfkı: Balayımı geçiriyorum. Şeker Bayramı’nda gelirim.

Necmeddin Sadık: Çok zayıfım cepheye varmadan ölürüm. Benden fayda umulmaz.

Ali Kemal: Yunanistan gibi eski bir medeni devleti sersefil edemem.

Refik Halit: Mihran Efendi izin vermiyor.

Velid: Tabur imamlığını kabul ediyorum. Nusret duası ile meşgulüm.

Ahmet Haşim: Havz-ı hayalimden çıkamıyorum. 

İstanbul basını Halide ve savaşanlarla sıcacık ev ve koltuklarından böylesine dalga geçer dururken Anadolu harekatı hız kesmeden yola devam etmiş, 21 günlük Sakarya Savaşı kazanılmıştı. Sakarya Savaşı'nın sürdüğü 21 gün  boyunca cephede duran ve gerektiğinde savaşa da katılan Halide Edip'i Miralay Asım şöyle anlatacaktı: "Orada geceleri bazen vagonlarda, bazen kuru toprak üzerinde geçirdi. Muharebe bittikten sonra karargâha at üzerinde dönmesi kararlaştırıldı. Günde 70 km at koşturulacaktı. Halide Hanım bir saniye bizden geri kalmadı . Cidden pek cesur bir Türk askeridir." 

Mustafa Kemal ile özdeşleşen, tüm savaş boyunca üzerinden çıkarmadığı paltosu savaştan sonra M.Kemal tarafından Halide Hanıma hediye edilecektir.

Fakat savaştan sonraki dönem Halide Hanım için çok farklı bir dönem olacak, Kurtuluş Mücadelesi'nin en çok aranan ve yardımlarına ihtiyaç duyulan bu ismi ne mecliste ne de  yeni siyasi ortam da istenmeyecekti.            

20 Eylül 2012 Perşembe

Ayaklarımı Yerden Kaldırın ki, Yüksekten Dünyayı Daha İyi Göreyim -1


Bu Bir Halide Edib Yazısıdır 

En başta hemen belirtmek istediğim bir nokta var sol aşağıda gördüğünüz silahlı resmi Halide Edib'in İngilizce Wikipedia sayfasından buldum sayfada henüz bir şey yazılmamış ama İngiliz algısında ülkesi için savaşırken temsil edilen bir Halide varken Türkiye'de mandacı diye öğretilen bir Halide olması ne ilginç ve de yazık değil mi? 

Daha dünkü yazımda uzun süre yazamam diyordum, ta ki az önce Halide Edib’in  The Turkish Ordeal’ın da yukarıda başlık olarak kullandığım sözleri görünceye kadar. O anıyla tekrar yüzyüze gelince kendimi bir kez daha bilgisayar başında buldum. Aslında Halide Edib, uzun bir süredir yazmayı istediğim bir konuydu ancak, ben onla ilgili okumaya öyle bir gömüldüm ki kendimi bir türlü dünyaya döndüremedim. Üstelik hakkında anlatılacak milyonlarca şey varken yazıyı nasıl kısa tutarım sorusu da hep yazmaktan alıkoydu. Övgünün en büyüğü beni Halide ile tanıştıran İpek Çalışlar’a, Çalışlar ortaya öyle bir eser koymuş ki en iyi benim diyen tarihçi bile yanına yaklaşamaz. Halide’ye gelince Çalışlar’ın da dediği gibi O “biyografisine sığmayan bir kadın”  Ama yine de bir yerden başlamak gerek o yüzden en iyisi en baştan başlamak:

II. Abdülhamit döneminde sarayda çalışan babası sayesinde maddi anlamda sıkıntısız büyüyen Halide Edib, babasının çift eşli olması, Amerikan kız kolejine gitmesi, ufak yaşta, farklı ırk ve din mensuplarından farklı dil, din, kültür, ve eğitim almış olmasından ötürü çocukluğu kafa karışıklığı içinde geçmiştir. Ancak ileriki yıllarda dünya çapında sözü geçen bir entelektüel olmasını sağlayan da çocukluğunda içinde bulunduğu bu kültür karmaşası olmuştur. Amerikan kolejine gidiyor olması Sultan II. Abdülhamid’i rahatsız edince Sultan Abdülhamid, Halide’ye özel irad çıkararak Halide’nin  okula gitmesini yasaklar. Ancak o yılmaz ve gizliden gizliye gitmeye devam eder. Hocası Filozof Rıza Tevfik’e hayran olan Halide daha sonra matematik hocası olacak olan Salih Zeki ile evlenir ve ondan iki çocuk sahibi olur. Salih Zeki ömrü boyunca aşık olduğu tek adam olmasına rağmen, bu evlilik Halide’yi her anlamda tüketir, bu evliliğin üzerine yazdığı Handan isimli romanındaki şu cümle tükenmişliği ile birlikte kocasına ve evliliğine duyduğu hayal kırıklığını da  net şekilde ifade etmektedir “senin basit dediğin beni çocuk çobanı yapan hayattır”. Salih Zeki Halide’nin üzerine ikinci eşi alınca Halide kocasından boşanır. Boşandıktan sonraki süreç Halide’nin daha profesyonel yazmaya başladığı dönem olur ve Handan gibi Sinekli Bakkal,Türk’ün Ateşle İmtihanı gibi önemli eserlerini bu evlilikten sonraları ortaya koyar. O zamanlar romanlar dergilerde tefrika edildiğinden Halide geniş edebiyat çevrelerince tanınan ve üstelik hayranlıkla takip edilen bir yazar haline gelir. Bu arada II. Abdülhamit İttihatçılar tarafından devrilince Halide, kadın hakları için peşinden sürüklediği kadınlarla pek çok girişimde bulunur . Ancak kısa sürede görecektir ki İttihatçılar da umduğu gibi çıkmayacaktır. (Gerçi İttihatçılar tüm eleştirilerine rağmen ona önem verecek ve hatta Cemal Paşa Ermeni Olayları sonrası onu Libya’ya götürecek ve Ermeniler’in siyasi alanda yıllardır Türkiye’ye saldırmasına sebep olan  Ayn Tura yetimhanesindeki olaylar esnasında da yetimhanenin başında olacaktır. Ama tüm bu savaş, sürgün, ve sonrasında ki Libya Günleri ciddi anlamda intihar etmeyi istediği çok ama çok acı yıllar olmuştur. Çalışlar’ın da dediği gibi o aslında karanlık çöl gecesinde ışık çiçekleri gibi görünene yıldızları toplamak istemişti) nitekim kısa süre sonra ülke dünya savaşına girecek, savaştan yenik çıkacak ve hatta ülke işgal edilecektir. Bunun üzerine Halide Edib, Sultan Ahmet’te binlerce kişinin katıldığı bir konuşma yapacaktır. İngilizler bu konuşmaya engel olmak için uçaklarıyla Sultan Ahmet üzerinde alçak uçuş yapacak ancak yine de konuşmaya engel olamayacaklardır.

Can güvenliği olmadığı dönemlerde yurt dışına yollana Halide bir seferinde İngiltere’ye yollanmış, aylarca meşhur matematikçi ve düşünür Bertrand Russell’ın evinde kalmıştır. Ancak parasının tükenmeye başladığı günlerde ailesinden haber de alamayınca intihar etmeye karar vermiş fakat beklediği haberin gelmesiyle son anda vazgeçmiştir. Bertrand Russel Halide’nin Türk olması hasebiyle onu ilk gördüğünde uzun uzun Türkçe konuşmuş ancak Russel’ın konuşmasından hiçbir şey anlamayan Halide, “lütfen İngilizce konuşunuz hiçbir şey anlamıyorum” deyince Russell Türkçe’yi okuyarak öğrendiğini fakat nasıl konuşulduğunu bilmediğini ve hiç duymadığını söylemiştir.
Güvenlik tehlikesi ortadan kalkınca ülkesine geri dönen Halide Edib, İstanbul 16 Mart 1920 günü işgal edilene kadar Mustafa Kemal’in en şöhretli ve ehil ajanı olarak çalışmış, işgal sonrası işgale karşı çare aramak adına kurulan tüm örgütlerin faal üyesi olmuştur. Ve hatta Anadolu’ya silah ve insan kaçıran bu illegal örgütlenmelerin  faal yöneticisi durumundadır. Amerikan Koleji’nde okuduğu için Amerikalılarla arası daima iyi olan Halide Edib, başkan Wilson’un da sağ kolu olan milyarder Crane ile yakın dost olmuştur. Canı  daima tehlikede olduğundan oğullarını Crane’in gözetimi altında yurt dışına okumaya yollamış ve hatta masraflarını da Crane karşılamıştır. Mustafa Kemal, Halide’nin Amerikalılarla olan iyi ilişkisini milli mücadele lehine kullanmış, Halide’yi yazıcı bir katip olarak kullanarak Amerika’nın bu konuda tarafsız kalmasını sağlamıştır. Mustafa Kemal, Anadolu’ya geçtikten sonra Halide “ben İstanbul’da kalmam cepheye gider savaşırım” diyerek yeni evlendiği eşi Adnan Adıvar ile birlikte (gerçi ayrı ayrı olsa da )İstanbul’dan ayrılıp M. Kemal’in yanına gitmiş, ve tüm savaş boyunca sabahtan akşama kadar kendisinden istenen yazıları yazıp yollamış, bazen gecelerce çeviriler yapmış. Yunus Nadi ile birlikte milli mücadelenin propaganda kısmının eksik olduğunu düşünerek ajans açmaya karar vermiş, ve isim anneliği yaptığı ajans onun sayesinde Yunus Nadi tarafından  Anadolu Ajansı olarak açılmıştır. 

19 Eylül 2012 Çarşamba

Hedef Viyana, Altı Ay Yokum

Başlığa bakınca yarın Viyana'ya gidiyormuşum da o yüzden altı ay yokmuşum gibi bir sonuç çıkıyor, ama öyle değil. Olay şu ki akademik bir çalışma için yönümü Viyana'ya çevirmiş durumdayım ancak, gidebilmek için zorlu bir dil sınavını geçmem lazım. O yüzden gelecek ay itibari ile sınava yönelik ders almaya başlayacağım ve bu süreç 6 ay sürecek. Bundan ötürü, yaklaşık 6 ay boyunca bloğa bir şey yazamama ihtimalim yüksek. Gerçi bu bloğun formatı farklı olduğundan ara ara yazı atabilirim de (özellikle derslerden bunaldığım zamanlarda) emin değilim. Beni asıl düşündüren diğer bloğum yani  http://adaligezginler.blogspot.com/ çünkü orada yarım kalmış bir seyahat yazısı var, üstelik önümüzdeki ay Roma seyahati yapacağım ancak yoğunluktan ötürü yazmaya vaktim olmayacak. Seyahatleri yazma işlemi daha sonraya bırakıldığında çoğu şeyi anımsayamıyorum ancak seyahat yazmak cidden oldukça meşakatli bir iş. Gerçi ders almaya başlamama bir ay var ama bu arada bitirip kurtulmam gereken daha maddesel işlerim var. O yüzden en iyi ihtimalle 6 ay sonra seyahatleri yazmaya devam ederim. 

Bu arada soldaki resme lütfen tıklayın, ve resmi yakından inceleyin. Bu akşam yazı yazmamın asıl sebebi bu resimdir. 2 koltuk arasına oturmuş olan ufaklığa dikkatle bakın. Bu görmeye pek de alışık olmadığımız bir manzara, o yüzden görünce çok duygulandım, elinden kitabını bırakır mı endişesi ile derhal resmini çektim ama o benim farkıma varmadığı gibi otobüsten inene kadar da kitabını okumayı sürdürdü. Evet yaklaşık 20 dakika boyunca o rahatsız noktada bir yandan sağa sola savrulurken diğer yandan kitabını okumayı sürdürdü. Bu durum karşısında Ayhan Sicimoğlu'nun meşhur  "hastasıyız(m)" lafını kullanmayayım da ne edeyim? Cidden böyle insanlar gördüğümde sarılıp yanaklarından öpesim geliyor. Hele bu bir çocuksa duygularımı ifade etmeme imkan yok. Bilgisayar başından kalkmayan bir nesil olmuşuz. Geldiğimiz nokta içler acısı. Kitapları tozlu raflara mahkum etmişiz. Kütüphane alışkanlığımız yok. Çok bilirim kütüphaneye gidip de 60 yıldır rafta duran dergileri (mektup açacağı ile) keserek açtığımı (eski dergiler bohça gibi katlı olurdu o yüzden soldan ve sağdan boylu boyunca kesmek gerekir). Ya da birisinin bağışı olan 50-60 yıllık eserler arasında bir takvim yaprağı  bulup, müthiş bir heyecanla üzerine düşülmüş Osmanlıca notları okuduğumu. İşin ilginci ne o notları ne de (kara kalemle boş kağıda çizilmiş müthiş resimler bulurdum) resimli notları asla alıp da yürütmezdim. Çünkü ola ki bir gün benden bir başkası da o eseri okursa o da aynı notları yaşanmışlıkları görüp heyecanlansın isterdim. Ancak ne yazık ki okuyan insanlar bir elin parmağını geçmeyecek seviyede olurdu. Ama ilginçtir ki o insanlarla (kütüphanede) bir şekilde tanışır, sonra tarifi mümkün olmayan belki ömrümüzün sonuna dek konuşsak bitiremeyeceğimiz keyifli sohbetler ederdik. Hatta içlerinden koleksiyoncu olanlarla tanışma fırsatı bulur, piyasada bulma imkanım olmadığı kitapları görüp dokunma, okuma şansına erişirdim. Onlar da benim Osmanlıca biliyor olmamdan heyecan duyar, eski yazıyla yazılmış eserleri getirip okuturlardı. Böylece karşılıklı keyifli bir alışveriş içine girmiş olurduk. Biliyorum ki pek çoğunuz için anlattıklarım oldukça anlamsız. Ama ne olurdu bir gün bilgisayarlarınızı kapatsanız, elinize bir kitap alsanız ve sonra da okumaya başlasanız. Bu illaki bilimsel bir kitap olsun demiyorum aksine gayet popüler bir roman olsun, evet popüler bir romanla başlayın, yeter ki o sayfalara dokunun, yazarın hayal dünyasına girin. Okuduğunuz şeyle aranızda bir perde olmadan (pc ekranı) o saman rengi kağıda dokunarak o soğuk sayfaların, minik kara harflerle nasıl sıcak bir öyküye dönüştüğünü görün. Bunu biriniz olsun yapar mısınız bilmiyorum ama şimdilik söyleyeceklerim bu kadar, en kötü ihtimalle 6 ay sonra görüşmek dileğiyle, hoşça, sevgiyle ve en önemlisi de kitapla kalın.   
Nesrin Kanberoğlu

Not: bu bloğa yorum yazamadığını söyleyenler var her iki blog için de e-posta adresim nbka@windowslive.com  sormak istediklerinizi ya da yorumlarınızı oraya da yollayabilirsiniz.      

14 Eylül 2012 Cuma

İMA ve Atıl Kutoğlu Söyleşisi'nin Düşündürdükleri

Başlığa bakınca konunun Atıl Kutoğlu olduğunu düşünebilirsiniz ama ara ara kendisinden bahsedecek olsam da asıl konu Atıl Kutoğlu değil. Onun hakkında merak ettiklerinizi "google"a "Atıl Kutoğlu" yazarak rahatlıkla bulabilirsiniz.  İstanbul Moda Akademisi tarafından düzenlemiş olan Atıl Kutoğlu Söyleşisi'ne gitmiş olmakla birlikte beni yakından tanıyanlar bilir ki - her ne kadar sayın Kutoğlu bluzumu pek beğenmiş olsa da - moda ile yakından uzaktan ilgim yoktur. Tamamen farklı bir konu hakkında görüşmek için gitmiştim, ama tabi bu esnada tüm söyleşiyi de dinlemek durumunda kaldım. Salonun aşırı derecede sıcak olmasını saymazsak çok fazla sıkıldım diyemem. Sorulan soruların aynı tip ve yönde olması beni bunalttığı kadar sayın Kutoğlu'nu da sıktı mı bilmem ama Türkiye'nin gidişatını -bir de bu alan üzerinden- görmek adına bilgilendirici oldu bile diyebilirim. 
İstanbul'a girerken şöyle bir yazı dikkatimi çekmişti: "Sayın başbakan üniversite harçlarını kaldırdığınız için biz öğrenciler sizlere teşekkür ederiz" İMA'dan çıktıktan sonra bir müddet bu teşekkürü düşündüm.1. Öğretim harçlarının kalkması elbette öğrenci adına olumlu bir gelişmedir. Ancak her yıl mezun olan binlerce gencin işsiz kalması ya da KPSS gibi zorlayıcı ve bunaltıcı sınavlara mecbur bırakılması harçların kaldırılmasının yarattığı olumlu ortamı silip süpürmektedir. Bugün ki söyleşiye kadar bu sorunu yaşayanların yalnızca mühendisler, fizikçiler, mimarlar, kimyacılar, tarihçiler vb olduğunu düşünüyordum ki İMA'da sayın Kutoğlu'na yöneltilen sorular, kendisi ile paylaşılan sıkıntılar, işsizlik probleminin Türkiye'deki her alanda var olduğunu (sağlık sektörünü çıkarsak) bir kez daha görmemi sağladı. Ve yine "yurt dışına gidip orada okuma, ya da orada çalışıp sonra ülkeye dönme" kanısının moda - tasarım öğrencilerinin de ortak sıkıntısı ve mecburiyeti olduğunu  fark ettim.

 Bunları fark ettikçe Ata'nın öğretmenlere söylediği "Yeni Nesil Sizin Eseriniz Olacaktır" sözü kulaklarımı tırmalamaya başladı. Bir kez de İMA'da gördüm ki, Yeni Nesil kavramı parası olanlar ve olmayanlar olarak ayrılacak. Parası olanlar (ama yeteneği bile olmayanlar) yurt dışına gidip babasının parası ile eğitim alıp isim yapabilecekken, gerçekten yeteneği, isteği olup da, yurt dışına gidebilecek parası olmayan, ya da bir yerlere girecek torpili olmayan gençler daha yolun başında en az 5 yıl deneyim şartı ile kapı dışı edilecek. Hemen şunu da belirtmek istiyorum, burada eleştirim yurt dışında eğitim alma imkanına sahip insanlar değil, eleştirim tamamen sistemin kendisine. Aslında bu yazı bu blogun tarzı da değil, ama yazmadan geçemezdim. Yazıyı işsizlik ve eğitim problemi üzerine bir yazıya çevirmek de istemiyorum (zaten ona onlarca sayfa yetmez) ama farklı şeyler duymayı beklediğim bir yerde de konunun dönüp dolaşıp aynı yere varması kısa da olsa konuya değinmeme sebep oldu. (Ha aslında bu olayın öğrenci tarafı da var, işsiz kalma konusunda öğrencilerin hiç mi suçu yok, kesinlikle var. Daha yolun başında açıkta kalmamak adına abuk sabuk bölümlere gireceklerine daha çok çalışıp adam akıllı bölümlerde okusalar, devletin imkanları çok. Ya da okudukları bölüm kötü bile olsa oradan bir şeyler kapmaya çalışsalar gerçekten imkanlar var. Buna en açık örnek benim, devletin bursu ile okumuş -ama daha yolun başında ne istediğini bilerek okumuş bir insan olarak- her alanda her türlü imkanından yararlanabilmiş bir insanım. Bunları yok saymak nankörlük olur. Türkiye'de elde ettiğim hiç bir şeyi sıfırdan yurt dışında elde edemezdim. Çünkü orada okuyabilmek için cidden zengin olmanız lazım. Bugün devletin geleceğimiz adına da sunduğu pek çok imkan var. Yapmamız gereken tek şey çalışmak çalışmak ve yine çalışmak. Bu da olayın farklı bir boyutu. Fakat ne olursa olsun devletin mezun ettiği öğrenci sayısı-işe yerleştirme sayısı ile tutarlı değildir ve buna bir çare bulmalıdır,)  İnsanların sürekli şekilde devletin temsilcisiymiş gibi sayın Kutoğlu'na dert yanması insanların ne kadar çaresiz kaldığının göstergesidir. Üstelik gençliğin tek sıkıntısı işsizlik sorunu da değildir.  Marmara Ünv.'si Güzel Sanatlar Bölümü'nde okuyan bir arkadaşın aktardığı anektod içimden acı bir kahkaha atmama sebep oldu. Aktardığına göre Barbaros Şansal iyi niyetli bir girişimle öğrenciler defile görsün hatta katkıda bulunsun diye valilikten izin almaya gitmiş ancak valilik bu kadar öğrenci bir araya gelip toplanacak diye izin vermemiş. Bu anektod ben de iki soruyu düşündürdü:

1- Defiledeki olası açık saçık kıyafetlerin sergilenmesi mi rahatsızlık uyandırdı?
2-Öğrenciler bir olup da hükümete karşı slogan atar korkusu ile mi izin verilmedi? 
Belki cevap her iki sorunun da içinde saklı, ama  uzun süredir başta olan bir hükümet kendi yetiştirdiği neslin sesinden korkuyorsa söylenebilecek bir şey yok demektir.

Ama unutmamak lazım ki, iyisi ve kötüsü ile bu ülke bizim. Hükümetler, partiler, politikalar değişken ve geçicidir ama aslolan bizim kim olduğumuzdur. Neyi ne kadar isteyip istemediğimizdir. O yüzden arkadaşlar başbakanın sloganı olsa da "durmak yok yola devam". Çalıştığımız sürece var oluruz. 

Bu kadar dert yeter deyip, bu söyleşiden öğrendiğim son bir şeyi paylaşayım, siz siz olun Nişantaşı'ndan Beşiktaş'a yürümeye kalkmayın hele de sıcak havada sakın denemeyin. Beşiktaş'a nasıl gideceğim sorusu üzerine her kafadan bir ses çıkıp da 20 dakika boyunca anlaşmaya varılamayınca, yapılan konuşmalardan sıkıldığımdan "ben buradan yürüyeyim hem hava güzel, hem etrafı görmüş olurum" diye kestirip attım ve yürümeye başladım. Beşiktaş'a inen derin bayırlar cidden yorucuydu, sıcak hava da eklenince biraz bunaltıcı oldu. Bilmediğim şehir ve ülkelerde yürümeyi sevdiğimden (hava alanı ve arşiv dışında İstanbul'u bilmeyen bir insan olarak), inatla taksiye de binmedim. Ancak insan sabahtan beri yollarda olunca durum biraz yorucu olabiliyor. O yüzden ben yürüdüm ama siz aynı istikameti yürümeyin derim. Ya da en azından ayağınızda bendeki gibi topuklu ayakkabı değil, spor bir ayakkabı olsun. 
                                                                                           Nesrin Kanberoğlu 
                

6 Eylül 2012 Perşembe

1950 Mart'ı Akşam Gazetesi Anketine Göre Son 50 Yıla Damgasını Vurmuş "20 Türk Şahsiyeti"

Osmanlıca Basın Arşivi'nde 2 yıl çalışmış bir insan olarak diyebilirim ki basında bulabileceğiniz bilgileri başka hiç bir yerde bulmanız mümkün değildir. Üstelik basın Osmanlıca olsa bile çalışılması oldukça zevkli bir alandır. Ama tabi çalışma yaparken kullandığınız gazetenin tarafını, sahibinin kimliğini, ya da kullandığınız yazarın hangi görüşlere yakın olduğunu bilmeniz şart. Aksi taktirde çalışmanız objektif olmaktan uzak olabilir. Bu yüzden birbirine muhalif iki basın kullanmak karşılaştırma yapmak açısından iyidir. Basın muhabbetine nereden girdin derseniz, birkaç gün önce komşularımızdan birinin kızı elinde dedesinden kalma bir gazete küpürü olduğunu söyledi Osmanlıca olduğunu düşünerek heyecanlandım ama Türkçe basın çıktı. Akşam Gazetesi'nin küpüründeki başlık şöyleydi: "20 Türk Şahsiyeti" biraz da araştırma yaparak bazı bilgilere ulaştım. Bulduğum bilgilere göre 1950 yılında Akşam Gazetesi'ni yöneten kişi Necmettin Sadak'tı. Ve Necmettin Sadak 1950 yılından son 50 yılın en etkili isimlerini ortaya çıkarmak için okurları arasında bir anket yapmış ve anketten gelen yanıtlar  doğrultusunda en etkili 20 Türk şahsiyetini yazmış. İşte sırasıyla o isimler: 

11 Mart 1950, Akşam Gazetesi
1-Atatürk , 2-İnönü, 3-Ziya Gökalp, 4-Tevfik Fikret, 5-Celal Bayar, 6-Yahya Kemal, 7-Mehmet Akif, 8-Halide Edib, 9-Ahmed Mithat, 10- Abdülhak Hamit, 11-Hüseyin Rahmi, 12-Fevzi Çakmak, 13-Talat Paşa, 14-Enver Paşa, 15-Prens Sabahaddin, 16-Hamdullah Suphi, 17-Şemsettin Sami, 18-Rauf Orbay, 19-Kazım Karabekir, 20- Akil Muhtar. 

İsimleri okurken tanımadığım biri var mı diye epey bir heyecanlandım.Neyseki 17 ismin yanına koyacak bilgilerim ve kodlarım olduğunu gördüm. Bu oldukça sevindiriciydi diğer 3 ismin ise ismini bilmekle beraber haklarında herhangi bir kitap okumadığımı gördüm bu da demek oluyor ki okunacak yeni -biyografi ya da anı- listesi belli oldu. 17 isim ve bana ilk an anımsattıkları:
1-Atatürk, (Devrimler)
2-İnönü, (Mısır'da Churcill ile başbaşa yaptığı - bir ihtimal Stalin de yanlarında olabilir ondan emin değilim- meşhur "sağırlar toplantısı")
3-Ziya Gökalp (Emil Durkhaim) yoksa Kızıl Elma'mı desem kararsız kaldım. Ama Durkhaim ilk aklıma gelen oldu.
4-Tevfik Fikret (Mekteb-i Sultani)
5-Celal Bayar (Demokrat Parti)
6-Yahya Kemal (Halide Edib'in bitmeyen Yahya Kemal hayranlığı)
7-Mehmet Akif (İstiklal Marşı) ("Allah bir daha bu millete İstiklal Marşı yazdırmasın" sözü)
8-Halide Edib( milyon tane şey geliyor aklıma önce hangisi geliyor bilmiyorum Hindistan'da Gandhili günleri mi İngiltere'deki Bertrand Russel'lı günleri mi Toynbee ile olan yakın arkadaşlığı mı , Bernard Lewis mi, Zeki Kuneralp mi, Nazım'a hapisteyken habire para yollaması mı, Türkiye'nin ilk kadın profösörü oluşu mu, yoksa milletvekilliği mi, Vurun Kahpeye'si mi, Lütfü Akad'ı mı, Mina Urgan'ı mı poffff çok zor bilemedim hikaye bol çok ama çok uzun)*şu an Halide'yi okuyorum da 
11- Hüseyin Rahmi Gürpınar (İffet)
12- Fevzi Çakmak (Karabekir'den Mustafa Kemal'i isteyişi, "Bana Mustafa'yı ver bu işin başına da sen geç Kazım") ve (Dua Tepe'deki savaşta omuzları düşük halde mücadelesi)
13-Talat Paşa (15 yaşındaki Hayriye ile evlenmesi teklif edildiğinde "aman ne yapıyorsunuz olmaz" diye karşı çıkışı)ve (kadınlarla erkeklerin aynı zamanda parkta yürüyebilmesi için izin çıkarttırması)
14-Enver Paşa (Sovyet topraklarında silahsız biçimde atıyla Ruslara saldırma girişimi, ölümü ve günlerce kim olduğu bilinmeden soğuk Rus topraklarında yatışı, ideoloji adamı oluşu)
15-Prens Sabahaddin (adem-i merkeziyetçilik ve liberalizm)
16-Hamdullah Suphi (bu ismi her duyduğumda gülümsüyorum onun elçilik dönemindeki Roman hikayeleri aklıma geliyor :)) çingeneleri pek bir sever elçiliği Romanlarla doldururmuş onlara iş verme anlamında tabi)
17-Şemsettin Sami (tabiki de biz tarihçilerin olmaz olması Kamus-i Türki ve Ümit Hocam'ın "Kamus-a efelik olmaz" sözü :)
18- Rauf Orbay (Cehennem Değirmeni ve zorlu Paris yılları hatta çengelli iğne ve palto hikayesi hay Allah hüzün bastı şimdi)
19- Kazım Karabekir (of bu da öyle çok anıyı beynime hücum ettirdi ki hangisini yazsam bilemedim hepsi de çok hüzünlü ama en önemli kısmı Fevzi Çakmak'la Mustafa Kemal hakkındaki pazarlıkları ve inatla onu teslim etmeyişi vesselam büyük adam)  

Bu isimler hafızamı yoklamam açısından çok iyi oldu bilmediğim 3 isimse: Ahmed Mithat, Abdülhak Hamit, Akil Muhtar. İsimlerini biliyorum ama bilgim pek yok. Niyazi Berkes anıları bitikten sonra ne okusam sorumun cevabı böylece ortaya çıkmış oldu. Sizlere de tavsiyem eğer okumayı seviyorsanız bolca anı ya da biyografi okuyun derim. Bildiğinizi sandığınız isimlerin aslında kim olduklarını görmek sizi inanılmaz şaşırtabilir.  Son yıllarda yapılmış en iyi biyografi İpek Çalışlar'ın Halide'si onu mutlaka okuyun derim. Döneme damgasını vurmuş yerli yabancı isimlerin hepsi var.Onun dışında Lütfi Akad'ın, Ahmet Rıza'nın, Münevver Ayaşlı'nın, Falif Rıfkı'nın, Kazım Karabekir'in, Rauf Orbay'ın ve daha binlercesinin anısı var hepsini okuyun derim. Okuyun ki bir millet karanlıktan aydınlığa nasıl çıkmış görün.
                                                                                                                                      Nesrin Kanberoğlu

28 Ağustos 2012 Salı

Günlerden Oyun, Mevsimlerden ise Banane


Dün gece uzun zamandır beklediğimiz yağmurun habercisi olan bir gök gürültüsü ile uyanınca çocukça bir sevinçle penceremi açtım. Yağmur mis gibi toprak kokusunu etrafa yayınca odamın içi, çocukluğum kokmaya başladı. Tam gözlerimi kapatmış yağmurun sesi, toprağın kokusu ile uyumaya çalışıyordum ki birden ağzımdan  aşağıdaki sözler dökülmeye başladı. Önce pek önemsemedim ama baktım ısrarla geliyor, gidip hemen yazayım dedim, ancak elektriklerin kesik olduğunu görünce bir müddet fener aradım. Sonra fener ışığında o satırlardan geri kalanını yani alttakileri kurtarabildim. Ben okuyunca pek bir beğendim belki siz de beğenirsiniz. İşin tek ilginç yanı dışarıda yağan deli gibi yağmur ve fırtınalı havanın böylesine güneşli ve neşeli günleri yazdırmış olmasıydı.  

Günlerden Oyun, Mevsimlerden ise Banane! 

Naylon terliğim ayağımda, fısıltılı tepelerin üstünde
Tepeler bana ninni söylerken, çocukça bir şarkı dilimde
Elimde ekmek domates
Cebimde bir avuç mutluluk
Dünya umurumda değil, ne gam, ne tasa ne de keder
Çünkü günlerden oyun, mevsimlerden ise banane!
Ama biliyorum bir yaz günü
Çünkü güneş göz kırparken, alnımda, tatlı, sıcak bir esinti

Elimde ekmek domates
Ben fısıltılı tepelerin üstünde
Tepeler bana ninni söylerken, annemin bohçası elimde
Bohçanın yükü ağır
İçi gam dolu, kaygı dolu bir de acı
Oysaki ben sadece çocuğum
Anlamam ne kaygıdan ne de gamdan
Açıyorum bohçanın ipini, salıyorum içindekileri gökyüzüne
Şimdi o da benim gibi hafif, o da benim gibi mutlu
Dünya umurumda değil, ne tasa ne gam ne de keder
Çünkü günlerden oyun, mevsimlerden ise banane!
                                                   
                                                    Nesrin A. Kanberoğlu
                                                    (28.08.2012 saat 02.10) 

24 Ağustos 2012 Cuma

"Hastasıyız"



“Hastasıyız” başlığını görür görmez konunun kim olduğunu anlamışsınızdır. Tabiî ki de Ayhan Sicimoğlu’ndan bahsediyorum.  Tv’yi her açtığımda neyse ki World Travel Channel var, neyse ki Ayhan Sicimoğlu ve Gusto var diyorum, yoksa cidden ne seyredebiliriz, bilmiyorum.  Aslında Ayhan Sicimoğlu uzun zamandır hakkında yazmayı düşündüğüm bir insandı. Ve bu blogda yazılmayı kesinlikle hak ediyordu.  Ama yazmaya nereden başlasam bir türlü bilemiyordum. Belki de içimden geldiği gibi doğruca yazmalıyım. Yaptığı gezi programlarında kendine has tavrı, hiç şaşmayan dilekleri, dilimize peleseng olmuş meşhur  “hastasıyız” sözü ile kendisi gönlümüze taht kurmuş olup, bünyemde çoğu zaman peşine takılıp dünyayı gezme arzusu yaratmaktadır.

Onun kadar çok olmasa da ben de seyahat işinin bir ucundan tutmuş, http://adaligezginler.blogspot.com/ yavaş yavaş geziniyor olsam da nasıl oluyor bilmiyorum ama her seyahatte bir biçimde kendisinin yokluğunu hissedip, “acaba Ayhan Sicimoğlu burada olsa buna ne derdi” demeden  geçemiyor, en az bir resmin altına da “hastasıyız” notunu düşüyorum, düşüyoruz. İnsanlar tarihçi olduğum için benimle seyahat etmenin çok farklı ve güzel olacağını dile getirir,  halbuki bana sorsanız “sevgili Sicimoğlu’nun peşine takılın” derim.  Kendisi de tarihe hasta olduğundan mı bilmem onun gördüğü şeylere olan tutkusu, yaptığı gezilerden aldığı zevk, onu diğer gezginlerden farklı kılıyor. Belki de bize varılacak noktanın değil, yolun kendisinin ne denli yaşanılası olduğunu göstermesini seviyorum ,-  tıpkı Gusto’nun içerdiği anlam gibi - bilmiyorum. Ama seviyorum. Müzisyen yönünden ve bazı sabahlar twitter üzerinden paylaşıp güne müthiş bir enerji ile başlamamı sağlayan müziklerinden bahsetmiyorum bile. 

(örneğin şuna bakabilirsiniz bence bu versiyon müthiş enerjik ve eğlenceli olmuş http://www.youtube.com/watch?v=yxp09H2mMLU&feature=related )

Kaç televizyon gezgini Estonya’ya gidip Rus Çariçesi Katarina’yı anlatırken “double yenge, iki taraftan da yengemiz. 1- Petro’dan 2- Baltacı Mehmet Efendi’den” der ? Ya da meclis binasının önünden elini kolunu sallayarak çekim yapabiliyor olmasına şaşırıp “yasssah kardeşim diyen yok" diye açık yüreklilikle şaşkınlığını dile getirir? Ya da Main’de bisikleti ile gezinirken bisiklete kapalı bir alanda 2 hoş polis tarafından uyarılıp bisikletinden indirildiğinde “özledik, bizde de güler yüzlü polis istiyoruz, polis gülecek, dövmeyecek” diyebilecek kadar cesur konuşur? Ya da hangi ülkeye giderse gitsin, ibadet alanlarına gidip her mum yakışında (ya da dilek tutulan her hangi bir noktada)  her seferinde kim tutup da “laik, çağdaş ilerlemiş daha modern bir Türkiye istiyoruz Allah’ım” diye dua eder? kim Brezilya festivalinin ortasında kadınlar tarafından çevrelendiğinde "buradan nasıl sağ çıkacağız anneciğim" diyebilecek kadar şirin olabilir? Sanırım gönlümüzde kurduğu tahtın sebebi,  onun içinden geçen her şeyi böylesine dile getirebiliyor olmasında. Elit bir kesimde yaşamasına rağmen ülkesine bu kadar bağlı olup, her daim insanların refahı, ülkesinin ilerlemesi, dünyanın barış içinde yaşayabilmesi için dua eden bir insan nasıl olur da gönlümüzde taht kurmaz ki? Sayesinde her daim insanlara anlatacak yeni hikayelerim oluyor ve ben şimdi yarın olsun da kolera yüzünden insanların nasıl şarap içtiğini, hatta bebeklere bile içirildiğinden bebeklerin nasıl da kör olduğunu anlatayım diye sabırsızlanıyorum. Yazımın başında da belirttiğim gibi neyse ki Ayhan Sicimoğlu ve Gusto var. Yoksa bu hayat çekilir bir yer olmazdı. Eskilerinde de dediği gibi “sevgili Sicimoğlu sen dünya durdukça dur emi?”


11 Ağustos 2012 Cumartesi

Acılara Tutunmak - Frida Kahlo



Bu gece bir kez daha anlaşıldı ki ramazan tez zamanda bitmezse fazla mesai yapmaktan beynim sulanacak.  Bu seneki ramazanın güzel tarafı ise olimpiyatlarla denk gelmiş olması (ama tabi bu benim beynimin sulanmasını engellemiyor). Böylece bir yandan yemeğimizi yerken bir yandan gündüz yapılan yarışların tekrarını izleyebiliyoruz.  Kahvaltılarımızı genelde mutfakta yiyoruz ve eşim bu sırada servis penceresinden yarışları izlemeye devam edebiliyor. Ancak ben ters bir noktada olduğumdan ekranı göremiyorum. Eşim bu sabah Brezilya ve Amerika arasındaki voleybol maçını izliyordu bir ara şöyle bir yorumda bulundu : hakem Rus galiba, bembeyaz bir ten kocaman bir bıyığa sahip”, yanıt veriyorum “tıpkı Troçki evet Rus olabilir” (hakemi görmedim bile ancak gözüme birden Troçki’nin suratı geldi. 2 gün önce hem bilgilerimi tazelemek hem de merak ettiğim bir şeye bakmak için Troçki’yi okuyordum ve adamın resmine oldukça uzun süre bakmıştım gördüğüm son resim  olduğundan olsa gerek direk gözümün önüne o geliyor)eşim suratıma bakıyor “o kim?”

Hadi canım der gibi bakmıyorum bu sefer diğer yandan ukelalık yapabileceğime sevinerek ama sıradan bir ses tonu ile, “Troçki işte” diyorum, “meşhur Lev Troçki Rus Devrimi’nin Bolşevizm’in liderlerinden hatta  Kızıl Ordu’nun kurucusu ve komutanı, ve isminden de anlaşılacağı üzere Troçkizmin de babası”(sağdaki resim) Bakıyorum ki eşimde en ufak bir ilgi kırıntısı yok. Halbuki sabahın bu saati güzel bir bilgi aktarımı yapabileceğim için mutluydum. İlgisini çekebilmek için –ama yine sıradan heyecansız bir ses tonu ile- başka bir noktadan giriyorum olaya “ama bence en ilginci de Frida Kahlo ile yaşadığı aşk” diyorum istediğim etkiyi yaratmış olacağım ki bakışlarını bana çeviriyor? “adam Rusya’da yaşıyorsa nasıl aşk yaşamışlar ki, o kadın İspanyol falan değil mi?” diyor ve alıyorum sazı elime  “değil mi hayatım, üstelik o vakit dünya henüz küreselleşmemiş bile ama Rus Devrimi’ne  adını vurmuş bugün hala önemini koruyan bir adamla resme damgasını vurmuş Meksikalı bir kadının aşk yaşamış olması ne ilginç”. Beni tarihte de en çok etkileyen böylesine ünlü isimlerin yaşadığı aşklar olmuştur. Bir de dönem malumunuz şimdiki gibi değil, yazılan mektupların, şiirlerin haddi hesabı yok. İnsan okumaya doyamıyor.  Troçki ile Kahlo arasındaki aşka gelince, Troçki Lenin’den sonraki ikinci isim konumundadır. Ancak Lenin ölüp de iktidar boşluğu çıkınca Troçki Stalin ile iktidar kavgasına tutuşmuş ve tahmin edeceğiniz üzere kavgayı Stalin kazanmıştır. Böylece Troçki’ye de sürgün kapısı (Stalin kendiisne suikast girişiminde bulunduğunu söyleyeip postalayacaktır adamı) görünmüş.  Troçki, Kahlo’nun eşi Rivera’nın Meksika cumhurbaşkanından aldığı özel izin ile Meksika’ya gider ve eşi ile birlikte misafir olarak Kahlo’nun evine yerleşir. Ancak bu esnada Kahlo ile eşi 2. Kezdir boşanmış olduklarından Rivera San Fransisco’da bulunmaktadır. Bu misafirlik döneminde Kahlo ile Troçki arasında aşk, hatta bir ilişki başlar ancak Troçki’nin eşinin bu ilişkiyi fark etmesi üzerine 

Kahlo ilişkiye son verir. Şimdi buradan bakıldığında pek de ahlaklı ve adilce görünmüyor insana, sonuçta aşk yaşadıkları evin içinde Troçki’nin eşi de vardır. Ama söz konusu Frida olduğunda adaletten pek söz etmemek gerekir değil mi?  Hayat ona da pek adil davranmamıştır, çocukken çocuk felci geçirmiş, henüz bedeninde bunun fiziksel etkisi ile yaşamaya çalışırken okuldan geldiği bir gün içinde bulunduğu otobüs bir tramvayla çarpışmış. Frida bu kaza sonunda pek çok kişinin aksine ölmemiş ancak ölmekten beter olmuş (omurgası bel bölgesinden 3 noktadan kırılırken köprücük kemiği ile kaburgaları da kırılmış, yetmemiş sağ bacağı 11 yerinden kırılıp ezilmiş, sol omzu çıkmış, leğen kemiği 3 farklı yerden kırılmış en korkuncu ise çelik çubuk karnının sol tarafından girip cinsel organından çıkmış). 32 kere ameliyat edilen Kahlo resmen doktorlar tarafından bir puzzele gibi yeniden inşa edilmiş.  Ancak yeterli olmamış çocuk felci yüzünden sakat olan bacağı kangren olunca kesilmek zorunda kalmış, kadın ömrünün sonuna dek korseler içinde, fiziksel acılara mahkum kalmış. Zaten Kahlo’yu Kahlo yapan da bu acılar zinciri olur. Kadın o kadar çok acı çeker ki çektiği acıların etkisini hafifletmek için ailesinin desteği ile resme tutunur ve durmadan resim yapar. Yatağa mahkum olduğu sıralarda tavanına astırdığı ayna ise kendisine ait muhteşem otoportreler yapmasını sağlar. Sonrası mağlum hikaye Rivera ile tanışması aşkları evlilikleri boşanmaları yine evlilikleri yine boşanmaları vs evet meşhur olmasında eşinin etkisi yadsınamaz ama yaptığı muhteşem tabloların özünde yatan şey acılarıdır, tıpkı Van Gogh’u da Van Gogh yapan etki gibi. Her ikisinin de yüzyıla damgasını vurmasını sağlayan şey tutundukları acıları, sahip oldukları delilikleri, ruhlarının bedenlerine sığamayışıdır.  Bu sıkça düşündüğüm bir sorudur Van Gogh da Kahlo da bu denli  acıya sahip olmasaydı o denli büyük olabilirler miydi ya da yine aynı resimlere imza atabilir miydi, hiç sanmıyorum.  Kahlo o kazayı geçirmeseydi, ressamlarda şok etkisi yaratan “Kırık Kolon” isimli eserine(sol üstteki) imza atabilecek, yatağa mahkum olduğu dönemlerden kalma ayna ve otoportre ilişkisini kurabilecek miydi? 
Ya Van Gogh, meşhur “yıldızlı gece”(sağdaki) tablosunu yinelenen bir krizi esnasında yatırıldığı akıl hastanesinin küçücük dört duvar arasındaki odasından gökyüzüne açılan minik penceresinden bakarken yapmıştı.  Eğer Van Gogh, o deliliğe sahip olup, o hastanede yatmasaydı yine o resmi yapmış olacak ve ben sadece o resmi bıkmadan usanmadan saatlerce izleyip, Van Gogh’un acılarını tek bir resimde onunla paylaşabilecek miydim?  Bunları tam olarak asla bilemeyiz ama bildiğim bir şey varsa o da (yukarıda da belirttiğim gibi) ikisinin de acılarına tutunduğu ve ikisini de var edenin bu olduğudur.