30 Mayıs 2014 Cuma

Ovanes Kaçaznuni

"Ben Ermeni yurdunu ve Ermeni halkını seviyorum...Bu fakir ve sert tabiatlı ülke ile bu cahil, pasaklı, içine kapalı, kendine aşık ve çıkarcı halkı seviyorum. Sadece erdemlerinden dolayı değil; tüm kusurları ve yaraları ile bir arada...Seviyorum çünkü kendimi onun ayrılmaz bir parçası olarak hissediyorum; kanı kanımdan, canı canımdan...kişisel mutluluğumu onun kollektif mutluluğuna bağlamışım."    
                            Ovanes Kaçaznuni

Dün gece Yahudi Meselesine son verince, bugün kendi istediğim bir şeyi yaptım ve Kaçaznuni'nin 1923 yılında Taşnaksutyun Parti Konferansına hazırlayıp sunduğu raporu okudum. Mehmet Perinçek sayesinde Türk okuyucularla buluşan minik bir kitap haline getirilmiş bu rapor bir nevi itirafnamedir aslında. Rapora geçmeden önce Kaçaznuni kimdir, bakmak gerekir. 1918'e kadar Kafkas parlamentosunda Taşnak temsilcisi olarak görev almış, Trabzon ve Batum'da Türkler ile yapılan barış görüşmelerinde Ermeni heyetinde bulunmuş, 1918 yılında Ermenistan bağımsız olduğunda, devletin ilk başbakanı olmuştur, ayrıca Taşnak Partisi'nin kurucularından ve en önemli liderlerindendir. 1919 Ağustosuna kadar Ermenistan'ı 13 ay yönetmiş. 1920 yılında Ermenistan'da Bolşevik iktidarının kurulması ile tutuklanmış, 1921 yılında Bolşeviklere karşı yapılan karşı devrimci ayaklanmanın bastırılmasından sonra ülkeyi terk etmiştir. Sovyet Ermenistanı' na yıllar sonra dönmüş 1938 yılında ise ölmüştür.

Onu bu zaman dek okuduğumuz Ermenilerden farklı kılan nedir dersek, 1923 yılında Parti Konferansına sunduğu ve Avrupa kütüphanelerinden toplatılmış olup Ermenistan'da da yasaklanmış olmasına rağmen Mehmet Perinçek sayesinde elimize ulaşan itirafnamede anlatıp ele aldıklarıdır. Sayfaya özellikle yukarıdaki sözleri ile başlamak istedim, hem tüm anlatılanlar içinde en sıcak bulduğum sözler olduğu için hem de belki yaptıklarını bağışlamamıza yarayacak sözler olduğu için. Vatanını ve insanını seven, vatanı ve insanı için mücadele edip savaşan insan değerlidir. Tıpkı bizim de ülkemizi, insanımızı sevdiğimiz gibi, ülkemiz uğruna öleceğimizi bile bile gözümüzü kırpmadan cepheye gidip bir daha dönemediğimiz gibi...Ama Ermeniler ne iyi yapmış da saldırmış bize demiyorum, hala iyi ki Ermeni iddialarını sürdürüyorlar demiyorum, hayır, ama sadece anlıyorum diyorum. 3 milyonluk nüfus, Azerbaycan, Gürcistan, Türkiye ve İran ile çevrili küçücük topraklar, dışarıya açılan ne bir deniz ne bir kapı, komşularla neredeyse 100 yıldır süren sorunlar, kendini idare etmekten korkan bir millet, istememesine rağmen bağımsız kalan bir millet. 1920 yılında nefret ettiği Bolşevikler idareyi aldı diye, çok şükür halk açta açıkta kalmayacak diye sevinen bir başbakan...Onlar geldiğinde büyük bir çıkmazdaydık, azıcık daha geç kalsalar onları biz çağıracaktık, iki buçuk yıl boyunca bu ülkeyi biz Ermeniler yönetti ve bir o kadar süreden beri de Bolşevikler yönetmektedir. Bu süreç içinde biz Gürcistan, Azerbaycan, Türkiye ile savaştık, Bolşevikler savaşmadı. Biz, Akbaba'da, Zod'da, Zengibasar'da, Vedibasar'da, Milin deresinde ...birçok çatışmaya girdik, Bolşevikler şubat ayaklanması dışında içeride çatışmaya girmedi. Biz bitmez tükenmez savaşlar ile ülkeyi sürekli silah altında tuttuk, üreten elleri savaş meydanlarında meşgul ettik, Bolşevikler halkı bu korkunç durumdan kurtardı.

Bizim dönemimizde halk savaş meydanlarında ya da açlıktan ölmekteydi. Bugün ise Ermenistan halkının tok olduğunu, buğday ihtiyacının hemen hemen hiç bulunmadığını duymaktayız...Çok çalıştık fakat dış dünya ile bağlantı kuramadık. Güney Kafkasya demiryolu fiilen bize kapalıydı. Bolşevikler yolu açtı. Bugün Erivan, Culfa üzerinden İran ve Azerbaycan'la Bakü üzerinden Doğu Rusya ve Güney Kafkasya ülkeleri ile, Batum üzerinden ise Rusya ve Avrupa'yla bağlantı kurulabilmektedir. Bizim dönemimizde Ermenistan karanlık içindeydi; güneşin batışından yarım saat sonra her türlü hareket ve çalışma dururdu. Zira aydınlatma için malzeme yoktu. Bolşevikler Bakü'den gaz yağı getirdiler ve ülkeyi karanlıktan kurtardılar. Elbette bu öyle büyük bir iş değil ama bu küçük işi bile becerememiştik. 
         
Bolşeviklere müteşekkir olmalıyız. Onlar bizi devirerek, bizim başlattığımız işi daha güvenilir raylar üzerine oturttular. Kendi çalışmalarımızın ağırlığı altında ezilirken onlar gelip yerimize geçtiler...Ama biz gerçekten bağımsız bir devlet kurmayı ne zaman düşünmüştük? Coşkumuzun ve sarhoşluğumuzun zirveye ulaştığı anlarda bile, bağımsız olmayacağımızı kaçınılmaz olarak birilerine bağımlı olacağımızı bilmiyor muyduk? elbette biliyorduk bu yüzden ilk günden itibaren mandacı arıyorduk. mesele, kime ne derece bağımlı olma meselesiydi...

1915 yaz ve sonbahar döneminde Türkiye Ermenileri zorunlu bir tehcire tabi tutuldu...Türkler ne yaptıklarını biliyorlardı ve bugün pişmanlık duymalarını gerektiren bir husus bulunmamaktadır!

Biz Türkiye'de gürültü çıkarttığımız vakit, bu gürültü sayesinde büyük devletlerin dikkatlerini çekip onların bizim lehimize aracılık edeceğini sanıyorduk. Şimdi ise böyle bir aracılığın kaç para ettiğini artık biliyoruz...Bize vaad edilen devlet Lozan'da bir Home (etnik gruba verilen özerklik)'a. Home ise Sibirya'da Ruslarca verilen koloniye...Üstelik Home Lozan'ın sonlarına doğru talep olmaktan çıkıp Türklere karşı dostane bir tavsiyeye dönmüş Türkler de nezaketen reddetmişti...Eğer Avrupa bize Türkiye'de yardım etmeyi beceremediyse Rusya'da asla yardım etmez ve edemez. Ayrı ayrı kişileri dizginlemek açısından terör belki Kürt elebaşlara veya Çar memurlarına karşı bir anlam ifade edebilir ancak itiraf etmeliyiz ki Bolşevikler farklı bir kumaştan yapılmadır. Biz birini öldürürsek onlar bizi kitlesel halde yok eder...Önümüzde duran 2 seçenekten biri Milliyetçi Türkler ötekisi Bolşevik Ruslardır. Seçme imkanımız böylesi sınırlı olmasaydı, Rusya'ya ve özellikle Bolşeviklere bir yığın itirazımız olurdu. Ama bizim bedbahtlığımız, ülkemizin elini kolunu bağlayan coğrafi konumdur.

Kitabın pek çok farklı yerinden toplayıp attığım bu sözler evet bir başbakana ait, bağımsız Ermenistan Devleti'nin ilk başbakanına. Birilerine isyan edip baş kaldırmakla devlet yönetmenin aynı şey olmadığını İttihat Terakki örneğinde görmüştük ve şimdi onun bir zamanlar müttefiki olan Taşnaksutyun'dan aynı itirafları duymak hiç şaşırtıcı gelmedi...Duruma tüm çıplaklığı ile Kaçaznuni'nin gözünden bakınca Türk topraklarından istedikleri 6 vilayet hatta denizden denize Ermenistan hayallerini anlamak güç değil, de şunu bilmiyorlar mı ki, öyle bir devlet var olabilse buna Rusya izin verir mi, yüzyıllarca sıcak denizlere inme hayali kurmuş Rusya ve tabi diğer Avrupa devletleri ve itirazları da...Yani görünen o ki, Ermenistan'a gökten altın yağmadığı müddetçe Türk toprakları üzerindeki Ermeni iddiaları son bulmaz. Ve Ermenilerin bugün yaptığı ile 100 yıl önce yaptığı arasında bir fark yok, o gün de Türklere düşmandı bugün de, bu sayede belki sesini Avrupa'ya duyurdu ama asıl soru şu, kendini her siyasi krizde ortaya sürdürecek bir koz yapmak dışında ne elde etti? Avrupa kamuoyunda reklamı yapılınca Türkiye ile ya da Azerbaycan ile kapıları açıldı da dış dünya ile bağlantı mı kurdu, ya da eskiden fakirdi de şimdi zengin mi oldu? 100 yıl önce nasıl Avrupalıya hizmet edip kendi halkının acılarına sebep olmuşsa bugün de aynını yapmakta değil midir? Elbette öyledir ama mesele tüm siyasetçiler bakımında Kaçaznuni'nin ilk başta söylediği gibi değildir. Mesele mutlu Ermeniler ve Ermenistan değildir, mesele Kaçaznuni'nin de dediği gibi siyasetçilerin daima var olup tüm yanlışlarına rağmen, konumlarını sürdürmeleri meselesidir. Halkı acı çekmiş, çeksin kimin umurunda, halkı açmış olsun kimin umurunda, yeter ki siyasiler konumlarını kaybetmesin, kaybetmesin ki çocukları özel okullarda, kendileri pahalı arabalarda gezebilsin...Halk mı boşver canım onu, halk dediğin nedir ki, siyasiler zengin olsun diye yaratılmış insan müsveddeleri...Hepsi O...            
   

28 Mayıs 2014 Çarşamba

Kapalı Gişe Yalnızlık

"Ve Sen Beni Kaybetme Konusunda Hep Kazandın"

Geçen hafta okulda makale ve kitaplarla çevrilmiş boğuşurken, yeğenim aradı, heyecanlı bir sesle hızlı hızlı "Hala biliyorsun kitap okumayı hiç sevmem, neredeyse okuduğum tek kitap Polyanna onu da zorlama ile okudum fakat, şimdi bir kitap var acayip okumak istiyorum, gel de onu bana bulalım, ne olursuuuun!!!" diye yalvarınca işi gücü ve hatta hocayı (akşama panel var gelirsen çok sevinirim demişti) bırakıp doğru İzmit'in yolunu tuttum. Hem yeğenime kitabı bulmak için hem de uzun zamandır iş güç derken başbaşa vakit geçirememiştik, bu süreç içinde kızcağız "melankoli hastası" olduğuna karar vermiş(tabi bunu yengem-annesi anlatmıştı üstüne de eklemişti, niye melankolik olsun ki bu çocuk, evde kavga yok, içki yok, aç değiliz açıkta değiliz ne istese alınıyor  onun ki olsa olsa şımarıklık demişti, epey gülmüştüm) durumu yeğenimden dinlemek için hemen kalkıp gittim. Kitabı 2 dakika içinde YKM'den bulduk. Bu arada o biraz hayatından anlattı, ben dinledim, o anlatırken  sordum Damla sen melankolik misin ? o tatlı tatlı cevap verdi. Gerçekten de biraz öyle bir hali var, ama daha çok duygusal...Fiziksel olarak bana hiç benzemeyip de ruhen kopyam gibi, benimle büyüdüğünden mi böyle oldu yoksa ne yazık ki tek hayali bir gün ben olabilmek olduğu için mi böyle oldu bilmiyorum. Ama  bana benzemekle birlikte çok şükür benden daha akıllı ve de daha yetenekli bir çocuk, kaç kişi ömründe tek bir kitap okuyup da (8 yaşından beri) İpek Ongun ayarında roman yazabilir ki? Çok az olsa gerek. 

Yılların nasıl da akıp gittiğine, O'nun nasıl da büyüyüp kocaman bir kız olduğuna, böylesi lafları nereden bulduğuna hayret ederken, daha kapağını gördüğüm an içimi(zi) sıcacık yapan kitaba "Kapalı Gişe Yalnızlık"a uzandı elim. Damla arka kapağın gizli iç kısmını gösterdi bana, bak Hala daha buradan vuruldum kitaba, dedi ve şöyle diyordu kapak : Ben sevdiğimi kendi içimde saklamayı başaramadım.Onu nereye yazsam buldular. Burada bile... okur okumaz ağzımdan "vay vay vay" sözleri döküldü. Bunu bana yaptırtabilen sözler, kitaplar ya da eserler çok azdır. Kitabı okumak için öyle heveslendik ki, yemeğimizi derhal bitirip, çatısı açık kafede sesli biçimde okumaya başladık. Kaç saat okuduk bilmiyorum ama üşümeye başladığımızda havanın da karardığını fark etmiş olduk. Öyle çok şair ruhlu bir insan değilim ben, ömrümün çok kısa bir zamanı onu yaşamışlığım da olmuştu elbet ama neredeyse 1000 yıl önce...Kitapta siyahla yazılan satırları okuduk üşüyene dek, zaman zaman tüylerimiz diken diken olmuş zaman zaman da gözlerimiz dolmuştu, yeğenim sordu Hala insana nasıl bir güç bunları yazdırabilir? Aslında cevap basitti: Aşık ol anlarsın, dedim. Belli ki yazar fena halde aşık olmuş, terk edilmiş ve üzerine bu sözler çıkmış. Zaten acı yüklü onca roman, hikaye ya da şiirin çıkma öyküsü de bu değil mi? Yazar acı çektiği sürece üretir, acısı dindiği an acı yaratır aksi halde intihar kaçınılmazdır. Tüm iyi yazarların büyük dramlara sahip olması tesadüf değildir. 

Kitabı okudukça gördüm ki bir müddet sonra tekrarlara düşüyor, klişeler çok, çünkü duygu hep aynı, terk edilme ve hazımsızlık, sürekli biçimde kime gidersen git beni unutamayacaksın sözleri, laflar büyük ve iddialı ama benim gördüğüm şey, gidenin değil kalanın unutamadığı ve tabi hazmedemediği... Diğer yandan okunmaya değmez mi değer tabi, güzel sıcak cümlelerle dolu, hatta 7-8 sefer bana "vay be" dedirten yerleri oldu. Eve gittiğimizde yengem yanımıza gelip, neymiş şu kızımın merak ettiği kitap bakayım diye eline alıp, buyur işte böyle şeylere bakıp melankolik oluyor söyleminden sonra Damla ile (karşılıklı) sesli okumalarımıza yengem de kaptırdı kendini. Öyleki kitabı elinden alıp, onu eve (alt kata) yollamakta zorlandık. Kitabın sıcak, bazen "vay be" dedirten, kimi zaman klişe ama en çok da, okudukça gördüğün ilk insana aşkınızı haykırmanıza sebep olacak bir havası var, en azından üçümüz de aynı düşüncedeydik...Şuradan biri geçse de çevirip içinden bir kaç cümle söyleyip, orada hemencicik aşık olsak...Aşık olasınız, o nasıl bir duyguydu diyesiniz varsa alın bakın derim, yok almayalım derseniz de siz bilirsiniz, ayrıca korkmayın kitabı elden bırakınca etkisi de hemen geçiveriyor yani biraz bugün ve de zamane aşkları gibi...