22 Şubat 2014 Cumartesi

Dünya Dediğin Nedir Ki, Bir Küçük Yuvarlak !


Eşim beş gündür bir sınava hazırlanıyor, o yüzden elinde yaklaşık 1000 sayfalık bir kitap her gün 200 sayfa okuyup bitirerek, yarınki sınava hazır olmayı planlıyor. E tabi koca kitabı 5 güne sığdırmaya çalışınca ve kendisi aslen sayısalcı da olunca, bu kadar okuma yapmak fazla geldi. O kadar ki, isyan edip "her gün oku oku, böyle hayat mı olur, sen de bırak doktorayı kendine böyle eziyet etme" dedi. Ben genelde okuduğum kitapları "hoca ödev verdi o yüzden okumak zorundayım" şeklinde lanse ettiğim için, benim sürekli ödev icabı okuduğumu sanıyor :) en azından bu yazıyı okuyana kadar öyle sanmaya devam edecek. Ama benimkiler aslında genel olarak keyfi, tabi zorunlu kısmı da var ama ben eğlendiğim için problem yok. Dün kütüphanede yeni bir makale için kaynak taraması yapıyordum, Joseph C. Grew'in "Atatürk ve Yeni Türkiye" isimli eserine tesadüf ettim. Bir kaç sayfa karıştırdım ilgimi çekti, aldım ve okumaya başladım hemen. Kitap, Grew'in anılarını, hatta günlüğünü demek daha doğru olur evet günlüğünü içeriyor. Grew kim derseniz, ABD'nin Türkiye'ye atadığı ilk büyükelçi. 1927'den 1932'li yıllara dek geliyor notları. Ben daha ancak 70.sayfadayım, ve açıkçası okuyup bitirmek için can atıyorum. Bir kere su gibi akıyor, yeni Türkiye'yi ve Ankara'yı görüyorum hele de 1926 yılı çalışmasından sonra üstüne 1927'yi bulmak, çölde su bulmak gibi oldu. Çok şaşırtıcı bilgiler anılar var. Atatürk'ün nutkunu okuduğu anlardan tutun, 28 Ekim 1927'de yaşanan nüfus sayımına, diğer yabancı büyükelçilerin çekememezliği ve siyaseten takındığı tavırlardan, ABD'de yaşanan iktidar kavgasından sebep ABD'ye hızla yollanma kararı alınan Türk büyükelçisi Ahmet Muhtar Mollaoğlu'nun, ABD'ye varmak üzereyken neden ABD basını tarafından Ermeni katili olarak lanse edildiğine varana dek, kitapta yok yok...14 Ocak 1928, Cumartesi, tarihini attığı notunu okuyordum, gözümün önüne birden Hemingway ve Gellhorn geldi, istem dışı gülümsedim, ben okumayayım da ne yapayım dedim. Bana en çok zevk veren olaylardan birini yaşadım, tarihi pek çok kişiliği birbiri ile bağlantılayacak bilgilere ulaşmak, aynı kişileri farklı kişilerden görmek.  

Grew'in 14 Ocaklı notunda, Dışişleri Bakanlığı'nın kendileri adına verilen yemeğe karşılık olarak verdiği yemekten bahseder. Yemekte Tevfik Rüştü Aras, Nusret Sadullah, Ragıp Raif gibi (daha ismini vermediği) pek çok insan vardır. Tevfik Rüştü konuşmaya başlar, söz döner dolaşır politikaya gelir. Ve Tevfik Rüştü söze Çin ile başlar. Tevfik Rüştü'ye göre Chiang Kai-Shek'in (o zaman Çin yönetimini yeni ele geçirmişti yahut o sıralar geçirecekti) geleceği parlaktır, kesinlikle başarılı olacaktır. Diğer taraftan O'na göre Komünistler başarısızlığa uğrayacak, Chang Tso-lin sonunda Mançurya'dan sürülecek, Chiang Kai-Shek Pekin'i ele geçirecek ve daha sonra Milliyetçi Çin'i birleştirecektir. Tevfik Rüştü, Türk Maslahatgüzar'ı aracılığıyla Chiang Kai-Shek'e mesaj yollamış, Mançurya, Moğolistan ya da Türkistan'ı Milliyetçi Çin'e katmaması gerektiğini çünkü bu gibi ilavelerin güçten çok zayıflık getireceğini söylemiştir. Ayrıca büyükelçiye verdiği sırra bakılırsa, Chiang Kai-Shek, Türkiye'yi ve Atatürk'ü ziyaret etmeye hazırlanmış ancak arkasından askeri politik bir iş çevrilince seyahati iptal etmiştir. İşin ilk ilginç yanı, (merak ettim netten baktım)Tevfik Rüştü Aras, söylediği 3 noktada da haklı çıkmıştır. Chiang Kai - Shek idareyi ele almış, çok uzun yıllar da elinde tutmuştur bu 1, Chang Tso-lin Mançurya'dan sürülmüştür bu 2, Çin'e katılan diğer bölgeler Çin'i zayıflatmıştır bu 3. Bunlar aslında ilginç olmak bir tarafa Tevfik Rüştü'nün ne denli tecrübeli bir devlet adamı olduğunu gösterir. Şimdi gelelim neden Chiang Kai - Shek deyince, gözümün önünden Hemingway'in ve Gellhorn'un geçtiğine. 4-5 akşam önceydi, Hemingway & Gellhorn aşkını anlatan bir film izledim, Gellhorn ABD'nin önemli savaş muhabirlerinden biridir, Hemingway zaten malumunuz. İkisi evlenir evlenmez Gellhorn sürmekte olan Çin-Japon Savaşı ve etkilerini görmek için Çin'e gitmek ister (1946-47 gibi), Hemingway de eşine eşlik eder, bir nevi balayı gibi düşünür. Gellhorn, kendisine gösterilmek istenen manzaradan çok, gerçek manzarayı görmek ister, halkın içine dalar, sonuç ciddi bir yıkımdır. Halk açtır, sersefildir, yanmaktadır, sokaklardadır. Gellhorn üzüntüsünden kahrolur, bu arada Hemnigway 5 yıldızlı bir otelde, yeni edindiği arkadaşlarla içkinin ve Çin zenginliğinin tadını çıkarmaktadır. Gellhorn ve Hemingway Chiang Kai-Shek ile buluşur. Gellhorn, Chiang Kai-Shek ve karısının, çok bilmiş, süslü, zengin duruşlarından hoşlanmaz, kendilerine uzatılan pahalı yiyeceklere de elini sürmez. Gördüğü manzaradan bahseder, halkı anlatır, Chiang Kai-Shek'in karısı sinirlenir, güzel şeyleri görmek varken neden kötülerin peşinden gittiğini sorar. "Halkın nasıl yönetileceğini en iyi biz biliriz" der. Gellhorn şok geçirir ve büyük de bir hayalkırıklığı... Ne yalan söyleyeyim bende de ciddi bir nefret uyandırdılar. İnsan toplulukları sokaklarda yanıp, açlık ve susuzluktan kırılırken birilerinin her şeye sahip olup, içten kahkahalar atması ve bu birilerinin bir ülkeye yönetici olması. 

Toparlayacak olursak 1-Tevfik Rüştü haklı çıkmıştır, Chiang Kai-Shek çok uzun yıllar Çin'i elinde tutmuş bu anlamda O'nun söylediği bağlamda başarılı olmuştur, ancak hayatını okuduğum zaman başarısının tartışılması gerektiğini gördüm ve Gellhorn'un haklı da olduğunu, 1946 ve sonrası için şöyle yazıyor hakkında: "Çin için değersiz biriydi ama uluslararası alanda ünü artmıştı". Çünkü başarı bir ülkeye sahip olmak değildir sadece, başarı O halkı kalkındırmak ve acılarını dindirmek için elinden geleni yapmaktır ayrıca. 2- Dünya'nın ne kadar ufak olduğunu gördüm bir kez daha, ordan burdan bir sürü farklı insan, Amerikalısı, İspanyolu, Çinlisi,Türkü tek bir yazı altında birleşti işte, biraz benim ama daha çok edebiyatın, tarihin , sinemanın ve kitapların gücü sayesinde. Bir de eşim gelmiş diyor ki, bırak okumayı kendine böyle eziyet etme :) halbuki anlatacak yeni hikayelerim var şimdi, bundan güzel eziyet mi olur ?

15 Şubat 2014 Cumartesi

Sinemanın Dahi Çocuğu - Woody Allen


"Radyo Günleri"

Bu sabah, Woody Allen'dan bir film izleme isteği ile uyandım, kararlıydım  kesinlikle oturup izleyecektim. İnsanlar kafayı dağıtmak için nasıl Cem Yılmaz gösterisine gidiyorsa Woody Allen da benim için aynı etkiyi yaratıyor. Gerçi Woody Allen'ın filmleri komik olmakla birlikte ciddi mesajlar ve eleştirilerle doludur. Üstelik çok da hızlı konuştuğundan mesajların çoğunu kaçırıyorum ama bu bir Woody Allen filminin kalitesini asla düşürmez. Woody Allen'ı izlediğim ilk filminin adını ne yazık ki bilmiyorum, ancak filmi çok iyi anımsıyorum. Çünkü misafirlikteydim, tv açıktı, mecburen bir yandan izliyormuş gibi yapıp diğer yandan ev sahibiyle sohbet ediyordum, bir reklam arası kanal değiştirdi. Woody Allen'ın filmi oynuyordu. Bir anda kendimi ona kilitlenmiş buldum. O kadar ki, sohbeti kesip, filmi izledim, çocukluktan gelen bir rahatsızlıktan ötürü tv izleyemediğimi bilen ev sahibi, odaklanmama şaşırmış olacak ki, beni hiç rahatsız etmedi, ben de bu sefer onunla sohbet ediyormuş gibi yapıp, filmi izliyordum. Yanımda eşim de vardı ama o zamanlar sanırım evli değildik, benim neredeyse nefes almadan seyrettiğimi görünce o da diğerleri gibi hiç konuşmadan filmi izledi. Film bitiminde baş roldeki adamın kim olduğunu görmek için yazıları beklemiştim o zaman anlamıştım ki başrol de yönetmen de aynı kişi yani Woody Allen'dı. Ve sonra internetten bir sürü filmini buldum ancak yüzlerce filmi olduğundan ve film başına oturmam ne yazık ki çok zor olduğundan ancak 5te 1ini bitirebildim. 20 filmi ile şunu diyebilirim ki adam bir dahi. 
Filmleri müthiş çünkü, filmlerin bir konusu var, şimdikiler gibi bir sürü ünlüyü oynat ardına müthiş bir şehir koy, olsun bitsin havasında değil. Üstelik müthiş bir hayal dünyası var, aklından geçen her şeyi sanki süzmeden filme koyuyor gibi, bu büyük bir risk ve cesarettir ama umurunda değil. Nasıl desem filmleri o kadar kendi çılgınlıklarını anlatıyor ki filmi izlerken Woody Allen'ı görüyorum, kafasından ne geçmişse yazmış ve oynamış. O yüzden O'nu çok uzun yıllardır tanıyor gibi hissediyorum. En sevdiğim yönlerinden biri de filmlerin %90'ında oynuyor olması. Woody Allen filmlerini 3'e ayırmak lazım. 1.si komik ve abzürt olanlar (ancak kesinlikle mesajı var), 2.si drama ve abzürt olanlar :) 3.sü 2000'den sonra çektiği filmler. 2000 sonrası yapımları daha oturaklı daha az çılgınlık barındırıyor, sanırım yaşlanıyor olmasının etkisi var. Ancak 60'lı, 70'li, 80'li yılları çok daha iyi (bence), biraz da benim bilmediğim bir zaman dilimini, dünyayı anlatıyor diye olabilir, 70lerin Amerika'sı, Hollywood'ı yahut II.Dünya Savaşı yıllarının New York'u, Manhattan'ı...En sevdiklerim arasında ilk 5 yapmaya kalksam hangisini hangi sıraya koyarım bilemedim bence hepsi çok değerli. 

Bananas, to Rome with love, Midnight in Paris, Manhattan, New Year...Bu geceye kadar en beğendiğim filmleri arasında Manhattan (ki tesadüfen bulmuştum), ve Zelig başı çekiyordu. Zelig'i, geçen sene İtalyan bir arkadaşımın ısrarı ile izledim kesinlikle izlenmesi gereken gerçek bir Woody Allen başyapıtı, özellikle Hitler'in konuşması esnasında oradaki görüntüsü gözümün önünden silinmiyor ve daima koca bir gülümseme yaratıyor. Bu akşam ise oturup Radyo Günleri'ni izledim ilk 50 dakika bol bol güldüm, o kadar ki eşim bir kaç sefer gelmek durumunda kaldı ancak Woody Allen filmi olduğundan gelmesiyle kaçması bir oldu. Radyo Günleri, o günlere özlem duyan bir çocuğun ağzından Radyo Günlerini anlatıyor. Yalnız ne yazık ki bu filmde Allen'ın kendisi yok, ancak baş roldeki çocuğa sesiyle hayat vermiş. Film daha ilk kareden itibaren koparıyor, ilk karede 2 hırsız soygun amaçlı bir eve girer (bu arada yıl 1940'lar ABD savaşa girmeden az öncesi) oda karanlıktır, telefon çalar, hırsızlardan biri diğerinin itirazına rağmen telefona bakar, Radyo programlarından birinden arıyorlardır "Şarkıyı Tahmin Et Parayı Kazan" yarışmasından.

Hırsız karanlıkta radyoyu bulur, sesi açar, yarışmaya katılıp büyük ödülü de kazanır. Ancak ne olur ne olmaz diye evi soymayı da ihmal etmezler. Ev sahibi döndüklerinde 50 dolar ve gümüş takımlarının çalındığını görünce çok üzülür ancak ertesi sabah olduğunda kapının önüne kocaman bir eşya kamyonu dayanıp, yepyeni eşyaları evlerine taşıdığı zaman üzüntünün yerini şaşkınlık ve mutluluk alır...eşyalar hırsızların hediyesidir :) filmimizin minik kahramanı kalabalık bir ailede yaşamaktadır, evdeki herkesin bir favori programı vardır onunkisi ise "Maskeli Kahraman"dır. Yahudi okuluna giden ufaklığın en büyük hayali maskeli kahraman yüzüğü almaktır. Arkadaşları ile konuşurken aklına dahiyane olduğunu düşündüğü bir fikir gelir. Haham'ın ayinlerinden birine katılır. Haham Filistin'de kurulacak Yahudi Devleti için onlara para kutusu dağıtacaktır. Para kutularını alıp Filistin'deki devlet için para toplamaya koyulurlar ancak annesi olayın maskeli yüzükle ilgili olduğunu öğrenince onu kulağından tutup doğruca Haham'a götürür. Haham durumu öğrenince -maskeli yüzükle dondurmamı... diye bağırırken, annesi, -hep radyo yüzünden haham efendi, her akşam radyo dinliyor ne yapacağız bunu, plaja git, temiz hava al, güneşte oyna diyorum dinlemiyor(tanıdık geldi de mi bugünün pc bağımlısı çocukları gibi) , der.

Haham da - arada dinlerse sorun yok, ama devamlı dinlemek olmaz, kötü hayallere kapılır, tembelliğe yol açar şeklinde bir nutuğa başlayınca, çocuk, hadi ordan haham efendi sanki sen dinlemiyorsun havalarıyla dile gelir ama  şu şekilde :Doğruyu söyle bana kızılderili dostum...ve hahamdan bir güzel tokat yer, yetmez babası da döver, yetmez annesi de döver ama ne dayak sahnesi gülmekten kırıldım  ve bu daha başlangıçtı... filmin tamamı müthiş, bir kere çok güzel bir dönem filmi, tarih filmi, komedi filmi, drama ne ararsanız var. Sizlere bir iyilik yapıp linkini de ekliyorum özellikle benim gibi Woodykolik olan ama benim bulduğum filmleri bulamadığından yakınan(çok eskileri bulmak zor oluyor) arkadaşlarım için,(site pek tekin görünmüyor ama bulabildiğim tek adres bu, reklam tanıtımını geçin)  http://unutulmazfilmler.com/radio-days-radyo-gunleri.html#izle,   http://my.mail.ru/video/mail/aaronseries/_myvideo/158.html#video=/mail/aaronseries/_myvideo/158 size tavsiyem benim gibi yapın, tüm telaşeyi ardınızda bırakın, hiç bir şey de pişirmeyin bugün, kendinize dışarıdan bir şeyler sipariş edin, rahat bir koltuğa uzanın ve filmin tadını çıkarın. Ben mi, ben de oturup şimdi 2.ye izleyeceğim                

11 Şubat 2014 Salı

Ölümden Ne Korkarsın, Korkma Ebedi Varsın...Her Dem Yeni Doğarız, Bizden Kim Usanası


Şuna şiddetle inanırım ki, her kitabın bir vakti zamanı vardır. Ne zaman okunması gerektiğini kişi değil daha çok kitap belirler. Bununla ilgili çok ilginç deneyimler yaşamıştım. Defalarca elime alıp bir türlü okuyamadığım kitabı aylar ya da yıllar sonra gecenin 2si ya da 3ünde uyanıp, sanki o gün o saate kurulmuşum gibi kitaplığa giderek, elime aldığım sonra elimden bırakamadan okuyup, "meğer ne sürükleyici, ne güzel kitapmış" dediğim ve hatta ertesi gün kitapta yazan maceranın geçtiği şehri-ülkeyi görmek için hemen internet başından rezervasyon yaptırıp sırt çantamı alıp gittiğim çok olmuştur. Ve her zaman da güzel anılarla dönmüşümdür. İşte şimdi tam da ona benzer bir an yaşıyorum. Bir makale için kitap araması yaparken, kitaplığımda duran Ahmet Hamdi Tanpınar'ın "Beş Şehri" çarpttı gözüme, acaba aradığım şehirler aradığım zaman dilimi var mıdır diye bakınırken, kendimi nasıl olup da daha evvel bu kitabı beğenmediğimi sorgularken buldum. En  başta da belirttiğim gibi her kitabın vakti vardır, demek "Beş Şehir"in vakti de tam şu an şu dakikaymış, gerçi makaleme yarayacak bir bilgi çıkmadı, ama ben okurken keyif aldım, o sebeple ufak bir parça paylaşmak istedim,  bakın Ahmet Hamdi, Beş Şehrinden birini "Konya"yı   nasıl anlatmış : 

"Konya , bozkırın tam çocuğudur. Onun gibi kendini gizleyen esrarlı bir güzelliği vardır. Bozkır kendine bir serap çeşnisi vermekten hoşlanır. Konya'ya hangi yoldan girerseniz girin sizi bu serap vehmi karşılar. Çok ârızalı bir arazinin arasından ufka daima bir ışık oyunu, bir rüya gibi takılır. Serin gölgeleri ve çeşmeleri susuzluğumuza uzaktan gülen bu rüya, yolun her dirseğinden siline kaybola büyür, genişler ve sonunda kendinizi Selçuk sultanlarının şehrinde bulursunuz. Dışarıdan bu kadar gizlenen Konya, içinden de böyle kıskançtır. Sağlam ruhlu kendi başına yaşamaktan hoşlanan, dışarıdan gösterişsiz, içten zengin Orta Anadolu insanına benzer. Onu yakalayabilmek için saat ve mevsimlerine iyice karışmanız lazımdır. Ancak o zaman çeşmelerinden akan Çarbağ sularının teganni ettiği sırrı, zengin işlenmiş kapıların ardında sırmalı çarşafı içinde çömelmiş eski zaman kadınlarını andıran Selçuk abidelerinin büyüklük rüyasını, türkü ve oyun havalarının hüznünü ve bu oyunların ten yorgunluğunu duyabilirsiniz. Konya insanı ya bir sıtma gibi yakalar, kendi alemine taşır, yahut da ona sonuna kadar yabancı kalırsınız. Meram bağlarının tadını alabilmek için ona yerli hayatın içinden gitmek lazımdır. Konya tıpkı Mevlevilik gibi bir nevi initiation ister...Pek az şehirde Anadolu'yu bu kadar yakından, mesamelere işleyen gizli ve değiştirici bir şua gibi duymak mümkündür. Çünkü Konya ne destandır, ne de ledünni sırların memleketidir...

bazen dile gelir Yunus gibi der:

"ölümden ne korkarsın 
Korkma ebedi varsın
...
Her dem yeni doğarız
Bizden kim usanası"

Bazen de Mevlana gibi dile gelir, söyler:

"sevdiğimi demez isem
Sevmek derdi beni boğar
...
Seni deli eden şey
Yine sendedir sende"

Divanına bakılırsa Yunus, Mevlana ile buluşmuş, meclisine ve semâına girmiş. Hatta bir rivayete göre Mevlana, Sakaryalı dervişe Mesnevisini okumuş, o da hürmetle dinlemiş, fakat kitap bitince "Hazret, güzel, çok güzel söylemişsin ama, sözü biraz uzatmışsın ! Ben olsam:

"Ete kemiğe büründüm
Yunus diye göründüm.
der,keserdim" demiş

(Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir, s.90-117)  

Bir insan bir şehri bu şekilde sayfalarca nasıl anlatabilir... nasıl keyifli nasıl güzel, insanın ruhunu besliyor resmen, bir yanı ile coğrafya bir yanı ile tarih diğer bir yanı edebiyat ve dahası yazıya ekleyemediğim nice güzel şiir...bir de ben mi yanılıyorum yoksa anlatım Braudel'in Akdeniz Dünyası ile tıpatıp aynı mı ? Beş Şehir 1946'da, Braudel'in Akdeniz Dünya'sı ise 1949'da yayınlanmış, insan merak ediyor şimdi acaba o dönem böyle bir anlatım şekli mi vardı yoksa sadece tesadüf mü, diye, ama bildiğim kadarı ile Braudel o kitabı yayınladığında kitabın dilinden dolayı akademi dünyası önce büyük bir şok geçirmiş, sonra da Braudel'e derin bir saygı beslemişti. Şu an benim  Ahmet Hamdi'ye beslediğim gibi...Bilgilenmek için değil sırf keyiflenmek için önce Ahmed Hamdi'nin "Beş Şehri"ni sonra da Braudel'in "Akdeniz Dünyası"nı okuyun derim.  

5 Şubat 2014 Çarşamba

Ayines-i iştir kişinin lafa bakılmaz, Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde

Sanıyorum ki, tatilin tek güzel yanı keyfine göre okuyup, canın istediği zaman yazabiliyor olmak. Bugün elime "Üç Tarz-ı Siyaset -Türkçülüğün Manifestosu-" isimli eseri almış okuyordum ki, kendimi sürekli muzipçe gülerken buldum. Gülmeme sebep olan kısımlara gelmeden evvel kitap hakkında genel bilgi vermek gerekirse, Fuat Uçar'ın hazırladığı kitap, oldukça akıcı bir dile sahip, ben elimden bırakamadım (tabi bu benim Yusuf Akçura'ya duyduğum meraktan da kaynaklanıyor olabilir). Doğruyu söylemek gerekirse ben kitabın Ziya Gökalp ile ilgili olduğunu sanıyordum o sebeple elime almamıştım ama Yusuf Akçura çıkınca benim için hoş bir sürpriz oldu. Daha onun adını gördüğüm ilk anda gülümseye başladım. Neden diye soracak olursanız, sebebi Halide Edib'tir. Derler ki Halide ile Yusuf Akçura, birbirine çok aşıkmış ve hatta aşkları "Türk Yurdu Dergisi"nin sayfalarında başlamış.Yusuf Akçura'nın kaleme aldığı "Emel ve İdeal" yazısı Halide Edib'in "Yusuf Akçura Beyefendi'ye" başlıklı Tanin'de kaleme aldığı cevabı ile aralarında karşılıklı bir yazışma başlamış, bu karışılıklı yazışmalar, Yusuf Akçura'nın "Halide Hanımefendi Hazretlerine" isimli yazısıyla romantik bir hâle dönüşmüştü, Yusuf Akçura, Halide Edib'in Tanin'de kaleme aldığı yazısına karşılık yazdığı cevap niteliğindeki makalesine şöyle başlıyordu "Muhterem Tanin'de "Emel" makaleme cevabınızı okuduğum zaman çölde vukuu mümkün olmayan mucizelerden birini görüyorum sandım. Rabbin meleğinin sesi bana doğru yolu gösteriyor gibi geldi..."(ayrıntılı bilgi için İpek Çalışlar'ın, Halide Edib'ine bknz) Nitekim aralarında bu şekilde başlayan bir aşk vukuu bulur ancak daha sonra Yusuf Akçura'nın aşırı milliyetçi kimliği bu ilişkinin bitmesine sebep olur. Aktardıklarına göre Yusuf Akçura, Halide'nin babası dönme olduğu için bu işin olmasının imkansız olduğunu belirterek, Halide'ye bir daha yüz vermez. Üstelik bu kadarla da kalmaz, Halide için daha sonra hep şöyle der "o kadın büyücü"...

Neden mi, çünkü Halide yaptığı konuşmalarda insanlar üzerinde müthiş etki bırakan bir isimdir. Niye mi, çünkü o zamanın Osmanlısına bakıldığında çok üst düzey bir beyne sahiptir, o zamanın sayabileceğiniz 50 önemli ismini toplasanız ancak bir Halide eder. Haa şimdi gelelim asıl meseleye, ben niye Yusuf Akçura'yı çok merak ediyordum, işte tam da bu sebepten. Halide ilk eşi Salih Zeki'ye çok aşık olmuş, ancak eşi eve bir kadın getirince kendi çocuklarından utanıp eşinden boşanmıştır. Halide kadar dolu bir beyne sahip bir kadının kocası nasıl olur diye merak ediyor insan, Salih Zeki gerçekten dolu dolu bir insandır, zaten Halide bu yüzden ona aşık olmuştur. Yusuf Akçura'yı da o sebeple heyecanla okudum ne tür meziyetleri varmış diye, ancak "Üç Tarz-ı Siyaset"inden başka bir şey göremedim, ve kesinlikle önemsizdir de demiyorum ama yalnızca varsa yoksa Türkçülük, dağarcığı o kadar. Zaten bu yönü ile Ziya Gökalp tarafından da hoş görülmemiş. Benimkisi biraz hayal kırıklığı, biraz da magazinsel, daha dolu dolu bir adam görmeyi bekliyordum. Halide'yi aşabilecek bir adam belki.   Şimdi itirazları duyar gibiyim, Halide'nin babası saraylı, dönme, tabi iyi eğitim almasını sağlayacaktı, gibi söylemler. Yusuf Akçura'nın babası da Tatar burjuvasının tanınmış fabrikatörlerinden, hatta adamcağız çok istemiş oğlu Rusça'yı öğrensin diye hocalar da tutmuş ancak Yusuf Akçura pek öğrenmek istememiş (Fuat Uçar öyle diyor). Nitekim sonunda Osmanlıdaki klasik harbiye eğitimi ve ardından Paris'teki Siyasal Bilgiler eğitimi ve netice itibari ile 1903 yılında yazıp bitirdiği "Osmanlı Saltanatı Kurumları Tarihine Ait Bir Deneme" isimli tezi. 

Enver Ziya Karal'a göre bu tez çok önemli çünkü :"Fransızca olarak kaleme alınmış, olayları örgütlerle kaleme açıklamaya çalışmış,sıkı bir eleştiri yapmış ve netice de Jön Türklerin Osmanlılık fikrinin boşa olduğunu, doğru olanın ulusçuluk" olduğunu söylemiş. İşte Yusuf Akçura'yı kıymetli yapan buymuş. 13.-14.yy'da uluslaşmaya başlayan bir Avrupa varken , hadi daha geç tarihe gelelim 18. yy sonu Fransız İhtilali ile hepten bu yola girmiş bir Avrupa dibinde dururken "uluslaşmak"tan bahsetmek mi büyüklük anlayamadım. 1500.ye Amerika Kıtası'nı keşfetmek gibi bir şey bence. A. de Lamartine'nin, daha III.Selim döneminde yazdığı "Osmanlı Tarihi"ni okuduğunuzda da Osmanlı için aynı vurguyu bulursunuz. Ya da pek çok Türk aydınında. Bir de şöyle bir durum var gün gelecek Ziya Gökalp'e hak vereceğimi hiç düşünmezdim ama (hayat işte), herkes elindeki devleti kurtarma çabasındadır. Ziya Gökalp'in İslamı, Osmanlıyı, Türkçülüğü bir çatı altında birleştirme çabası da bundandır. 1903 yılında ne yapsaymış Osmanlı, haydi, Türk olmayanlar dışarı, uğraştırmayın bizi, ya da gayr-i Müslim topraklarını kesip atalım mı deseymiş. Her şeyin vakti zamanı vardır. İttihat da "ulusçuydu" aslında, bunu daha 1908'in hemen akabinde gördük. 

Hem, Yusuf Akçura'nın üzerine vurgu yapılan ulusçuluğunu da bir ele alalım, şimdi pek çok milliyetçi, bana kızacak biliyorum ama, 

1- bir kadına "onun babası dönmeydi" o yüzden istemedim demek milliyetçilik değil, eğer gerçekten bu sebeple istemediyse, yaptığı olsa olsa ırkçılıktır (ki zaten aslında kendisi ırk esasına dayalı Türkçülük de der) (bugün kulağında küpesi var diye, milliyetçiler tarafından kapı dışı edilen ama aslında çok koyu ulusçu olan arkadaşlarım var benim) ya da karşındakinin kendisine 10 numara büyük geldiğini gördüğü için ( ya da aslında istenmeyen odur) kaçmak zorunda olduğu vakit verdiği tepkidir, yani çamur at izi kalsın, "o kadın büyücü" gibi ya da kedinin erişemediği ciğere mundar dediği durumdur "babası dönmeydi" gibi...bu durumu bir kadın olarak iyi bilirim, çünkü sürekli başıma gelmiştir. Erkekler dünyayı kendilerinin sandığından, kadınların asla ve asla zeki, çalışkan, üretken olabileceğini kabul etmez. Bazıları görüntüde öyleymişsiniz gibi davranır ama çoğu içten içe farklı düşünür. Sonra olay çamur at izi kalsına döner. En son katıldığım bir davette ayrıldığı eşi Türk olan bu sebeple iyi derecede Türkçe konuşan Amerikalı bir ekonomi profesörü ile tanıştığım vakit, doktora öğrencisi olduğumu söylediğimde elindeki şarap bardağını suratıma sallayarak "Amerika'da olsan MIT'de olurdun, Türkiye'de neredesin?" diye sorduğunda (bilmeyenler için söyleyeyim MIT söylemi aslında bir hakarettir, ben ilk tanışma anında çok maruz kaldığım için biliyorum, erkekler görüntüde iltifat ediyormuş gibi yaparak, aslında ciddi bir hakarette bulunur bu söylemle, güzel ama kafası boş olduğu düşünülen kadınlar (yahut yakışıklı ama o tür erkekler) için kullanılır-), "Türkiye'de olsan Bakırköy'de olurdun, Amerika'da neredesin?" karşılığını verdim, yudumlamak üzere olduğu içkisi boğazına kaçınca Bakırköy deyince neyi kastettiğimi anladığını da fark etmiş oldum, sonrası ciddi bir öksürük krizi, ardından klasik mahçup olmalar, bütün gece özür için, dönüp dolanmalar vs...Yani özetle erkekler genelde böyledir, dünyayı kendilerinin sanırlar, yetmezmiş gibi kendilerini çok zeki ve üstün bilirler...

2-bir anektoda göre diye aktarır Fuat Uçar "eşi Selma Hanım Akçura'dan ipek çorap istediğinde, eşine halkı yoksul olan bir ülkenin milletvekilinin hanımının ipek çorap giymesinin doğru olup olmadığını hatırlatır" bak şimdi nasıl sempati duydum...Osmanlı devam etmek zorunda değildir, diyen bir insana, şimdi nasıl içim ısındı...yahu arkadaşım senin ne işin var Türkiye topraklarında, kimin toprağını kime veriyorsun, hem madem o kadar vatanperver, milliyetçisin, gidip kendi topraklarında kendi halkını savunacaksın,  ona nazaran imkanları daha iyi bir başka Türk ülkesinde değil, ha ama tabi şimdi bu Yusuf Akçura ya erkek tabi, ulusçuluk falan diyor, ne kadar önemli ne kadar kıymetli, halbuki mesela Amerika'ya gidip rahatça en üst düzeyde yaşama imkanı olan Halide, Amerika'ya gitmeyip Kurtuluş Savaşı esnasında çamur deryası içinde kendi memleketinde günlerce at koşup, aç kalıp, uyumadan çalışmış olmasına karşın adını bile anmayın, mandacı deyin, neden çünkü o bir kadın, bu kadar basit, ne yapmış ki, tonla esere (edebi - akademik), sinema filmine imza atmış, yeni Türkiye'nin nasıl modern bir devlet olduğunu durmaksızın dünyaya anlatmaya çalışmış falan ne önemi var kim ki o? alt üstü bir kadın...

3-Hepsini geçtim, biri şu konuşmanın izahını yapsın bana:

Sovyet Diplomatın onuruna verilen bir ziyafette Mustafa Kemal'den sonra söz alan Akçura, Rusça bir konuşma yaparak Rusya'dan Rus uygarlığından övgüyle söz etmiştir. Rusya'yı "halkçılığın anayurdu" olarak tanımlamış ve Lenin'i Tolstoy ile karşılaştırarak, onu "Şark'ın ideaalistliğinden, mazlumiyetinden, Şark'ın, Garb'a yani zulme nefretinden yaratılmış bir kahraman" olduğunu söylemiştir(Fuat Uçar, s.40). 

Yapılan onca kıyımdan sonra Rusya'ya halkçı demesini de geçerim, banane madem onlar mutlu derim de Lenin'i Tolstoy ile karşılaştırmak,

16 yaşındaki yeğenlerimin usulü ile sormak istiyorum, bu neyin kafası yahu??? 

15 yıldır söyledim yine söylüyorum, Türkiye'deki milliyetçilik, içi kof, şekilcilikten öte bir şey değildir. Süslü milliyetçilik lafları etmek, bir ülkeye hiç bir şey katmaz, (zaten de yıkılmakta olan bir ülkeyi hiçbir fikir akımı kurtaramaz, buna inanmak saflıktır, siz kolunuzu alıp kesin sonra ortaya fikir akımları atın bakın bakalım o kol birleşiyor mu?) ayrıca bazen bu görüşün tam tersi fikre sahip bir insan binlercesinin yapamadığını, ortaya koyduğu önemli tek bir eser ile yapabilir. Nuri Bilge Ceylan'ın uluslararası alanda aldığı ödüller gibi, bir Türk evladının basit bir bilim projesi ile Türkiye'yi dünyaya tanıttığı ya da Sertap'ın Eurovision'da 1. olduğu zaman gibi, bunun binlerce örneği var. Yani ulusçuluk adına önemli olmak, ulusçuluk ile ilgili süslü laflar etmekten geçmiyor demek istiyorum, sevgili Ziya Paşa'nın da dediği gibi:

ayines-i iştir kişinin lafa bakılmaz 
şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde