28 Ağustos 2012 Salı

Günlerden Oyun, Mevsimlerden ise Banane


Dün gece uzun zamandır beklediğimiz yağmurun habercisi olan bir gök gürültüsü ile uyanınca çocukça bir sevinçle penceremi açtım. Yağmur mis gibi toprak kokusunu etrafa yayınca odamın içi, çocukluğum kokmaya başladı. Tam gözlerimi kapatmış yağmurun sesi, toprağın kokusu ile uyumaya çalışıyordum ki birden ağzımdan  aşağıdaki sözler dökülmeye başladı. Önce pek önemsemedim ama baktım ısrarla geliyor, gidip hemen yazayım dedim, ancak elektriklerin kesik olduğunu görünce bir müddet fener aradım. Sonra fener ışığında o satırlardan geri kalanını yani alttakileri kurtarabildim. Ben okuyunca pek bir beğendim belki siz de beğenirsiniz. İşin tek ilginç yanı dışarıda yağan deli gibi yağmur ve fırtınalı havanın böylesine güneşli ve neşeli günleri yazdırmış olmasıydı.  

Günlerden Oyun, Mevsimlerden ise Banane! 

Naylon terliğim ayağımda, fısıltılı tepelerin üstünde
Tepeler bana ninni söylerken, çocukça bir şarkı dilimde
Elimde ekmek domates
Cebimde bir avuç mutluluk
Dünya umurumda değil, ne gam, ne tasa ne de keder
Çünkü günlerden oyun, mevsimlerden ise banane!
Ama biliyorum bir yaz günü
Çünkü güneş göz kırparken, alnımda, tatlı, sıcak bir esinti

Elimde ekmek domates
Ben fısıltılı tepelerin üstünde
Tepeler bana ninni söylerken, annemin bohçası elimde
Bohçanın yükü ağır
İçi gam dolu, kaygı dolu bir de acı
Oysaki ben sadece çocuğum
Anlamam ne kaygıdan ne de gamdan
Açıyorum bohçanın ipini, salıyorum içindekileri gökyüzüne
Şimdi o da benim gibi hafif, o da benim gibi mutlu
Dünya umurumda değil, ne tasa ne gam ne de keder
Çünkü günlerden oyun, mevsimlerden ise banane!
                                                   
                                                    Nesrin A. Kanberoğlu
                                                    (28.08.2012 saat 02.10) 

24 Ağustos 2012 Cuma

"Hastasıyız"



“Hastasıyız” başlığını görür görmez konunun kim olduğunu anlamışsınızdır. Tabiî ki de Ayhan Sicimoğlu’ndan bahsediyorum.  Tv’yi her açtığımda neyse ki World Travel Channel var, neyse ki Ayhan Sicimoğlu ve Gusto var diyorum, yoksa cidden ne seyredebiliriz, bilmiyorum.  Aslında Ayhan Sicimoğlu uzun zamandır hakkında yazmayı düşündüğüm bir insandı. Ve bu blogda yazılmayı kesinlikle hak ediyordu.  Ama yazmaya nereden başlasam bir türlü bilemiyordum. Belki de içimden geldiği gibi doğruca yazmalıyım. Yaptığı gezi programlarında kendine has tavrı, hiç şaşmayan dilekleri, dilimize peleseng olmuş meşhur  “hastasıyız” sözü ile kendisi gönlümüze taht kurmuş olup, bünyemde çoğu zaman peşine takılıp dünyayı gezme arzusu yaratmaktadır.

Onun kadar çok olmasa da ben de seyahat işinin bir ucundan tutmuş, http://adaligezginler.blogspot.com/ yavaş yavaş geziniyor olsam da nasıl oluyor bilmiyorum ama her seyahatte bir biçimde kendisinin yokluğunu hissedip, “acaba Ayhan Sicimoğlu burada olsa buna ne derdi” demeden  geçemiyor, en az bir resmin altına da “hastasıyız” notunu düşüyorum, düşüyoruz. İnsanlar tarihçi olduğum için benimle seyahat etmenin çok farklı ve güzel olacağını dile getirir,  halbuki bana sorsanız “sevgili Sicimoğlu’nun peşine takılın” derim.  Kendisi de tarihe hasta olduğundan mı bilmem onun gördüğü şeylere olan tutkusu, yaptığı gezilerden aldığı zevk, onu diğer gezginlerden farklı kılıyor. Belki de bize varılacak noktanın değil, yolun kendisinin ne denli yaşanılası olduğunu göstermesini seviyorum ,-  tıpkı Gusto’nun içerdiği anlam gibi - bilmiyorum. Ama seviyorum. Müzisyen yönünden ve bazı sabahlar twitter üzerinden paylaşıp güne müthiş bir enerji ile başlamamı sağlayan müziklerinden bahsetmiyorum bile. 

(örneğin şuna bakabilirsiniz bence bu versiyon müthiş enerjik ve eğlenceli olmuş http://www.youtube.com/watch?v=yxp09H2mMLU&feature=related )

Kaç televizyon gezgini Estonya’ya gidip Rus Çariçesi Katarina’yı anlatırken “double yenge, iki taraftan da yengemiz. 1- Petro’dan 2- Baltacı Mehmet Efendi’den” der ? Ya da meclis binasının önünden elini kolunu sallayarak çekim yapabiliyor olmasına şaşırıp “yasssah kardeşim diyen yok" diye açık yüreklilikle şaşkınlığını dile getirir? Ya da Main’de bisikleti ile gezinirken bisiklete kapalı bir alanda 2 hoş polis tarafından uyarılıp bisikletinden indirildiğinde “özledik, bizde de güler yüzlü polis istiyoruz, polis gülecek, dövmeyecek” diyebilecek kadar cesur konuşur? Ya da hangi ülkeye giderse gitsin, ibadet alanlarına gidip her mum yakışında (ya da dilek tutulan her hangi bir noktada)  her seferinde kim tutup da “laik, çağdaş ilerlemiş daha modern bir Türkiye istiyoruz Allah’ım” diye dua eder? kim Brezilya festivalinin ortasında kadınlar tarafından çevrelendiğinde "buradan nasıl sağ çıkacağız anneciğim" diyebilecek kadar şirin olabilir? Sanırım gönlümüzde kurduğu tahtın sebebi,  onun içinden geçen her şeyi böylesine dile getirebiliyor olmasında. Elit bir kesimde yaşamasına rağmen ülkesine bu kadar bağlı olup, her daim insanların refahı, ülkesinin ilerlemesi, dünyanın barış içinde yaşayabilmesi için dua eden bir insan nasıl olur da gönlümüzde taht kurmaz ki? Sayesinde her daim insanlara anlatacak yeni hikayelerim oluyor ve ben şimdi yarın olsun da kolera yüzünden insanların nasıl şarap içtiğini, hatta bebeklere bile içirildiğinden bebeklerin nasıl da kör olduğunu anlatayım diye sabırsızlanıyorum. Yazımın başında da belirttiğim gibi neyse ki Ayhan Sicimoğlu ve Gusto var. Yoksa bu hayat çekilir bir yer olmazdı. Eskilerinde de dediği gibi “sevgili Sicimoğlu sen dünya durdukça dur emi?”


11 Ağustos 2012 Cumartesi

Acılara Tutunmak - Frida Kahlo



Bu gece bir kez daha anlaşıldı ki ramazan tez zamanda bitmezse fazla mesai yapmaktan beynim sulanacak.  Bu seneki ramazanın güzel tarafı ise olimpiyatlarla denk gelmiş olması (ama tabi bu benim beynimin sulanmasını engellemiyor). Böylece bir yandan yemeğimizi yerken bir yandan gündüz yapılan yarışların tekrarını izleyebiliyoruz.  Kahvaltılarımızı genelde mutfakta yiyoruz ve eşim bu sırada servis penceresinden yarışları izlemeye devam edebiliyor. Ancak ben ters bir noktada olduğumdan ekranı göremiyorum. Eşim bu sabah Brezilya ve Amerika arasındaki voleybol maçını izliyordu bir ara şöyle bir yorumda bulundu : hakem Rus galiba, bembeyaz bir ten kocaman bir bıyığa sahip”, yanıt veriyorum “tıpkı Troçki evet Rus olabilir” (hakemi görmedim bile ancak gözüme birden Troçki’nin suratı geldi. 2 gün önce hem bilgilerimi tazelemek hem de merak ettiğim bir şeye bakmak için Troçki’yi okuyordum ve adamın resmine oldukça uzun süre bakmıştım gördüğüm son resim  olduğundan olsa gerek direk gözümün önüne o geliyor)eşim suratıma bakıyor “o kim?”

Hadi canım der gibi bakmıyorum bu sefer diğer yandan ukelalık yapabileceğime sevinerek ama sıradan bir ses tonu ile, “Troçki işte” diyorum, “meşhur Lev Troçki Rus Devrimi’nin Bolşevizm’in liderlerinden hatta  Kızıl Ordu’nun kurucusu ve komutanı, ve isminden de anlaşılacağı üzere Troçkizmin de babası”(sağdaki resim) Bakıyorum ki eşimde en ufak bir ilgi kırıntısı yok. Halbuki sabahın bu saati güzel bir bilgi aktarımı yapabileceğim için mutluydum. İlgisini çekebilmek için –ama yine sıradan heyecansız bir ses tonu ile- başka bir noktadan giriyorum olaya “ama bence en ilginci de Frida Kahlo ile yaşadığı aşk” diyorum istediğim etkiyi yaratmış olacağım ki bakışlarını bana çeviriyor? “adam Rusya’da yaşıyorsa nasıl aşk yaşamışlar ki, o kadın İspanyol falan değil mi?” diyor ve alıyorum sazı elime  “değil mi hayatım, üstelik o vakit dünya henüz küreselleşmemiş bile ama Rus Devrimi’ne  adını vurmuş bugün hala önemini koruyan bir adamla resme damgasını vurmuş Meksikalı bir kadının aşk yaşamış olması ne ilginç”. Beni tarihte de en çok etkileyen böylesine ünlü isimlerin yaşadığı aşklar olmuştur. Bir de dönem malumunuz şimdiki gibi değil, yazılan mektupların, şiirlerin haddi hesabı yok. İnsan okumaya doyamıyor.  Troçki ile Kahlo arasındaki aşka gelince, Troçki Lenin’den sonraki ikinci isim konumundadır. Ancak Lenin ölüp de iktidar boşluğu çıkınca Troçki Stalin ile iktidar kavgasına tutuşmuş ve tahmin edeceğiniz üzere kavgayı Stalin kazanmıştır. Böylece Troçki’ye de sürgün kapısı (Stalin kendiisne suikast girişiminde bulunduğunu söyleyeip postalayacaktır adamı) görünmüş.  Troçki, Kahlo’nun eşi Rivera’nın Meksika cumhurbaşkanından aldığı özel izin ile Meksika’ya gider ve eşi ile birlikte misafir olarak Kahlo’nun evine yerleşir. Ancak bu esnada Kahlo ile eşi 2. Kezdir boşanmış olduklarından Rivera San Fransisco’da bulunmaktadır. Bu misafirlik döneminde Kahlo ile Troçki arasında aşk, hatta bir ilişki başlar ancak Troçki’nin eşinin bu ilişkiyi fark etmesi üzerine 

Kahlo ilişkiye son verir. Şimdi buradan bakıldığında pek de ahlaklı ve adilce görünmüyor insana, sonuçta aşk yaşadıkları evin içinde Troçki’nin eşi de vardır. Ama söz konusu Frida olduğunda adaletten pek söz etmemek gerekir değil mi?  Hayat ona da pek adil davranmamıştır, çocukken çocuk felci geçirmiş, henüz bedeninde bunun fiziksel etkisi ile yaşamaya çalışırken okuldan geldiği bir gün içinde bulunduğu otobüs bir tramvayla çarpışmış. Frida bu kaza sonunda pek çok kişinin aksine ölmemiş ancak ölmekten beter olmuş (omurgası bel bölgesinden 3 noktadan kırılırken köprücük kemiği ile kaburgaları da kırılmış, yetmemiş sağ bacağı 11 yerinden kırılıp ezilmiş, sol omzu çıkmış, leğen kemiği 3 farklı yerden kırılmış en korkuncu ise çelik çubuk karnının sol tarafından girip cinsel organından çıkmış). 32 kere ameliyat edilen Kahlo resmen doktorlar tarafından bir puzzele gibi yeniden inşa edilmiş.  Ancak yeterli olmamış çocuk felci yüzünden sakat olan bacağı kangren olunca kesilmek zorunda kalmış, kadın ömrünün sonuna dek korseler içinde, fiziksel acılara mahkum kalmış. Zaten Kahlo’yu Kahlo yapan da bu acılar zinciri olur. Kadın o kadar çok acı çeker ki çektiği acıların etkisini hafifletmek için ailesinin desteği ile resme tutunur ve durmadan resim yapar. Yatağa mahkum olduğu sıralarda tavanına astırdığı ayna ise kendisine ait muhteşem otoportreler yapmasını sağlar. Sonrası mağlum hikaye Rivera ile tanışması aşkları evlilikleri boşanmaları yine evlilikleri yine boşanmaları vs evet meşhur olmasında eşinin etkisi yadsınamaz ama yaptığı muhteşem tabloların özünde yatan şey acılarıdır, tıpkı Van Gogh’u da Van Gogh yapan etki gibi. Her ikisinin de yüzyıla damgasını vurmasını sağlayan şey tutundukları acıları, sahip oldukları delilikleri, ruhlarının bedenlerine sığamayışıdır.  Bu sıkça düşündüğüm bir sorudur Van Gogh da Kahlo da bu denli  acıya sahip olmasaydı o denli büyük olabilirler miydi ya da yine aynı resimlere imza atabilir miydi, hiç sanmıyorum.  Kahlo o kazayı geçirmeseydi, ressamlarda şok etkisi yaratan “Kırık Kolon” isimli eserine(sol üstteki) imza atabilecek, yatağa mahkum olduğu dönemlerden kalma ayna ve otoportre ilişkisini kurabilecek miydi? 
Ya Van Gogh, meşhur “yıldızlı gece”(sağdaki) tablosunu yinelenen bir krizi esnasında yatırıldığı akıl hastanesinin küçücük dört duvar arasındaki odasından gökyüzüne açılan minik penceresinden bakarken yapmıştı.  Eğer Van Gogh, o deliliğe sahip olup, o hastanede yatmasaydı yine o resmi yapmış olacak ve ben sadece o resmi bıkmadan usanmadan saatlerce izleyip, Van Gogh’un acılarını tek bir resimde onunla paylaşabilecek miydim?  Bunları tam olarak asla bilemeyiz ama bildiğim bir şey varsa o da (yukarıda da belirttiğim gibi) ikisinin de acılarına tutunduğu ve ikisini de var edenin bu olduğudur.   

9 Ağustos 2012 Perşembe

Felaketim Olurdu, Ağlardım



Uykuyla aram hiç yok bu aralar, güneşin doğdunu da görüyorum battığını da. Kimi zaman bir yazar kimi zaman da bir şair konuk oluyor bu sabahlara. Bu sabah elimde “K”, gözüm Attila İlhan’da. Öyle güzel anlatıyor ki “K” yazmadan,  paylaşmadan geçemiyorum:

Kanatları parça parçaydı ağustos gecelerinin, yıldızlar kaynıyor ve İstanbul şangur şungur ayaklarınızın dibine dökülüyordu. Tren çığlıkları içindeki sirkeci dökülüyordu. İntihar dumanları tütüyordu Haydarpaşa Garı’ndan, İstanbul kirli dudaklarını uzatıyordu ve biz kendimizi yani o bildiğin Atilla İlhan’ı zehirlemeye çalışıyorduk. Şiir yazıyordu o ve gece yarısı tenha olmuştu her yer. İstanbul’du karanlık, İstanbul’du tenha olan… Aldanmıyorduk, kulaklarımızdan kan fışkırıncaya kadar onun emrindeydik, biliyorduk. Ama o unutmuştu bizi; Birader, Mırç ve beni… İşte bu yüzdendi bedenimizdeki cüzamın izleri. Cüzamlı kadınlardan kaptığımız aşk yaralarıyla bizi orada tutan. Onlara kızamıyorduk ya, bu yüzden kızıyorduk ona ve Atilla İlhan yüksek perdeden bağırıyordu o gece:

“Ulan bunu sen de bilirsin İstanbul, Kaç kere yazdım kim bilir
Kaç kere kirpiklerimiz kasaturalara dönmüş diken diken
1949 Eylül’ünde birader mirç ve ben, sokaklarında mohikanlar gibi ateş yaktık
Sana taptık ulan, Unuttun mu?” 

Bir ateşin başındaydık. Ağustos Eylül’e karışıyordu işte. Sen Ağustos’tun o vakitler; ben Eylül, işte bu yüzden çok yaş farkı yoktu aramızda. Birader, Mırç ve ben, Atilla İlhan’dan kalma bir yalnızlığı demliyorduk masalarda. Birader şaraptan korkardı en çok. Çünkü “şarabın gazabından kork” dedi, Atilla İlhan, “fena kırmızıdır…” ve birader hiç şarap içmezdi ama jilet yiyen bir kıza aşık olmuştu. Karanlığın en tenha olduğu yerlerde buluşurlardı. Şiir yazarak sevişirlerdi sabaha dek. Kızı nerede, nasıl görse; aklını başından alırdı ağzı. Saçları şıra köpüğü, kaşları bıçak izi kırmızı…

“kızıl demirden bir ünlem, salınması yangın yalnızı
Korkmasam öpmeye eğilsem dişleri elektrik kırmızı
Çarpılmış başım sersem, sevdim jilet yiyen kızı
Göğsündeki kumrulara değsem, gagaları zehirli kırmızı…”

Ve yağmur hiç ses çıkarmadan götürdü beni…Yerine getirmedi bir şey. Yağmur yağarken akıyordum kaldırım taşlarının arasında, yollarda süzülüyordum ve kimsenin bilmediği bir şiir okuyordum avucumda sımsıkı tutup:

“Gözlerin gözlerime değince, felaketim olurdu, ağlardım
Beni sevmiyordun bilirdim, bir sevdiğin vardı duyardım
Çöp gibi bir oğlan ip ince, hayırsızın biriydi fikrimce
Ne vakit karşımda görsem, öldüreceğimden korkardım
Felaketim olurdu, ağlardım
Ne vakit Maçka’dan geçsem, limanda hep gemiler olurdu
Ağaçlar kuş gibi gülerdi, sessizce bir cigara yakardın
Parmaklarımın ucunu yakardın, kirpiklerini eğerdin, bakardın
Üşürdüm, içim ürperirdi, Felaketim olurdu, ağlardım
Akşamlar bir roman gibi biterdi
Jazabel kan içinde yatardı, limandan bir gemi giderdi
Sen kalkıp ona giderdin, benzin mum gibi giderdin
Sabaha kadar kalırdın,
Hayırsızın biriydi fikrimce
Güldü mü cenazeye benzerdi, hele seni kollarına aldı mı
Felaketim oğlurdu, ağlardım”   

İstanbul'u Dinliyorum Gözlerim Kapalı



Bugün uzun bir elektrik kesintisi yaşayınca (bilgisayar başında yazılarımı yazamadığımdan) kendimi hemen kütüphaneme attım. Elektriğin yokluğuna epey söylendim ama iyi de oldu ne zamandır elime almadığım edebiyat dergilerimi karıştırıp, hem sözcüklerin ahengi ile mest oldum hem de bilgilerimi, duygularımı tazeledim.  Elektrik kesintisinin hediye ettiklerinden biri de Orhan Veli oldu bugün. Dergi Orhan Veli’yi  öyle güzel anlatılmıştı ki ben de yazmadan ondan bahsetmeden geçemedim.

İpince bir adamdı, şairdi…Şairdi ama babasından çekinir sigara içemezdi yanında. Avucunun içinde sakladığı sigarası, ağzına yapıştırdığı türküsü ile çıktı bahçeye : “İstanbul’un mermer taşları / Başıma da konuyor martı kuşları”  diye mıraldanıyordu kendi kendine. Önünde uzanan İstanbul’a baktı…Öyle bir baktı ki hiç kimse kaçamadı onun gözünden, sonra derin bir nefes aldı sigarasından ve kapattı gözlerini. Kapattı ama İstanbul giriyordu gözkapaklarının arasından. Sonra oturdu toprağa ve dinlemeye başladı İstanbul’u…Önce hafiften bir rüzgar esiyordu; yavaş yavaş sallanıyordu yapraklar ağaçlarda…Serindi Kapalıçarşı, cıvıl cıvıl Mahmutpaşa…Loş kayıkhaneleri ile bir yalı dinmiş lodosların uğultusunu taşıyordu içinde…İstanbul’u dinliyordu gözleri kapalı…upuzun uzanmıştı İstanbul, sanki orada sadece onun için bekliyordu. Ona dokunsun bir şiir yazsın, gizli bir sigara sarsın da ikisi kimseye belli etmeden içsin istiyordu:

“Uzanıp yatıvermiş sereserpe, entarisi yırtılmış hafiften;
Kolunu kaldırmış, koltuğu görünüyor;
Bir eliyle de göğsünü tutmuş. İçinde kötülüğü yok biliyorum
Yok benim de yok ama…Olmaz ki! Böyle de yatılmaz ki!”

Sonra büyür Orhan Veli işsiz kalır, aç kalır para kazanması gerekir, ama serde yoktur çalışmak şairlik kıskanç uğraş zaten havalar da güzel mahvediyor insanı ve havalara atıp suçu bırakıyor işi

“Beni bu güzel havalar mahvetti,
Böyle havada istifa ettim
Evkaftaki memuriyetimden. Tütüne böyle havada alıştım,
Böyle havada aşık oldum;Eve ekmekle tuz götürmeyi
Böyle havalarda unuttum;Şiir yazma hastalığım
Hep böyle havalarda nüksetti;”

Ve o zaman başlıyor gökyüzünü boyamaya…

“işim gücüm budur benim, Gökyüzünü boyarım her sabah, hepiniz uykudayken.
Uyanır bakarsınız ki mavi. Deniz yırtılır kimi zaman, Bilmezsin kim diker; ben dikerim”
“hepiniz geçim derdinde. Bir ben miyim keyif ehli içinizde?
Bakmayın gün olur ben de; bir şiir söylerim belki sizlere dair,
Elime üç beş kuruş geçer, karnım doyar benim de”

Şiirler susunca sözü aldı babası “yazma artık yoksul olduğumuzu” dedi. “ele güne mahçup oluyorum, sen yazdıkça bakkal manav, kasap hiçbiri ama hiç biri para almıyor benden”

Böylece bedava yaşıyordu bir şair, hava bedavaydı su bedava…kelle fiyatına hürriyet, esirlik bedava… Ama rakı şişesinde balık olmak istiyordu o, vadenin dolduğunu biliyordu. Ölüm hemen yanı başındaydı, göçecekti bu diyardan. Bir çukura düşmüştü vaktiyle, şimdi çıkıyordu acısı, hem de en fenasındandı ağrısı. Şairdi şairlerin hası…elbet son bir şiir yazacaktı:

“Akşamüstüne doğru kış vakti, bir hasta odasının penceresinde
Yalnız bende değil yalnızlık hali, deniz de karanlık gökyüzü de
 Bir acayip, kuşların hali. Bakma fakirmişim, kimsesizmişim
Akşamüstüne doğru kış vakti, benim de sevdalar geçti başımdan
Şöhretmiş kadınmış para hırsıymış, zamanla insan anlıyor dünyayı
Ölürüz diye mi üzülüyoruz ki, ne ettik ne gördük şu fani dünyada
Kötülükten gayri?”







6 Ağustos 2012 Pazartesi

Marilyn İle Bir Hafta


Malumunuz olduğu üzere Ramazan ayındayız ve hava yaklaşık 40 derece, Ramazan’da evden çıkmama yanlısı olduğum için her gün kös kös evde oturmaktayım. Gerçi bunu bir yandan büyük bir lüks olarak algılıyorum hem oruç tutup hem işe gitmek (hatta dışarıya adım atmak) cidden zor. Bugün eşim iftarını iş arkadaşları ile okulda açacağından iftar yemeğim de tüm günüm gibi sessiz ve sıkıcı geçecekti.  Tüm gün evin içinde bir oraya bir buraya dolandıktan sonra (bir ara epey kitap okudum ama sonra o da yordu) film izlemeye karar verdim. Eşimin “sıkıcı” olarak nitelendirdiği oscarlıklar serimden “Marilyn İle Bir Hafta”yı takdım hazır o yokken izledim.  Film beklediğimden iyi çıktı. Beklediğimden diyorum çünkü kazara “Marilyn ile Bir Gece” diye bir kitap almış ve resmen hayal kırıklığı yaşamıştım neyse ki filmin kitapla alakası yoktu.

Marilyn Monroe’nin hayatından gerçek bir kesit sunan filmde Marilyn Monroe’nun “ The Prince and the Showgirl” isimli sinema filmi için İngiltere’ye gitmesi ve sette getir götür işlerini yapan bir asistanla yakınlaşması anlatılıyor. Ama olay sadece yakınlaşmadan ibaret değil, bu yakınlaşmaya sebep olan içsel fırtınalar, Marilyn Monroe gibi bir dünya starı görüntüsü altında yatan korkak, dengesiz, hastalıklı ve çaresiz kız çocuğu, İngiliz aktristlerinin Monroe’ya bakışı, ve her şeyden ötesi Monroe’nin kendine bakışı kesinlikle ustaca işlenmişti. Okumuş olduğum “Marilyn ile Bir Gece” kitabının aksine Marilyn filmde “seks objesi” olmaktan çok daha fazlası olarak gösterilmiş. “Marilyn ile Bir Gece” kitabında Marilyn’in başkan Kenedy ile tanışması ve ateşli birkaç gecesi anlatılıyordu ki sanırım para kazanılmak için yapılan ucuz edebiyat tam da bu olsa gerek. Şahsen filmi izlemesem kitaba dayanarak kadının tam bir sapık olduğunu söyleyebilirdim.  

Filmin müziklerine de değinmeden geçmeyelim, film başladığı andan itibaren müzikler kendilerini konuşturuyor. O kadar ki hem filmin müzikleri (onlardan biri ) http://www.youtube.com/watch?v=vJIlevZLghY&feature=share hem de film tüm gün içinde bulunduğum sıkıntıyı dağıtıp götürdü. Kendimi  filmi keşke günün çok daha erken bir saati izleseymişim demekten alıkoyamadım. Ayrıca dip not, yıllarca Harry Potter’ın Harmoni’si olarak izlediğimiz Emma Watson da filmde kendine güzel bir rol edinmiş. 6. Hissimden mi bilmem filmin İngiltere’de geçtiğini görünce Emma Watson aklımdan geçmedi değil. Yalnız Harry Potter filmindeki imajından kurtulmak için kısacık kestirdiği saçları postijle gizlenmeye çalışılsa da pek başarılı olunamamış gibi.  

İzlemenizi kesinlikle tavsiye edeceğim bu film hakkındaki yazıma yine filmden bir replikle son vermek istiyorum (ki bence filmin en ama en şahane sahnesiydi, o kadar ki bu sahne için bile izlemeye değer ben aynı sahneyi 4 kez izledim, asistan çocuk film odasına gelir, filmin yönetmeni odada çektiği filmi izlemektedir.  Çocuğun geldiğini gören yönetmen çocuğa döner –fonda müthiş bir müzik ekranda Marilyn vardır-ve büyüleyici bir ses tonuyla şöyle der ):

“sen evladım etkileyici şekilde yılmış gibisin
  eğlencelerimiz artık sona erdi
              Rüya dediğin şey de bizlerden olur işte
              Ve minicik ömrümüzü yine bir uyku noktalar.”
                                                                   
                                                       William Shakespeare   

İnsan Ne İle Yaşar

Tekrardan herkese merhaba

Bildiğiniz gibi 2 hafta önce yoğun istek üzerine bir seyahat blogu oluşturmuştum.( Gerçi daha yazılacak bir sürü ülke var henüz bitmiş değil).Ancak insanlar resim, kitap, film, tarih ve sanat hakkındaki fikirlerimi de merak ettiklerini bu konudaki düşüncelerimi de okumak istediklerini söyleyince  ikinci bir blog açmak zorunlu oldu. İşin komik yanı benim gibi yazmaktan hoşlanmayan bir insanın yaklaşık 2 hafta içinde 2. blogu oluşturmuş ve yazmaya başlamış olması. Böyle durumlarda en zor olanı ise blogun ismini oluşturmak oluyor. Ama bu sefer geçen sefere göre hiç zorlanmadım diyebilirim, eşim ismi ne olsun diye sorduğu an neredeyse hiç düşünmeden "İnsan Ne İle Yaşar" olsun dedim. "İnsan Ne İle Yaşar" sorusu özünde derin bir felsefeyi barındırıp blogumun içeriği ile doğru orantılı olmakla birlikte ayrıca sevgili Tolstoy'a ait bir hikayedir. Ve belki de benim bu yeryüzünde sevdiğim tek hikayedir. Romanları sevmeme rağmen hikayeleri hiç bir vakit sevememiş olan ben Tolstoy'un "İnsan Ne İle Yaşar"ına her daim hayran kalmışımdır. 

Yaratıcılığına ve gözlem yeteneğine hayran olduğum Tolstoy bu hikayede can almakla görevli bir azrailin başına gelen ilginç olayları anlatmaktadır. Azrail canını almaya gittiği kadının yeni doğmuş bebeklerine acıyıp da kadının canını alamayınca Tanrı onu cezalandırarak insan kılığında dünyaya yollar, ve yollarken de ona yeni bir görev biçer: "Git, annenin ruhunu teslim etmesini sağla ve üç gerçeği öğren: 1-İnsanın içinde ne vardır,  2-İnsana verilen ve verilmeyen nedir, ve 3- İnsan ne ile yaşar, bunları öğren ve sonra göklere geri dön. Çırılçıplak halde Rusya'nın soğuk ve fakir topraklarına düşen melek, başından geçen olaylar neticesinde bu 3 soruya cevap bulacak sonra da tekrar göklerin yolunu tutacaktır. Bu 3 sorunun cevabına gelince onu size ben söylemeyeceğim, kitabı alın ve 3 gerçeği Tolstoy'un size sunduğu yaşanmışlığı okuyarak öğrenin.