20 Ekim 2017 Cuma

Kuşlar Yasına Gider

Bu aralar gözümde sürekli iki damla yaş, oğlu savaşa gitmiş de dönmemiş nineler gibi orada burada ağlıyorum, hayat fazla hüzünlü geçtiğinden mi elimdeki kitap beni yasa boğduğundan mi yoksa her ikisi birbirine karıştığından mı bilmiyorum. Kazara birilerine yakalanırsam göz nezlesi oldum diyorum. Açıklama yapmaya halim yok. Bazen kendisinden gizli anneme kızıyorum, bu her an tüm dünya için ağlamaya hazır halimi bana hamileyken geçirdiğini tahmin ettiğim gözü yaşlı hallerine bağlıyorum. Tüm bu ruh hali yetmezmiş gibi bir de Hasan Ali Toptaş okuyorum, ölümcül bir darbe gibi!

Hasan Ali Toptaş, ismini duyduğum ama daha evvel okumadığım bir yazardı. Nedense şu an ondan "duyduğum ama okumadığım bir yazardı" şeklinde bahsetmek çok tuhaf geliyor. Sanki çok uzakta, buz tutmuş bir gölünün ortasında yapayalnız kalmış bir adamdan bahsediyormuşum gibi, uzak, mesafeli, soğuk...Halbuki onu okuyunca neden çok sevildiğini anlıyorum, o kadar bizden, o kadar tanıdık ki yazar demek tuhaf, saygısız hatta ayıp geliyor. O yüzden "büyüğümüz" "ağbimiz" demek sanki daha onu tanımlar ya da onurlandırırmış gibi yazar yerine "büyüğümüz, ağbimiz" demek istiyorum. 

Hasan Ali Toptaş'ın muhteşem bir Türkçesi, oldukça basit ve yalın bir anlatım tarzı var. Kitap akmakla birlikte koşmuyor, Anadolu'nun güzel yüzlerini olduğu gibi sunmuş. Kendi hikayesi mi yoksa tamamen kurgu mu bilemedim. Ama bildiğim bir şey varsa kurgunun da yazarın karakterinin bir parçası olduğudur, sanıyorum ki kendisini en çok da bu yüzden seviyorum. Uzakları gözleyen öylesi kırgın çocuktan, elinden geleni esirgemeyen öylesi saygılı, vefalı evlada... Kuşlar Yasına Gider, bir baba ile oğlu arasındaki ilişkiyi anlatıyor. Havası ilk andan itibaren çok ağır, hüzünlü bir hikaye onlarınki, finali bol gözyaşı... Ama oldukça kalbine dokunuyor insanın o kadarki her hastalıkta her cenazede gözümün önünden sevdiklerim geçiyor tek tek. Sanki gömülenler onunkiler değil de benimkiler gibi... O yüzden kısa zamanda bitirmek yerine zamana yayıyorum, her gün o hüzne o sıkışıklığa dayanmıyor kalbim. İnsan en çok ölümlerde anlıyor her şeyi. Sevdikleriniz gidiyor ve sonra hiçbir şeyin anlamı kalmıyor. Ne kırgınlıkların, ne kızgınlıkların hiç ama hiçbir şeyin...Sanki kalbiniz yerinden sökülüp alınmamış, sanki hiçbir şey değişmemiş gibi, dünya dönmeye devam ediyor,  giden gitmiş sizse biraz daha sessizleşip yalnızlaştığınızla kalıyorsunuz. 

İnsan sevdiklerine kırılıyor sevmediğine değil, o yüzden vakit varken gidip sarılın onlara, atın dargınlıkları. Biliyorum kolay olmuyor, biliyorum çünkü ben de kırgınım, hem de en değer verdiğim isimlerden birine, çoğu zaman gidip boynuna sarılayım bitsin bu kırgınlık diyorum, ama sonra onun tarafından dışlanıp uzaklaştırıldığımı anımsıyor ve hiç bir şey yapamıyorum. Yani benimki bambaşka bir durum. Benim sağ sağlim kalması için dua etmekten başka çarem yok, ama siz fırsatınız varken gidip sarılın sevdiklerinize, atın kırgınlıkları çünkü hayat keşkelerle geçirilmeyecek kadar kısa 

Ve bu arada Hasan Ali Toptaş okumayı da ihmal etmeyin sakın,
Yası bol olsa da  
Bir bakın bakalım güzel insan olmak nasıl bir duyguymuş 
              

24 Ağustos 2017 Perşembe

Aristo'nun Canı Sıkılınca

Yıl M.Ö. 400'ler, günlerden bir Pazartesi Sokrates, Platon ve Aristotales her gün olduğu üzere yine bir araya gelmiş felsefe yapmaktadır. Ancak uzun yılların bu şekilde geçmiş olması, günün de henüz haftanın başı olması sebebi ile bu muhteşem üçlüye bir sıkıntı basmış, Aristo'nun "her gün hep aynı felsefe yap yap nereye kadar, iki adım yol da alamadık" serzenişleri, Platon ve Sokrat'tan da destek alınca, üç kafadar 20 dakika sonra Agora'nın kapısında buluşmak üzere evlerine dağılıp, ellerinde çıkınları ile söyledikleri saatte söyledikleri yerde buluşur. Hayatlarından sıkıldıklarını bilmelerine karşın nereye gideceklerini bilmeyen üçlü, yaşadıkları şeyin Pazartesi sendromu olduğundan da habersiz, kendilerini Atina sokaklarından aşağı doğru salmıştır. Sokrat'ın güney şimdi iyidir, havalar da ısınmıştır söylemiyle Pire'den sandal kiralayan kafadarlar, daha da güneye en güneye inmeye karar verir. 

Az gitmişler uz gitmişler tesadüf bu yaa Aristo'nun dedesinin dedesinin göçtüğü ada olan Mikonos'a varmışlar. Adada o vakitler pek bir şey yokmuş, tek tük birkaç ev, bugünkü yel değirmenleri, birkaç su kuyusu, bir de sonradan şapel olacak mağaramsı yapı... Ancak mis gibi denizi bu muhteşem üçlüyü içine çekmiş, üstelik etrafa yayılan zeytin ağaçları da hayat vaad ediyormuş. Ortalık sessiz sakin, insanları ise çok misafirpervermiş. Bizim üçlü yel değirmenlerinin etrafında üç tur atmış, şapelimsi yeri gezmiş, ardından sonradan Küçük Venedik denilecek yerde denize nazır oturup beş el tavla atmış, sonra bir de ne fark etsinler, tavla atarken meğer yine felsefeye başlamışlar. Platon bu böyle olmayacak demiş, nereye gidersek gidelim biz yine aynı biz, bize yepyeni bir biz lazım...Ne yapar ne eder de biraz değişiriz diye düşünmüş taşınmış derken birden gözünün önünde bir ışık yanmış. Ansızın yanan bu ışık sayesinde namı dünyanın her yanına yayılmış, çapkınlıkları ile meşhur Giacomo Giralomo Casanova'ya güvercinle haber salıp onu adaya davet etmişler. Davete oldukça şaşıran genç ve yakışıklı Casanova ise düşünmüş taşınmış, İtalya'yı bırakıp gitmek olmazmış ancak davete icabet etmemek de olmazmış hem hayatlarından bezmiş bu üç ihtiyara biraz renk de katarım umudu ile yanında Voltaire ve Benjamin Franklin de olmak üzere, yüksek sosyeteden pek çok erkek ve kadınla adaya intikal etmiş. İşte Mikonos'un kaderinin değiştiği gün o gün olmuş, Casanove ve ekibi sayesinde Mikonos sessiz sakin kimsesiz bir ada olmaktan çıkıp dünyanın en meşhur parti adası haline gelmiş. 

Saat gecenin 3'ü, yorgun ve uykusuz halde yatağa koşup sonra da uyuyamayarak bilgisayar başına geçmemin üzerinden tam üç saat geçti. Ne yapayım bilemedim, sabahtan beri bir şeyler okuyorum o yüzden tek satır okuyacak halim yoktu, ben de yazayım dedim. "Mikonos"u yazmam isteniyordu, ben de yazdım! Tahmin ettiğiniz üzere yukarıda anlattıklarımın tek kelimesi dahi doğru değil :) ama Sokrat'ın da dediği gibi Mikonos'ta yaşanan Mikonos'ta kalır ;) ben şimdi size ne anlatayım. Şaka bir yana ayık kafa olduğumda yer ve mekan isimleri ile fotoğraf da seçtikten sonra seyahat bloğumdan yazıp atacağım. Ya bu ne miydi, hiç yalnızca kendimi uyutma çabaları... büyüklere masallar ya da uyuyamayanlara ninniler...artık ne derseniz, hem fena mı oldu sayemde hepsi aynı çağda yaşayıp bir araya gelmiş oldu;) 

Uyumanız dileğiyle 

Uyuyalım ki enerji dolu harika bir güne uyanalım  



Not: Bu arada canı sıkılan Aristo da bu durumda ben oldum

19 Ağustos 2017 Cumartesi

Mutlu Yaşama Sanatı

Geçenlerde bir gazete köşesi okudum, yazarın adı aklıma gelmiyor ama yazının içeriğini az çok anımsıyorum. Yazı 30'unu aşmış kadınların spiritüel hayata dalması ile ilgiliydi. Yazara göre 30'unu aşan kadınlar artık 20'li yaşlardaki kızlar gibi genç ve güzel olmadığı için spiritüel hayata dalmayı ya da dalıyormuş gibi görünmeyi tercih ediyordu. Bu kadınlar 30'unu aştığı için kadınlar artık önemli olanın dış güzellik değil içe varış, kendini bulma yolculuğu olduğunu söyleyerek aslında 20'lik hemcinsleri ile yarışamayacağı gerçeğinin üzerini kapatıyordu. Bu yazıyı yazan tabii ki de bir erkek, üstelik genç bir erkek, zaten yaşlı yani tecrübeli bir erkek olsa böyle bir tespitte bulunmazdı. 

30'unu aşmış, son aylarda özellikle spiritüel hayata fazlaca dalmış, bir yandan bu konularda durmadan okuyup diğer yandan yoga kursu arayan bir insan olarak ister istemez yazıyı üstüme alındım, kısa süre için de olsa yazarın söyleminde gerçeklik payı olabilir mi diye düşündüm. "Bilinçaltım 20'lik hemcinslerime karşı kıskançlık gösteriyor da ben mi fark etmiyorum" dedim. Ancak yakın zamanda üç farklı grupla üç farklı şehirde (üstelik yanında kendinden 10 yaş küçük kızların da olduğu gruplarla) 25 gün tatil yapmış bu tatil esnasında sayısız erkekten teklif almış (kendinden 10 yaş küçük erkekler de dahil), insanları toptan başından savmak için otel görevlilerine kendisini soranlara evli olduğunun yanında 3 de çocuğu var söylemini eklemek zorunda kalmış(otel görevlisinin söylediğine göre sormaya gelen onlarca kişi olmuş), tatilin yalnızca son akşamında 14 yakisikli ve genc İtalyan'ı geri çevirmiş, 20'li yaşlarında olduğunu düşündüğüm sarışın oldukça güzel ama biraz iri bir Hollandalı kız tarafından öpülmek için tuvalette kıstırılmış biri olarak söylüyorum, 20' lik hemcinslerime karşı en ufak bir kıskançlık duymuyorum! Üstelik pek çoğunun ifadesine göre ben 35 isem kendileri 45'miş. Ama yine de evet spirütüel hayata fazlaca merak sarmış durumdayım. Yani diyeceğim o ki yaş 30'u geçince başlayan spiritüel hayata dalma merakı 20'li yaşlardaki hemcinslerimizi kıskanmakla ilgili değil. Neyle ilgili olduğunu sorarsanız buna dair tek bir örnek veremem, çünkü bence herkesin hikayesi ve varış noktası farklı...

Ben hiç bir zaman spiritüel yaşamdan uzak değildim ama son zamanlarda bu denli yoğunlaşmama neden olan bazı olaylar oldu. Bunlardan ilki aylarca sağ elimi kullanamamış olmam, ikincisi çok sevdiğim bir arkadaşımın eşinin kanser olup doktorun 6 ay ömür biçmesi, diğeri ise yine çok sevdiğim başka bir arkadaşımın evladını yitirmesi...

Bir sabah uyandığımda sağ elimde dirsekten aşağı kadar hiç his yoktu, önce felç geçirdiğimi sandım, sonra durumun felç olmadığını anladık, tüm hayatı yazmak üzerine tasarlanmış birinin sağ elini kaybetmesi inanılmaz korkunçtu, ilk başta büyük bir öfkeye kapıldım, buna sebep olduğuna inandığım herkese büyük bir öfke duydum, oldukça sinirli zamanlar geçirdim yine de kimseyi kırmamak adına kendimi eve kapadım, üstelik tek sorunum yazamamak da değildi, bir su bardağını dahi taşıyamıyordum. İşin komik yanı ise hala tezi nasıl bitireceğimi düşünüyordum. Bu arada arkadaşım tez savunmasına girmek üzereydi, en büyük tutkusu çalışmak olan arkadaşımın derdi ise hasta olan oğlu ile vakit geçirmek yerine tezini yazmak zorunda olmasıydı. Oğlu hastalandığından beri hayata bambaşka baktığını artık maddesel hiç bir şeyin anlamı olmadığını söylüyordu, ya ölür de ben son günlerini bu aptal düzeltmelere ayırmış olursam diyordu, ne yazık ki tam da söylediği gibi oldu. Savunmaya girdikten 1 ay sonra oğlunun hastalığı arttı, uzun süre hastanede yattılar ve ne yazık ki oğlunu kaybetti. Çocukluk arkadaşımın eşine 6 aylık ömür biçilmesi ise bambaşka bir hikaye, yaşaması için etmediğimiz dua, toplamadığımız para kalmadı ama ne yazık ki ne dualarımız ne de paralarımız hiç bir işe yaramadı, 1 yıldır sürdürdükleri mücadele doktorun bitti artık demesi ile son buldu. 

Yaklaşık 1 ay önceydi, tez için düzenleme yaparken kendime fazla yüklendim, bir kez daha elimi kaybetme tehlikesi geçirdim, his %90 kayboldu. Doktorumun bu oyuncak değil canın istediğinde çok yorup sonra dinlendirerek elini iyileştiremezsin, bir gün elden boyna giden tel kopar ve his geri dönmez söylemi üzerine silkelenip kendime çeki düzen vermek zorunda kaldım. Uzunca bir tatil yaptım, fırsat buldukça bol bol okudum, okuduklarım arasında özellikle Dr. Ender Saraç'ın Ruhsal Gelişim ve Kader kitabı ile Joseph Murphy'nin Bilinçaltı'nın Gücü isimli kitapları benim açımdan dönüştürücü oldu. Dürüst olmak gerekirse Ender Saraç'ın kitabını başka biri yazmış olsa yani yazan Ender Saraç olmasa kitabı ciddiye almazdım. Kendimi kaderci bilirdim Ender Saraç tavan seviyesinde kaderci çıktı, diğer yandan söylediği bazı şeyleri yaptım ve bunlar beni oldukça pozitif ve mutlu biri hale getirdi (pozitif etkide arkadaşlarla geçirdiğim uzun tatilin payı da çok büyük, Ender Saraç da bu mutluluğu kalıcı yapmamı sağlayan önemli bir unsur). O kadar ki şu an elimin bu halde olmasını bir lütuf olarak görüyorum, ve bu beni çok mutlu ediyor. Kendimi çalışmaya çok kaptırdığında ağrıyıp sızlayarak durmam için uyarı verecek bir alarm gibi.. Eskiden kurulu bir robot gibiydim, erken kalk sporunu yap, ev işlerini bitir, bilgisayar başına geç ve uyuyana kadar kalkma, her şeyi yapılması gerektiği için yapıyordum. Yapmayı sevdiğim her şeyden en çok da kendimden uzaklaşmıştım. Şimdi ise uzun süre sonra yine kendim gibiyim üstelik hayata, insanlara, olaylara her şeye çok ama çok farklı bakıyorum. Bunda Ender Saraç ile birlikte pek çok yazarın etkisi var. Artık başıma gelen hiç bir şeyi, ya da karşımdaki hiç bir olumsuzluğu kişisel algılamıyorum, her şey programlanmış bir olay örgüsü, kişiler sadece figüran asıl olay ise tüm bunların ardındakileri görüp üst bilince varabilmekte, ve bunun için gereken de hakikati görebilmek. Hakikati görmeyi başardığımız sürece mutlu olmamamız için hiç bir sebep yok. Ve ben de aslında uzun süredir yaptığım okumalarla kıyısından ucundan bir şeyler kapmış olacağım ki kendimi gençlik zamanlarımda olduğu gibi canlı, mutlu, hevesli ve dinamik hissediyorum. 

Eskiden uyanır uyanmaz programlanmış gibi yaptığım sporla güne başlamak yerine tek başıma da olsa güne 45 dakikalık mutlu bir salsa ile başlıyorum (böylece kimsenin olmadığı plajda tek başına dans eden Eda Taşpınar'ın deli olmadığını anlıyorum)                   

Hayatımda beni yoran ne kadar enerji varsa hepsini kendimden uzak tutuyorum

Benimle görüşememekten şikayet eden ve beni "gerçekten seven" tüm insanlarla görüşüp beni mutlu etmelerine izin veriyorum

Okumak istediğim ama tezden çalmamak adına okumadığım ne kadar kitap varsa hepsini üst üste yığdım, canım ne zaman isterse açıp okuyorum

Aileme çok daha sık vakit ayırıp onları bolca gülümsetecek sürprizler yapıyorum

Kendimi yormamak koşulu ile tezimin başına geçiyorum (çünkü acı verse de yazmak beni çok ama çok mutlu ediyor)

İzlenecek filmler listesi yapıyorum 

Yeme düzenimizi değiştirmeye çalışıyorum, yemeklerin, evin kurulumunun her şeyin spiritüel yaşamla ilgisi var bu yüzden beslenme konusunda ciddi çalışmalar yapıyorum, artık eskisinden çok daha sağlıklı, leziz, besleyici ama hafif bir yeme stili yaratmaya çalışıyorum. Leziz ve sağlıklı yemek tatminkar ve mutlu insan yarattığı gibi hafif ve zihin açıcı olması insanı daha ayık tutar.  

Hayatımdaki tüm klişeleri çöpe attım, hayatımda "kim ne der"e dair en ufak bir yer bırakmadım

ve bunlara benzer onlarca madde yazabilirim 

ama temelde önemli olan mutlu edeni yakalayabilmek, öze varmak, sana aslında verileni görmek, yaşamı bırakmadan maddi olandan kopmak, insan olma yolunda minik de olsa bir adım atabilmek, her yolun kendine çıktığını bilmek, kendinden de çıkıp evreni görmek, koskoca evrende bir nokta kadar dahi yer etmediğini bilmek, ama bir bütünün parçası olduğunu da unutmamak ... 

Ve tüm bu bilinçlilik hali belli bir yol gerektiriyor, gencecik bir kızken çıktığım 1(,5) yıllık seyahat Yaradan'ı ve O'nun gücünü bulmamı sağlarken, 35 yaşımın getirdikleri ise hakikatin gördüklerimiz olmayıp gerçeğin bambaşka olduğunu, o gerçeğe varışın ise özden geçtiğini gösterdi. Şimdi tüm bu idrak hali ile keşfedilmeyi bekleyen bir öz ve koca evren dururken sen gel bu yolu 20'lik hemcinslere bağla! 


       

8 Mayıs 2017 Pazartesi

Uzun Bir Aradan Sonra

Gerçekten de uzun zaman olmuş yazmayalı, bu yazıdan sonra da muhtemelen çok uzun bir süre yazamayacağım. O kadar çok "neden yazmıyorsunuz" maili aldım ki, tek tek maillere cevap yazmak yerine buradan cevap yazmak benim için daha kolay olacak. Tam 1 aydır ciddi bir sağlık problemi yaşıyorum. O yüzden sağ elimi kullanamıyorum. Tezimi Haziran sonuna yetiştirmek için çalışma tempomu 14 saate çıkarmıştım, sanırım 2 hafta o tempoda çalıştım. Sonra bir sabah uyandığımda sağ elimde hiç his yoktu. Doktora gittiğimizde ilk teşhisin elle ilgili olduğu düşünüldüğünden bir müddet sonra şu an yaptığım gibi sol elle yazıp çalışmaya başlamıştım. Ancak bu sefer hem sağ el ve kolumda hem de boynumda dayanılmaz ağrılar baş gösterince daha kapsamlı bir araştırma yaptırdık ve neticede problemin sağ el değil boyundan kaynaklandığı anlaşıldı. 1 aylık süreçte sağ elime his geri geldi çok şükür ama eğer elimde bardak bile taşısam, ya da bazı günler çok iyi olduğumu hissedip 3 saat kadar ders çalıştığımda, dayanamayacağım ve günlerce geçmeyen ağrılarla kıvranmaya başladım. İlk başta sürekli tez kaygısı yaşıyordum zamanla baktım ki tezden daha önemli sorunlarım var, yemek pişirememek, hiç bir iş yapamamak gibi, bu sorunu yardımcı ile çözdük ama sağlık sorunum düzelmedi. Bana kalsa hemen ameliyat olmak istiyorum ama doktorlar kabul etmiyor, önce en az 6 aylık tedavi süreci diyor, hiç bir şey yapmadan iyileşecek olma düşüncesi mantıklı gelmiyor ama yapabileceğim bir şey varmış gibi de görünmüyor. O yüzden uzun bir süre bloğa da bir şey yazabileceğimi sanmıyorum(çünkü şu an bunu yazıyor olmak bile sancıların başlamasına sebep oldu). Bu arada rahatsız olduğumu duyanlar sanki başıma çok kötü bir şey gelmiş gibi davranıyor. Bu sadece bir süreç, üstelik psikolojim hiç olmadığı kadar iyi ve hiç olmadığım kadar keyifliyim, çünkü zoraki bir tatil süreci yaşıyorum, hobilerime, kendime, okumak, izlemek, tatmak istediklerime vakit ayırabiliyorum. Kaç tane filme gittim, kaç kitap bitirdim inanın sayısını bilmiyorum, gittiğim yemek festivalleri cabası, ayrıca geleceği düşünüp yapmak istediklerimi ya da bu haldeyken bile yapabileceklerimi düşünüyorum. Beni üzen tek şey pişiremiyor olmak, elimde merdane hamur açamıyor olmak onun dışında bir problemim yok. Hayat bitmiş değil, aksine tüm güzellikleri ile önümde duruyor tıpkı sizin için de olduğu gibi, daha fazla yazmam sıkıntı olacak o yüzden burada bitiriyorum, yoksa anlatacağım öyle çok şey var ki, inanılmaz...   

İlginize çok teşekkür ederim. 

Daha sağlıklı günlerde görüşmek üzere            

    

3 Şubat 2017 Cuma

Dante gibi ortasında mıyız ömrün ?

15 gün içinde ağırladığım 8. grup misafirlerimi de yüzlerinde gülücüklerle yollamış olmanın verdiği gönül ferahlığı ve içtiğim 6-7 bardak çay ve kahvenin verdiği kafa ayıklığı ile kendimi blog başında buldum. Uzun zamandır okuldu, evdi, misafirlerdi derken yazmaya vakit bulamıyordum. Ama bu süreç içinde nasıl yaptıysam bir roman bitirmeyi ve 2 filme gitmeyi de başardım. Onlardan kısa kısa bahsedeceğim. Ama onlara geçmeden önce söylemek istediğim bir şey var. Ben Sakarya'yı hiçbir zaman sevemedim, bu şehre hiç alışamadığım gibi bu şehri hiç yaşamadım, ömrüm okul, ev, spor salonu, avm dörtgeninde geçti, ama insanlarını çok sevdim, en alışamıyorum dediğim insanlara bile alışıp bağlandım. Daha 4 gün önce 7. grup misafirimi gönderdiğimde eşime "bir müddet kimseyi misafir etmeyeceğim yoruldum" demiştim ki ertesi gün sekiz ay önce evlerinden taşındığımız ev sahiplerimiz arayıp da "Nesiirin(ismimi hep böyle telaffuz eder) kızım sana gelmek istiyoruz" deyince kendimi yine mutfakta buldum, üstelik hiç de somurtarak değil büyük bir mutlulukla yaptım, yedik, içtik, Survivor izledik, arada Acun'u çekiştirdik, üniversiteli torunla beraber 55 yaş üstü grup için, instagramdan Şeyma Subaşı'nın resimlerini gösterdik (bu sıra takıldığım üniversiteli genç nesil arasında çok konuşulan ve özenilen bir isim, ben de onlar sayesinde kim olduğunu öğrenmiş oldum, ben aslında o ismi hep duyuyordum ama bir şov programının karakteri sanıyordum meğer sandığım kişi Melek Subaşıymış), biraz evlilik programlarını çekiştirdik derken bir akşam daha bitti. 

Dün arkadaşlarla otururken bir arkadaşım bu sene 35 oluyorum, şairin dediği gibi ömrün yarısı mı bilmem ama benim için bir dönemeç olduğunu hissediyorum sizde de öyle mi, diye sorunca ben de bu yıl 35 olacağımı ama hiç de ömrümün dönemecindeymiş gibi hissetmediğimi söylemiştim ki ne zamandır bilinçaltıma itip cidden unutmuş olduğum gerçekleri anımsattılar. O zaman ben de bir dönemeçte olduğumu fark ettim, sürekli tezimi bitirmek için uğraşmama, Haziran'ın sonunu hedef koymuş olmama karşın, artık 23 yıldır süren öğrencilik hayatımın sonuna geldiğimin farkında değildim, geçtiğim yolları yaşadığım yılları düşününce neleri aştığımın farkında değildim, her şeyden kötüsü artık hayatımın devamı için yeni bir şehre gitmem gerektiğinin -bu durumun daha evvel bilincinde olmama karşın aylardır bitirmeye odaklandığımdan- farkında değildim. Eskiden olsa yalnızlık da, yeni bir şehir de zor gelmezdi, ama artık yaşlılık mı, bağlılık mı her şey zor geliyor. Şehri değil ama insanlarını sevdim bu şehrin, ayda bir kez uğramadık mı aramaya başlayan teyzelerini, gece yarısına doğru arayıp dün gece nöbetçiydik sabah geldik sonra uyuyakalmışız ancak uyandık şimdi de canımız sıkılıyor ayık mısınız diye sorup atlayıp gelen doktorlarını, canı ev yemeği çekince bize anne yemeği yapsana diye arayıp kardeşini kapıp gelen dostlarımı, IQ seviyesi tavan yapmış ama yaşı gereği entellektüel yalnızlık çekmekten yıllardır depresyondan çıkamayan, sohbetine doyamadığım her seferinde 7 saat kesintisiz sohbet ettiğim - kendisi farkında olmasa da benim hayranlık duyduğum- gençlerini sevdim. Hatta ne yapsam memnun edemediğim, yaptığım her güzel şeyden şikayet etmeyi başarıp beni değil kendinden, yaşamaktan bile usandırıp depresyona sokan, bana daima bakan bulunur diyerek sana ne gerek var mesajını veren huysuzlarını! bile çok sevdim. Alışmam sanmıştım, çok alışmışım. Özlemem sanmıştım çok özleyeceğim. Yaş 35, şairin söylediği gibi benim ömrümün de yarısı eder mi bilmem ama arkadaşımın söylediği gibi bir dönemeç olduğu kesin.

Daha fazla duygusala bağlayıp da bilgisayar başında gözyaşı dökmeye başlamadan okuduğum kitap ve gittiğim filmlerden bahsetsem iyi olacak. İlki Orhan Pamuk'un Kırmızlı Saçlı Kadın'ı, kitap 2016 yılında yayınlanmış, "Kafamda Bir Tuhaflık"ta göklere çıkardığım Orhan Pamuk'a ne oldu öldü mü acaba ? diye düşünmekten alamadım kendimi, sonra kitabın kısa süre zarfında yazıldığını anladım. Kafamda Bir Tuhaflık sanırım 5 ya da 6 yıllık bir emeğin ürünüydü, o yanılmıyorsam 2 yıl önce yayınlanmıştı, sonraki yıl belli ki bu ürün çıkmış ortaya, bu benim de rahatlıkla yazabileceğim bir eser, kitap ana karakter Cem'in kuyuculuk yaptığı çocukluk dönemi ve sonra zengin bir iş adamı olduğu zamanı anlatıyor, hikaye değişik, Orhan Pamuk yine ilginç bir hikaye yaratmış itiraf etmeliyim ki kitabın ilk kısmını çok beğendim, yine bir ruh inşası vardı, gözümde bir Anadolu kasabası canlanmıştı, kuyudan su çıkacak mı diye hızlı hızlı okurken, ustanın başına gelenlerle meraktan çatlamak üzereydim ki ikinci kısımda tüm büyü gitti, alalade bir kitaba dönüştü eser. İkinci kısmını aceleye getirmekle çok büyük bir hata yapmış Orhan Pamuk. Kafamda Bir Tuhaflık gibi bir eser olma potansiyeli kesinlikle varmış. Emeğin çok olduğu, yıllara yayılan işler cidden kendini belli ediyor. Bu yüzden Orhan Pamuk'un "Kara Kitap"ını okunacaklar listesine koydum, Kırmızı Saçlı Kadın sonrası, Benim Adım Kırmızı'ya başladım ama misafirlerim sıklaştıkça okumaya fırsatım kalmadı, bitirince ondan da bahsedeceğim. 

Misafir ağırlama dönemimde yeğenim birkaç gün kalıp yardımda bulununca ben de boşluklarda kendimi onunla birlikte sinemaya attım. Önce Ata Demirer'in "Olanlar Oldu"ya ardından Vin Diesel'in "Yeni Nesil Ajan"ı na gittik. Ata'nın filmi Eyvah Eyvah serisi kadar güldürmüyor ama içinizi ısıtıyor, beni şaşırttığı tek nokta 4-5 yerde alenen küfür etmesi, bundan hiç hoşlanmadım hiç gereği yok üstelik kendisine hiç yakışmıyor. Diğer yandan film şu kış gününde sıcacık geldi, daha sinema koltuklarındayken kendimizi elimizde telefon, filmin çekildiği Sığacık'ta otel ararken bulduk, sıcak yaz günlerini özlediğimizi sürekli söylediğimiz yetmiyormuş gibi filmde de tatil bölgesine gidince içimiz bir hoş oldu. 

Vin Diesel'in "Yeni Nesil Ajan"ı, Hızlı ve Öfkeli serisine göre biraz fantastik kalmış, ama bu insanların da hızlı olduğundan şüpheniz olmasın. Açıkçası her iki film de aman aman filmler değil, ama ben bir kez daha gidip "Olanlar Oldu"yu keyifle izleyebilirim. Vin Diesel'in filmi ise ancak yokluk anında izlenecek bir film derim. 

Bu durumda ne yapıyoruz, Kırmızı Saçlı Kadın'ı şöyle kısa bir şeyler olsun dersek okuyormuşuz, Ata'nın filmine muhakkak gidiyor, Vin Diesel'in filmine ise vaktimiz bol paramız çoksa gidiyormuşuz.

Görüşene dek sevgiyle kalın.          

10 Ocak 2017 Salı

Kar Yağdı Böyle Oldu

Günlerdir yağan karın hediyesi olarak evde mahsur kaldığım yetmiyormuş gibi bir de tüm o günler boyunca tezden ödün vermeden çalışmaya devam edince sanırım beynimin tüm sinirleri yandı. Az önce elimde Ahmed Bedevi Kuran'ın kitabından "Fas'tan çıkarılmamız" yazılı başlığa bakıp uzun süre "Fars" mı "Mars" mı diye düşündükten sonra, "Fars mı İran mı yani, yok canım, o zamanki muhalifler İran'a kaçmazdı, bunlar Mars'a kaçmış kesin. İttihat Terakki bunlara Mars'ta da rahat vermeyip onları oradan da kovdurmuş, az değil bu İttihat" deyip Ahmet Bedevi Kuran ve ekibinin Rusya'ya kaçış maceralarını da anımsayıp gülümsedikten ve "oraya gitmeden evvel demek Mars'taymışlar" diye epey bir vahlandıktan ve bu arada evde bir tur atıp, 1 kase de yoğurt yedikten sonra Ahmet Bedevi Kuran ve ekibine acımaktan vazgeçip kendime acımaya karar verdim. Çünkü Mars'a kaçmış olamayacaklarını ayrıca evde kısa kollu bir üst ama kafamda bere ile oturduğumu ve muhtemelen resimdeki kız gibi ne yaptığını bilmez şaşkın halde göründüğümü ancak idrak ettim, ben de tezi kenara atıp bloğun başına geçtim. Çünkü evde çalıştığım zamanlar gelip gidip kendimi tez başında buluyorum ve şu an kafam tez yazmak için pek sağlıklı görünmüyor açıkçası. 
   
Size 2016'nın son günlerinde peş peşe bitirdiğim 2 kitaptan ve izlediğim 2 filmden bahsetmek istiyorum. İlk kitap Bella Andre'nin "Uzun Yağmurlardan Sonra" isimli kitabı. Kitabı okurken yazar bende büyük bir merak uyandırdı, kitabı bitirmeyi beklemeden hakkında biraz araştırma yaptım kendisi Stanford İktisat Bölümü mezunu, kitabın ilk sayfasında da şöyle bir söylemi var: Bir aşk romanı müdavimi olarak en sevdiğim aşk romanları, genellikle aileler hakkında olmuştur(bir kitabı bir günde soluksuz okuyup bitiririm vs vs)  Bunları neden yazdım hemen söyleyeyim, bu kitap bugüne dek okuduğum en ama en kötü kitaptı. Kadının kitapları satıyor doğru, ama ben yayıncı olsam ve bana bu kitapla gelse zahmet edip reddetme konuşması dahi yapmam kitabı doğrudan suratına fırlatırım. Beni daha önce bu denli sinirlendiren bir kitap olmamıştı. Kitap tam bir teknik facia, ayrıca söylediği kadar okuyan bir insan olsaydı, böyle bir facianın olması mümkün olmazdı, Stanford Mezunu bir insan üstelik ! Kitabın bir aşk romanı olduğunu düşünmüştüm, ama bildiğiniz porno filmin kitaba dökülmüş hali idi ama kızdığım nokta bu da değil, kızdığım nokta erotik sahneler dışındaki hikayenin ancak ilk okul seviyesindeki bir çocuk tarafından yazılabileceği gerçeği. Üstelik o kadar çok erotik sahne vardı ki bir müddet sonra kitabı okumadan durmaksızın atladım yüzlerce sayfa aynı sahneler vardı, en son sayfada hikaye devam ediyordu merak ettim nasıl bağlayacak diye, inanın olabilecek en kötü bağlamdı. Hiç bir şekilde hikayenin alt yapısı ilmek ilmek örülmesi, bağlantıları vs hiçbir şey yok.
     
Yukarıdaki kitaptan bahsederken aklıma gelen bir kitap söyleyeyim Julie Garwood "Yazgı" isimli eseri, bu iki kitabı peş peşe okuyun ne demek istediğimi çok iyi anlarsınız. Çünkü Yazgı'da da erotik ezgiler var ama o kadar dozunda ve hikaye o kadar sağlam ki kitabı bırakamıyorsunuz. Ve bir roman nasıl yazılır nasıl ilmek ilmek işlenir görüyorsunuz.

       Uzun Yağmurlardan Sonra, kitabını bitirince elime aldığım kitap Ayşe Kulin'in "Gece Sesleri" oldu. Evde mahsur kalınca kitaplıkta okunmamış ne varsa ona saldırıyorum, bu kitabı da o vesile ile okudum. İyi ki de okumuşum. Oldukça iyi bir kitap yalnız burada da çok şaşırtıcı tuhaf bir ilişkiden bahsediyor ama Ayşe Kulin yine kalemini konuşturmuş. Handan'ını saymazsak (onu bir kaza olarak düşünmek istiyorum) Ayşe Kulin oldukça iyi bir yazar. Bu kitabı da tavsiye ederim.
Yakın zamanda izlediğim 2 filmden biri "Best Offer" "En İyi Teklif", geçen akşam arkadaşım önerdi, sanat eserleri, müzikler, robatlar, bilim ... beğenirsin bence dedi. Öncelikle şunu söyleyeyim film bir festival filmi olmasına karşın bayıltmıyor, üstelik arkadaşımın söyleidği etkenlerden dolayı gerçekten beğendim, bir ara evet sıkıldım ama özellikle Vaucanson'un robotunu görmek için oldukça heveslendim, ayrıca filmin kahramanı soğuk, ciddi, zengin, kadınlar dahil tüm insanlardan uzak kalacak kadar bencil bir adam olan ve 70 lerine gelmiş müzayedeci ve koleksiyonerimizin aşık olup geldiği hali görmek i-na-nıl-maz-dı, aşk insana neler yapıyor sırf bunu görmek için bile izlenilir.
       
Bir diğer film ise, kitabı da olan vizyondayken izlemeyi çok istediğim ama kaçırdığım Jojo Mayers' in "Senden Önce Ben" isimli eserinin filmi, bu filmin bir saniyesinden bile sıkılmadım, çok hüzünlendim, çok eğlendim, keşke daha önce izleseymişim, Yalnız son 1 dakikası sanki biraz daha farklı olsa daha vurucu bir etki bırakabilirmiş. Will Traynor'ın aldığı kararı 2 gece düşündüm, ben ne yapardım diye kendime çok sordum, aynı kararı alırdım sanırım dedim. Kesinlikle izlenesi, çok güzel bir film özellikle filmin geçtiği yerler müthiş güzel, Londra civarında geçiyor, ama sanki bir masal kasabası.  
          O zaman ne yapıyoruz Ayşe Kulin'in Gece Sesleri'ni okuyoruz, sanat, müzik, bilim ve aşktan hoşlanıyorsak Best Offer'ı ve her halükarda Senden Önce Ben'i izleyip sahip olduklarımız için Allah'a binlerce kere şükrediyormuşuz. 
          Ben de ilk önce az evvel kazara açtığım, uzun zamandır açmadığım için birikmiş olan 2278 mailime bakıp(rakam konusunda ciddiyim ne yazık ki, kimler ne yollamış, ne yazmış bakabildiğim kadarına bakıp) gerekli cevapları bir kısmını verdikten sonra mühendis olan eşime neden hala ışınlanmayı yapamadıklarını soracak, ışınlanabilseydik şimdi hangi sıcak ülkelere gidip oralarda deniz kenarında güneşlenebileceğimizin bilgisini verip  ayrica serzenişte bulunacağım. 
  
               Sizler de görüşene dek bolca kitap ama önce sağlıkla kalın !     





Not: Işınlanma icat edilemeden öleceğim diye çok korkuyorum :) Ne vardı seyahat etmenin yolculuk kısmı kısa sürseydi !!!