12 Aralık 2015 Cumartesi

Kış Gelince

Okuldan bir arkadaşım uzun süre arşiv için İstanbul'da kalınca ayrı geçirdiğimiz zamanları telafi için haftanın bir gününü sinema günü yapıp birlikte geçirmeye karar verdik. Bu sayede 3 hafta içinde 3 tane film görmüş oldum. "Görmüş oldum" dedim çünkü ilkine eşimle diğer ikisine arkadaşımla birlikte gittim. Kışın güzel yanlarından biri hiç kuşkusuz sinemaya gelen filmlerdir, çünkü yazları insanlar tatil için yazlık bölgelere kaçtığından yaz ayları sinema sektörü açısından ölü sezondur. Ve benim gibi sinemasever pek çok insan film izlemek için kışın gelmesini bekler. Nitekim beklediğimiz kadar da varmış. Açılışı eşimle beraber gittiğimiz "Açlık Oyunları" serisinin son filmi ile yaptık. Ardından arkadaşımın tercihi üzerine Cem Yılmaz'ın "Ali Baba"sına, bugünse Murat Cemcir'in "Düğün Dernek"ine gittik. Filmlerden kısa kısa bahsetmek istiyorum. Açlık Oyunları bilindiği üzere seri film, önceki bölümleri izlemeden sonuncuya gitmenin bir mantığı yok. Öncekine gidenler zaten otomatik olarak bu bölüme de gidecektir, üstelik son bölüm olması filmi ayrı bir beklenir kılıyordu. Ben daha evvel kitaplarını okumuş olduğumdan benim için şaşırtıcı bir son olmadı. Buna rağmen Finnick'in ölümünü görmek zor geldi. Aradan 3 yıl geçmesine rağmen salonun yarısının(ben dahil) aynı anda alaycı kuş işareti yaptığını görmek insanların filmle ilgili ilk günkü heyecanı hala taşıdığını gösterdi. Seri filmlerin - kitapların bitmesinden hoşlanmam, hep sürsün isterim ama bu serinin bitmesini inanın iple çektim, çünkü çok fazla acı ve mutsuzluk vardı. Filmin en güzel yanlarından biri hiç kuşkusuz, ölümünün üzerinden neredeyse 2 yıl geçmesine rağmen bir kez daha Philip Seymour Hoffman'ı görmekti. Pihilp Seymour'a bir önceki bölümde yapılan veda bu bölümde yapılmamış, her hangi bir duygusallığa yer verilmemişti ancak Katnis'e son anda yazıp yolladığı mektubu dinlemek açıkçası beni duygulandırdı. Ve tabi bir kez daha söz etmeden geçemeyeceğim Julianne More beni daima hayrete düşüren, heyecanlandıran ve her seferinde kendine hayran bırakan bir isim olarak yine karşımızdaydı. 

Cem Yılmaz ve "Ali Baba"sına gelecek olursak, söz konusu Cem Yılmaz olduğundan filme giderken herhangi bir beklentim yoktu, sinema günlerine başladığım arkadaşım erkek olduğu için filme dair tek bir arzum vardı o da filmin olabildiği kadar az küfürlü olmasaydı. Cem Yılmaz'a dair söylenen klişe bir söz vardır "gördüğüm en zeki insan", insanlar bunu neye dayanarak söylüyor cidden bilmiyorum, insanlar içinde hiç bir espiri ya da mizah olmayan yalnızca küfre dayalı yapılan gösteri ya da filmleri zeka örneği sayıyorsa, bence bu durum Cem Yılmaz'ın zeki olduğunu değil, ona bunu söyleyen toplumun zeka seviyesinin düşük olduğunu gösterir. Filmin ilk sahnelerinde Barış Manço'lu bir sorgu sahnesi vardı güzeldi bir de en sonda şarkılı bir atışma vardı iyiydi. İkisinin toplamı 10 dakika değil, gerisi çöp. Bu ülkede bence bu işi layıkı ile yapan isim Ata Demirer'dir. Bize bir aile olarak tv başına geçip izlenebilecek hem sıcak hem de komik bir hikaye sunan o olmuştur. Bir de geçen yıl izlediğimiz "Bana Masal Anlatma" son yıllarda gördüğüm en komik ve usturuplu filmlerden biri. Seyredecek film ararsanız aklınızda bulunsun. 

Murat Cemcir'in "Düğün Dernek 2"si ise bu ekibin, bu zamana kadar yaptığı açık ara önde en iyi sinema filmleri olmuş. Birazcık müstehcenlik var ama abartılı değil, doğruyu söylemek gerekirse filme sıfır beklenti ile gittim, çünkü daha önceki sinema filmlerinde cidden çok sıkılmıştım, ancak bu oldukça iyiydi. 2.kısma kadar durmaksızın kahkaha attık, aradan sonra hafif bir durulduk derken sonra tekrar tam gaz devam etti son saniyeye kadar yağdırmış haldeydiler. Buna da gidin derim. İşin kötü tarafı haftaya ne seyredeceğiz onu bilmiyorum, çünkü başka Türk filmi kalmadı, yabancı filmler de şu sıra pek bir elle tutulur değil. Artık sırasıyla ne varsa izleyeceğiz.

Bu arada sizi bilgilendirmek istediğim başka bir kış güzelliği ise şu sıra neredeyse gelecek kışa kadar tüm otel ve uçak biletlerinde çılgın bir indirim olduğu. Yaklaşık 10 gün önceydi sanırım, internette gezinirken Rothenburg (Almanya)'a ait bir resim gördüm, "buraya derhal gitmeliyim" dedim. Ben internette nerededir tam olarak diye araştırırken eşim her yıl yanından geçip gittiğimizi söyleyince hayıflanmadan edemedim. Bir kaç gün sonrası için uçak bileti baktığımda (Stutgart'a) bilet fiyatı Pegasus'da 98 liraydı. Vergilerle 104 lira. Yani tek kişi git gel yol parası maliyeti en fazla (uçak servisi, Almanya'da tren ücreti vs) 300 - 350 lira. Airbnb ile ev kiralama vs derken haftasonu gezmesi yol parası artı 2 gece ev masrafı yaklaşık 500 Türk lirası civarı, inanın yurt içine de gitseniz aynı masrafı ödersiniz. Ancak benim pasaportumun süresi bittiğinden bu hafta sonu kaçamağına girişmedim. Ancak 2016 için Viyana, Milano, Barcelona ve için bilet baktık fiyatlar inanılmaz ötesi düşük. Sanıyorum Viyana 76 , Milano 90, Barcelona 150 civarıydı. Biz böyle erken sezonda biletleri ucuza alıyoruz sonra gitmesek bile yansın önemli değil diyoruz. Dün akşam uzun süredir görüşmediğim bir arkadaşımla yazışıyorduk, birbirmizi ne denli özlediğimizi dile getirince "hadi haftaya İstanbul'a gidelim, başbaşa bir kız gecesi yapalım" dedim (zaten İstanbul Modern'de "Sanatçı ve Zamanı" sergisini de görmek istiyordum). Nitekim otel bakarken hafta sonu pahalı olur düşüncesi ile cumartesi yerine cuma gecesine yer ayırttmayı planladım, önce Büyükada'da kalmayı düşünmüştüm booking'den daha önce kaldığım bir otelin fiyatına bakarken eşimin uyarısı ile adada kalmaktan vazgeçtim. Bu mevsimde Büyükada ölü olur. Açık ne restoran ne de cafe bulabilirsiniz. Daha evvel bu mevsimde kalma hatasına düştüğümüz için bunu biliyorduk ama ben unutmuşum. Fakat siz yine de gitmeyi düşünürseniz fiyatlar yaklaşık %50 indirimli haberiniz olsun. Bense ada yerine arkadaşımı "benim yolum" dediğim "Tarihi Yarımada"ya götürüp, az biraz tarih ama onu daha çok harika bir lezzet turuna çıkarmaya karar verdim. Bu yolun tam ortasında benim çok sevdiğim ve kalacaksam daima kalmak için tercih ettiğim bir otel var. Normalde fiyatları pahalı olduğundan açıkçası biraz tedirgin açtım fiyatı gördüğüm zaman (%40 indirim vardı) ücretin oda fiyatı olduğunu bile algılayamayıp tek kişi sandım, fiyatın bir de kişi başı değil oda fiyatı olduğunu görünce oldukça şaşırdım bari bu fiyattan bulmuşken standart yerine deluxe alayım oda geniş olsun dedim. Meraktan king odalarına baktım fiyatları normal sezondaki standart oda fiyatına düşmüş durumdaydı. Bir ara acaba almışken onu mu alsam dedim ama o zaman yaklaşık 100 lira daha ödemem gerekecekti abartmaya gerek yok dedim ve deluxe'de kaldım, yani söylemek istediğim eğer yakın tarih ya da ileriye dönük tatil planlarınız varsa şu sıra var olan indirimleri değerlendirin derim. İnsanlar zengin olduğumuzu ve o sayede çok gezdiğimi/zi düşünüyor ama öyle bir durum yok. Oldukça ucuza seyahat ediyoruz. çünkü indirimleri takip ediyoruz.  

Görüşene dek hoşça kalın.         
                              

7 Kasım 2015 Cumartesi

Grace'i Düşünürken ...

"Aşk seni çağırdığında onu izle, sesi hayallerini darmadağın etse bile"
                                   Grace'in Ardından

Nicole Kidman'ın Monaco Prensesi Grace Kelly'i canlandırdığı "Grace of Monaco" yanılmıyorsam geçen yıl çekilmişti ama ben filmi ancak bu yılın ortalarında izleme fırsatı bulabildim. Buzlar Kraliçesi Kidman'ın (filmlerden yapışan bir etiket mi yoksa gerçekte de mi öyle bilemiyorum) Grace Kelly'i canlandırmış olmasını ilginç bulmuş, büyük bir merakla filmi izlemeye koyulmuştum. Çünkü kafamdaki Grace daha sevimli bir karakterdi, Nicole Kidman gibi birinin ona nasıl hayat vereceği benim için tam bir merak konusuydu. Ancak filmi izlerken gördüm ki, Grace Kelly Monaco Prensesi olduktan sonra çok fazla sorunla yüz yüze kalmış. Hollywood'un efsane oyuncusu Monaco'da hiç de Amerika'da olduğu gibi büyük bir ilgi ve sıcak bir tavırla karşılaşmamış. Gerek Monaco'nun ileri gelenleri gerekse eşi Monaco Prensi Rainer'ın kız kardeşi ve diğerleri, Grace'in varlığından hoşnut değiller. O yüzden aslında oldukça zarif ve kırılgan olan Grace ayakta sağlam biçimde kalabilmek için istemeden de olsa zaman zaman buz kraliçesine dönüşmek durumunda kalmış. İşte o noktada anlıyorsunuz ki Nicole Kidman bir kere daha kendine yabancı olmayan bir role bürünmüş. Fakat her zamanki gibi rolünün hakkını da vermiş. 


Milyoner bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Grace Kelly, kendi arzusu üzerine Hoolywood'a adım atar, tam şöhretinin zirvesindeyken Prens Rainer'a duyduğu aşk sebebiyle tüm  kariyerini bırakıp aşkının peşinden Monaco'ya yerleşir. Monaco yılları hiç kolay değildir fakat buna rağmen aşkından da vazgeçmez. Ülkenin yaşadığı bazı sıkıntılar dahi onun üzerine yıkılmaya çalışılır. Eğer yanlış anımsamıyorsam o yıllarda Monaco tam bağımsız değil ve hala bazı noktalarda Fransa'ya bağlıdır. Grace Kelly, eşinin kız kardeşinin ihanetine rağmen gizli ve büyük bir girişim ile Fransız başkanının gönlünü kazanır ve bir gecede her şeyini kaybeden Monaco'nun bağımsızlığı kazanmasında ana etken olur. 

Sanırım 10-12 yıl önceydi, üniversite okuma gibi bir düşüncem yokken, okuduğum pek çok kitaptan etkilenip "tarih okuyacağım ben" diye tutturmuştum. Etrafımdaki insanlar da üniversiteye gideceksin bari daha prestijli bir bölüm oku demişler, ben inatla "tarih okuyacağım ben" diye diretmiş ardından da sınava hazırlanıp 2004 yılında tarih bölümüne girmiştim. O gün başlayan yolculuğumda zaman zaman farklı sebepler dolayısıyla tarihten kopuş yaşamışsam da her zaman yine ona dönmüş, tarih okumaktan daima keyif duymuşumdur. Üstelik sanıyorum ki başka meslek dalı yoktur ki bana prestiji de keyfi de çok daha fazla yaşatsın ! Lisans 1'den itibaren (iş yerindeki masam sürekli kitap yığılı olduğundan) etrafım sürekli insan ile dolmuş, önceleri patronumla görüşme saatinde gelen müvekkiller zamanla 1-2 saat erken gelmeye başlamış, ve masamda duran kitapların niteliği durmaksızın bir soru bombardımanı ve keyfine doyulmayan sohbetlere sebep olduğu gibi bana da sürekli yaptığım seçimin ne denli doğru olduğunu göstermişti. Diğer yandan evet Türkiye'de tarih ne yazık ki pek de değer gören bir meslek dalı değildi. Bundan 10 yıl önce tarihe ilgi duyan kısım daha çok hem maddi seviye olarak oldukça yüksekte hem de yaş olarak biraz daha 40 yaş üstü insanlardı(etrafımda benimle sohbet etmek için 2 saat erken gelen müvekkil profiline dayanarak söylüyorum). Hatta kız arkadaşlarım durumu farklı ele alıp arkamdan "o kadar güzel bir kız da değil" şeklinde yorumlayıp saçma kıskançlıklara kapılsalar da ben ayıp olmasın diye "insanlar Gülben Ergen'in aşk hayatını dinlemektense Sosyalizmi, Şiiliği, İslamı, Avrupa' yı, 80 ihtilalini, eğitim vb tonla konuyu cidden merak ediyor, bunları konuşmaktan büyük bir zevk duyuyor olamaz mı?" diye soramazdım. Yani burada önemli olan faktör ben değildim, önemli olan - değer gören faktör tarihin kendisiydi. Bu sebeple zaman içinde kız arkadaşlarım doğum günlerine dahi çağırmaz olmuşlardı, çünkü tarih okuyorum dediğim an tüm masa bir anda bana döner peş peşe sorular gelir ve tüm gece tarih konuşmalarıyla geçerdi. Bir seferinde arkadaşım "heeey benim doğum günüm benimle ilgilenin lütfen" diye alenen bağırınca bir grup insan sandalyelerini kapıp yanıma çökmüş fısıltı ile sohbeti devam ettirmişti :)  

Yurt dışına çıktıkça gördük ki tarih orada bambaşka bir değer. Hatta hiç unutmam Avusturya'dayken bir beyfendi mesleğimi sormuş ben de "I am historian" cevabını verince öylesine hayranlık dolu bir ilgi göstermişti ki, panik olup içimden sürekli "ne dedim ben, ne dedim ben, Allah'ım historian tarihçi değil miydi, ne demekti ki" şeklinde ciddi ciddi tedirgin olmuştum :) Ama zaman içinde gördüm ki Avrupa'da özellikle de zengin Avrupa ülkelerinde "tarihçi olmak" oldukça prestijli bir durum. Çünkü orada da aynı mantık var, çok zengin ülkeler ve insanlar tarihle uğraşıyor ve tarihe ciddi değer veriyor. Grace Kelly'nin hayatını anlatan filmden nasıl bu noktaya geldiğimi merak etmişsinizdir muhtemelen, anlatayım. Filmi arıyordum bu akşam tekrar izlemek için, o esnada 2 yıl önce Ilıca'da başıma gelen bir hadiseyi anımsadım.Onu anımsayınca yıllar evvel "bari prestijli bir bölüm oku" diyenleri de anımsadım. O sebeple Grace'den girip tarihten çıktım. 

Ilıca'da eşimle her yaz 2-3 günlüğüne bile olsa gidip kaldığımız bir otel var. Otelin en önemli özelliği tamamen kalabalık olsa bile daima sakin olmasıdır, insanlar oldukça saygılı ve sessizdir. İki yıl önceki gidişimizde de otel oldukça kalabalık ama her zamanki gibi sakindi. Deniz kenarında hem kum plaj hem de platformlar olmasına karşın doğal olarak insanlar genelde kum plajı tercih ediyor. Tatilin son iki günü platformdan ekmekle balık besleme olayına kaptırdım kendimi, çünkü balıklar o kadar devasa ve öylesine çoktu ki, ekmeği attığınızda bir anda pirana gibi neredeyse binlercesi doluşuyordu. Bu esnada 2 kız da bana katılmış birbirimize adımızı dahi sormadan 2 gün boyunca 3 kız balık beslemiştik. Bu esnada platformdaki dolu olan 2 şezlongun birinde 60 lara yakın bir bayan ile aynı yaşlarda bir beyin, 1-2 gündür orada olduğunu fark etmiştim. Bir ara kafasında kocaman bir şapka ile kitap okuyan hanımefendiye öylesine dalmışım ki, kadının durumu fark ettiğini dahi görmedim. Çünkü ben bayanın vücudundaki çillere takılmıştım (belki ilginç bulacaksınız ama ben çillere bayılırım, üstelik kocaman çilleri vardı vücudunda, yüzünü görmemiştim ama çillerin büyüklüğünden dolayı zengin biri olduğu fikrine kapılmıştım. Ne ilgisi var demeyin, bana göre var). Balık beslediğim kızlardan biri bana gülümseyip "Onu tanımış mısın diye soruyor" dedi. Şaşkınlıkla önce kızın sonra kadının suratına baktım ve tanımadığımı, sadece görüntüsü hoşuma gittiği için baktığımı söyledim. Ama kim olduğunu da sormama fırsat kalmadan, önce kız benim sözlerimi çevirdi sonra kadın gülümseyip sakin bir ses tonu ama pek de ilgili olmayan bir ifade ile Fransızca bir şeyler söyledi. Kız bana bakıp (uzun boyum ve zayıf yapım dolayısıyla bir de deniz kenarında şort modunda olduğumdan olsa gerek) "model olup olmadığını soruyor, gerçi öyle olsan muhtemelen ben bilirdim" dedi. "Hayır, değilim öğrenciyim tarihten doktora yapıyorum" dedim. Kız bu sözleri çevirdiğinde kadın kitabı kenara bırakıp yerinden doğruldu ilgili bir ifade ile bir şeyler söyledi, ve bir anda Fransızca çeviri eşliğinde kendimi Fransa, Türkiye, Osmanlı tarihinden kesitler anlatırken Atatürk'ten bahsederken buldum. Monaco'yu bilip bilmediğimi sorduğunda tabiki de bildiğimi, gördüğümü söyledim. Hatta  Grace Kelly'den bahsedince burukça gülümsedi. Bir şeyler söyledi. Kız suratıma bakıp "akşam yemeği için sizi davet ediyor" dediğinde, nihayet kendisinin kim olduğunu sordum. Kız gülümseyerek "Monaco Prensesi" deyince sanıyorum ki yaşadığım tanışmalar arasında beni en heyecanlandiran birkaç tanismadan biri oldu. İçimden bir anda İngilizce dile gelmek geldi ama Fransızlar çok milliyetçidir, Prens Rainer'ın da çok tutucu bir Katolik olduğunu anımsayıp belki o da öyledir diye Türkçe konuşmayı sürdürdüm. Ve daha sonra öğrenecektim ki kendisi Grace Kelly'nin kızlarından biriydi. Türk bir ailenin(çeviriyi yapan kızın ailesinin) misafiri olarak o sırada Ilıca'daydılar. Aslında otelde kalmıyorlardı vs

Yani diyeceğim o ki Türkiye'de yeni yeni değer kazanmaya başlamış olsa da "tarih çok kıymetli bir ilim alanıdır". Üstelik bazılarının sandığının aksine çok da prestijlidir. Tonlarca paranız olsa bile sahip olamayacağınız pek çok güzelliğe sahip olmanızı sağlar.  Çünkü altında büyük bir emek büyük bir birikim vardır. Tarihi bilmek kimliğini bilmektir. Kim olduğunu bilmek, ya da kim olmadığını yahut kim olmamanın ne demek olduğunu ya da kim olmanın seni diğerlerinden hangi biçimde üstün tuttuğunu bilmek bu başlı başına bir ayrıcalıktır. Ve ben bu ayrıcalığa sahip olduğum için oldukça mutluyum. 

Tarihinizi sevin evet ama derim ki Grace'i de izleyin, bakın bakalım başka ülkeler nasıl kurulmuş, bağımsızlıklarını nasıl elde etmiş, belki o zaman bir şeyler sizin için biraz daha anlam kazanır !                                         

31 Ekim 2015 Cumartesi

Sağlık Yazıları - Havalar Soğuyunca

Sabah eşim sitem ediyor "ben hastalanıyorum da aynı evde yaşamamıza rağmen sana niye bir şey olmuyor", o bunu sorarken ben ballı sütümü karıştırıyorum. Bir yandan da sütle, tahin pekmezi gösteriyorum, "ben senin gibi çay değil ballı süt, nutella yerine de tahin pekmez yiyorum" diyorum. İşin şakası bir yana havaların soğumaya başladığı şu günlerde etraf hasta insanlarla dolmuş durumda. Kimi görsem hasta. Çok şükür yılda bir kez ya da 2-3 yılda bir kez hastalanan bir insanım ve söylendiği üzere "Tanrı tarafından kutsandığımı" düşünmüyorum (Tanrı tarafından kutsanmak: yabancı film izleyen gençliğin ifadesi :) çok eleştirilen yanlarımın işe yaradığını düşünüyorum, diğer yandan niye eleştirildiğimi de anlamıyorum. Çünkü kimseye zararım yok, üstelik kendi yaşam biçimim beni mutlu ediyor ve sağlıklı tutuyor. Tabi sağlıklı yaşam biçimim sayesinde hiç bir zaman kanser olmayacağımı ya da hasta olmayacağımı ifade etmiyorum. Bu doğru olsaydı Murat Öz kanser olmazdı. Ama şu var ki, bu yaşam biçimi kanser olma sürenizi geciktirir. 30 ise 40, 40 ise 50'ye belki çok daha ileriye atar. Bu yaşam biçimindeki büyük pay : sağlıklı beslenme + spor + temiz hava sahasına ayrılmış durumda. Geçenlerde bir sempozyuma katıldım, tıp tarihi üzerine tebliğ sunan hocalarımız vardı, anlattıkları "inanılmazdı". O tebliğler sayesinde sağlıklı beslenmenin sandığımdan çok daha önemli olduğunu öğrenmiş oldum. Tatlı ya da ilaçların insanın doğasına göre yapılıp verildiği, Almanya'da boya sanayinin çıkmasıyla ilaç sektörünün geldiğini ve tek tip ilaçla tüm hastaların tedavi edilmeye çalışıldığı ve tüm tıp birikiminin nasıl bittiği, evrensellikten tekelliğe geçildiği vb konularda müthiş bilgiler aktarıldı. (Onlar bunu aktarırken İbn-i Sina'nın kanseri tedavi edişini anımsadım) İşin bu kısmı büyük bir bilimsellik taşımakta ve farklı bir yazı konusu o yüzden ben nasıl oluyor da yılda 1 kez hastalandığımı ve çok eleştirilen yanlarımı anlatmak istiyorum. 


Temiz hava sahası ile başlamak istiyorum. Havayı temizleyebilmek gibi bir yeteneğe sahip değilim tabi, ama yaşadığım ortamı temiz kılma şansına sahibim. Evlenirken olabildiği kadar az eşyalı, halısı olmayan ferah odalar yaratmaya çalıştım. Az eşyanın nedeni, sadece bir ev kadını olmadığım için temizliğin pratik şekilde yapılabilmesiydi. Halının olmama sebebi ise (bazı odalarda dekoratif amaçlı yolluklarımız olsa da), eşimin evlenmeden önce bir rahatsızlığı vardı, kendi evlerindeyken sürekli tıkanıyordu buna engel olmak istiyordum. Nitekim 4,5 yıldır bir kere bu sorunu yaşamadı. Özellikle evde bu tarz üyelere sahipseniz halı büyük bir düşman bilesiniz. Varsa da sürekli süpürün. İkincisi evi muhakkak en az 2-3 saat havalandırmalısınız, özellikle de kışın çünkü soba ya da doğalgaz ortamı kurutuyor, havayı kirletiyor. Eğer eşim evdeyse sabah erken kalkıp yatak odası dışında tüm odaların camlarını açıp ben mutfakta bir şeylerle meşgulken odaları havalandırıyorum. O uyandığı zamansa tüm camları kapatıp doğalgazı açıp o çıktıktan sonra yatak odasının camını açıyorum. Ayrıca önemli bir nokta, yatak odasındaki yatak başlıkları vb toz tutabilecek her yerin her gün tozunu alıyorum (bunu yapmak 1 dakika bile sürmüyor) 3. önemli bir nokta evi 3 günde 1 süpürüyorum. Bunu yapmak da hiç uzun sürmüyor yaklaşık yarım saat belki. 3 günde bir süpürme sebebim, camlar açık olduğundan hem bahçesi hem de yolun dibinde olan bir evimiz olduğundan ev durmadan tozlanıyor. Ve toz tahmin edemeyeceğiniz kadar büyük bir düşmandır. Farkındaysanız evi sürekli siliyorum demedim. Ev deterjan tarzı ürünlerle 15 günde bir siliniyor. Ve hava ne denli soğuk olursa olsun pencereler açılarak, çünkü suyun içindeki çamaşır suyu vb maddeler ciddi kanserojenlerdir. Yatak odasının peteğini 1-2 saatten fazla açık tutmuyorum çünkü serin bir odada uyumak sağlığınızı bozmaz ama kurumuş bir odada uyumak sağlığınıza ciddi zararlar verir. Eğer petek açık kalmışsa da yatmadan önce en az yarım saat pencereyi açıp odayı havalandırıyorum. Bunlardan dolayı çok titiz olduğum söylenip eleştiriliyorum ama öyle sanıldığı gibi temizlikte ışıldayan bir evim yok, sadece yaşam alanını havadar, kokusuz ve tozsuz tutmaya gayret ediyorum o kadar.          


Sağlıklı Beslenmeye gelince, bildiğiniz şeyler, kısa kısa yazacağım. Benim evime gazlı içecek girmez, kolay kolay hazır gıda girmez. Salam, sucuk, sosis tarzı yiyeceklere karşıyım ama eşim istediği için 4-5 ayda bir salam ya da sucuk alınır. Cips, çikolata vb atıştırmalıklara yani gereksiz ıvır zıvıra yer yoktur.Öğün asla atlanmaz, saat kaç olursa olsun kahvaltı yapılmadan evden çıkılmaz. Benim kahvaltımda klasik kahvaltılıkların yanında önemli bazı yiyecekler yeşil köy biberi(en yüksek c vitamini ondadır), limon soslu dereotu, kışsa muhakkak her sabah taze sıktığım portakal suyu, şu an portakal olmadığından ballı süt ve yumurta. Benim ifadesini kullandım çünkü eşim daha farklı beslenir, o klasik kahvaltılıklar yanı sıra her sabah muhakkak kaşık kaşık nutella artı çay içer. Bu yüzden özellikle kışları hep çocuk özlemi çekerim. Çünkü tüm kış her sabah üşenmeden aynı soruyu sorarım "sana da portakal sıkayım mı" o da her seferinde aynı cevabı verir "hayır". O esnada içimi bir özlem kaplar masanın etrafında boy boy çocuklar olsa, onlara "portakal mı yoksa havuç mu" diye sorsam onlar da mutlulukla (babaları gibi çay yerine) "havuç ya da portakal" diye bağırsa, 35 yaşına gelmiş bir adamın beslenme alışkanlığını değiştiremezsiniz ama çocukları kendinize benzetme olasılığınız yüksek. Annemle altlı üstlü oturan ağbimin kızı 6 yaşlarındayken yaşıtlarının aksine ekmeğinin arasına maydanoz ya da dereotu koyup yerdi. Ve bugün annem ne pişirirse o da mutfakta ona yardım ediyor, çocuklar tarafından sevilmeyen bamya, kereviz vb ne varsa yiyor. Ben kendime gerek beslenme gerek spor konusunda ne denli bakıyorsam eşim o denli umursamaz, "bana nescafe yapar mısın" diyor, belki kandırırım düşüncesi ile gidip kafasını okşayıp "ballı süt yapayım mı" diyorum (hasta olduğu için) tabiki de "hayır" cevabını veriyor. Üstelemiyorum, her ne kadar evli olsak da herkesin yaşamak istediği biçimde yaşamasından yanayım(ara ara doktora gidip kan tahlili yaptırıyoruz, doktor her seferinde aynı şaşkınlıkla aynı şeyi sorar: siz farklı evlerde mi yaşıyorsunuz, bu sonuçlar nasıl bu denli farklı çıkabilir? Benim sonuçlarım mükemmel çıkar eşiminkiler ise hep bozuktur) . Kırmızı etin sürekli tüketilmemesinden yanayım belli periyotlarda olmalı, balık ve tavuk da yine belli aralıklarla tüketilmeli. Bakliyat önemli bir unsur sık sık tüketebilirsiniz, ben bazen ayarımı kaçırıp bol miktarda pişirsem de beyaz unla yapılan kek, börek olayına dikkat. Bol sebze tüketin, bol salata tüketin, bol meyve tüketin, nutella gibi yiyecekler yerine tahin pekmez yiyin, siyah çay yerine yeşil çay tercih edin, ev yapımı reçel yiyin, hazır meyve suları yerine komposto yapın, ayran yapın. Yani özetle evde, tarifleriniz yeni ve havalı isimlerle olsa da eski usul annelerimizin, ninelerimizin beslendiği gibi beslenin. Ve dışarıdan alınan hazır ürün olayını azaltabildiğiniz kadar azaltın. 

Spora gelecek olursak, nerede ne yaptığınız hiç önemli değil, ister spor salonunda, ister sokakta, ister evde ama günde yarım saat yapacağınız her hangi bir hareket (yürüyüş, koşu, açma germe hareketleri, pilates vb) sağlıklı kalmanızı sağlayacak, sizi obez olmaktan koruyacaktır. Ayrıca enerjik olmanızı sağlayacaktır, spor insanı yormaz. Bu ilk günler yaşanılacak bir sorundur sonrasında ciddi bir enerji yüklemesi ile dolduğunuzu görürsünüz. O kadar ki enerjinizi nereye boşaltacağınızı bilemezsiniz. Müthiş bir koşuşturma içine girer buna rağmen duramazsınız. Spora gitmediğim günler bitkinken spor günleri tonlarca iş yapıyorum ve enerjiyi bitiremiyorum. 


Önemli bir diğer unsur banyoda kullandığınız ürünlere dikkat edin. Vücut şampuanları kullanmayın, onun yerine eski usul vücut sabunları kullanın, şampuan olarak da kimyasal şampuan yerine bulabiliyorsanız bitkisel şampuan kullanın. Sık duş alıyorsanız saçlarınızı sürekli yıkamayın ve sürekli keselenmeyin. Ben bazı günler 3-4 kere duşa girmek zorunda kalıyorum (her yemek pişirme faslı sonrası koku sindiği için duş alıp üzerimdekileri değiştiriyorum, aynı gün spor salonuna gitmiş oluyorsam havuza da gireceksem girmeden önce bir kez daha duş alıyorum ve en son spor sonrası tekrar komple yıkanıyorum, ya da evde iş yapıyorum en ufak tere tahammülüm yoktur kendimi yine duşta buluyorum vb), duş esnasında vücudu hamamda kese yapar düzeyde hırpalamamak gerekir. Onun yerine terden ya da kokudan arınacak kadar hafif düzeyde temizlik yeterli yoksa vücudunuzdaki koruyucu maddeleri atarsınız, egzama vb hastalıklara kapılırsınız. Ve hızlı yaşlanma başlar. Ayrıca diğer bir unsur ben kremin gücüne inanırım. Ev kadınları iyi bilir, ellerimiz neredeyse hiç sudan çıkmaz. Eldiven kullanmak şart ama çoğu kadın gibi bunu ben de yapmıyorum. Özellikle mutfakta sürekli deterjan ve soğuk-sıcak suya maruz kalan eller, kurumuş toprak gibi oluyor, ama iş bitince bol miktarda krem sürdüğünüzde yumuşacık oluyor, deterjanın ve suyun tüm tahribatı krem sayesinde gideriliyor. Aynı durum vücudunuzun diğer yerleri için de geçerli, ne denli kremlenirseniz o denli genç kalırsınız.

Sigara + alkol özellikle uzak durmanız gereken bir ikili. Alkol günah olsa da sağlık açısından sigaraya göre daha az zararlıdır. İçecekseniz de ayda yılda bir için, ama sigarayı hiç içmeyin. 

Ruhunuzu beslemeyi ise asla ihmal etmeyin, güzel bir film, müzik, kitap, tatil, seyahat, sergi, spa imkanlarınız neye müsaitse onu yapın ama muhakkak yapın. Ama film seçimlerine dikkat benim son film gibi intihar dürtüsü yaratmasın :)

Bir diğer sağlık yazısında görüşene dek şimdilik hoşça ve sağlıcakla kalın

27 Ekim 2015 Salı

Ölüm Vardı Ben Yaşamayı Seçtim


Yüzüne bakmak hayatın ve olduğu gibi sevmek ve sonra ondan vazgeçmek. Leonard, aramızda hep yıllar var, hep yıllar, hep aşk, hep saatler
              
                Virginia Woolf 

Yayınladığım son yazıya baktığımda zamanın ne denli değişmiş olduğunu görmek şaşırtıcı geldi. Son yazıda can sıkıntısından ne yapacağımı bilememekten bahsederken şimdi yoğunluktan neyi ne zaman yapacağımı bilemez oldum. Tüm bu koşturmacanın ya da durağanlığın içinde değişmeyen tek şey ise zamanın kendisi. O her saniye hem bedenimizde hem yüreğimizde bıraktığı izlerle akmaya devam ediyor. Her gün bir gün daha yaşlanırken, benden yarattığı insanı görmek beni dehşete düşürüyor. Daha sessiz, daha dirayetli, daha kararlı ama bazen her şeye boş vermiş...sevdiklerine karşı daha sabırlı ama diğerlerine daha tahammülsüz...Ama giderek artan sessizliğimin aksine kafamdaki sesler susmayacak gibi geliyor bazen, sussa daha huzurlu mu olur, bilmiyorum. Ne zaman büyük bir üzüntü, öfke ya da kırgınlık duysam arkama bakmadan gitmiş ve susmayı tercih etmişimdir hep. Sanki uzaklaşırsam her şey düzelecekmiş gibi...Sanki kafamdaki sesler benimle gelmeyecek, sanki kalbimi söküp bir kenarda bırakabilecekmişim gibi...Tamir olmayacağımı bilmeme rağmen gittim aslında, çünkü hayattan kaçarak huzur bulunmayacağının farkındaydım, ama bir umut vardır hep tamir olmaya, yaşamaya dair bir umut. Ve Virginia Woolf'un da dediği gibi ölüm vardır hep bense hep yaşamayı seçtim! 


Woolf demişken aslında tüm bu yazının nedeni Virginia Woolf'un "Yıllar"ı...Sarah Jio'nun bir eserini okurken Virginia Woolf'un "Yıllar"ını not almıştım. Kitabı ararken, bu kitaptan yola çıkılarak çekilen "Hours" filmini görmüş, üç büyük oyuncuyu görünce de seyretmem gerektiğine dair kendime telkinde bulunmuştum. Bugün tezden bunaldığım bir vakit ara verip filmi izledim. 3 efsane oyuncu başrolde : Merly Streep, Juliane Moore ve Nicole Kidman, Nicole Kidman, kafasından seslerin eksik olmadığı ve sonunda kendini cebine taş doldurup nehre bırakan, eşine  Leonard, aramızda hep yıllar var, hep yıllar, hep aşk, hep saatler notunu bırakan Virginia Wollf rolünde, 3 kadın 3 farklı zaman dilimi ve birbirinden bağımsız gibi görünen ama birbirine bağlanan 3 farklı hikaye...Eminim ki izleyenlerin çoğu çok sıkılmıştır, ama ben çok beğendim. Öncelikle Nicole Kidman'ı tanımanız mümkün değil, Merly Streep hakkında söz söylemeye gerek yok, kendisi zaten ödüller kraliçesi ancak hem Kidman hem de Juliane Moore'un oyunculuğu müthiş. Tüm bu bunalım ve delillikle geçen filmin içinde beni en etkileyen sahne ise Juliane Moore'un oynadığı hikayeden bir kısımdı. Moore kocasının doğum günü için bir pasta hazırlar, oğlu ve karnındaki bebeği ile masada otururken kocası, masadaki oğluna ne kadar mutlu bir adam olduğunu, karısını ne denli çok sevdiğini, nasıl da hep bu hayatı hayal ettiğini anlatır. Mutlu bir aile tablosudur. Beni dehşete düşüren nokta ise, küçük oğlan ve adamın bilmediği gerçektir. Ne mi? Kadın sabah oğlu ile pastayı yapmış, sonra çantasını 4 kutu ilaç ile doldurmuş. Daha sonra oğlunu alıp araba ile bir komşuya bırakmış, bir otele gidip oda kiralamış ve elinde Virgina Woolf'un eseri ve ilaçlarla yatağa uzanmıştır, kitap bittikten sonra ilaçları yutup hayatına son verecektir. Ama son anda yapamayıp yataktan fırlayıp oğlunu bıraktığı yerden alıp eve dönmüştür. İşte dehşete düşüren nokta tam da bu. Yani kadın kendini öldürecek kadar o eve o hayata ait olmadığını düşünürken kocası ne denli mutlu bir hayatı olduğunu söylemektedir. Ve bu sahne etrafınızı dinlediğinizde, maskeler indiğinde ne kadar da tanıdık gelir!

Filmde yoğun bir mutsuzluk, yalnızlık ve intihar olgusu var. Sizi müthiş derecede içine çekiyor. Fondaki müziğin de etkisi var gibi. Richard'ın camdan atlamaya hazırlandığı sahnede kendimi tutamadım, bir yandan ağlarken diğer yandan "şimdi şurada ölsem ne kaybederim ki" diye düşündüm. Tüm umutlarım bitmiş, müthiş bir yalnızlık ve mutsuzluk denizinde gibiydim. Woolf'un tüm kederi diğerleri ile beni de sarmıştı. Sanki o an, zaman durmuştu ve sonra neden ölmeli diye düşünmüştüm, evet neden öyle ya neden ölmeliydi? Cevabı ise yine Woolf vermişti :kalanların hayatına daha çok değer vermemiz için...Ne ilginç kalışlarımız  da gidişlerimiz de hep bundandı. Başkalarının hayatına değer katmak onları mutlu etmek için...Yani ölüm vardı aslında ama ben bir kez daha yaşamayı seçmiştim!   

19 Eylül 2015 Cumartesi

Ne Yapayım Bilemedim

Son zamanlarda sık sık dile getirdiğim "zaman fazlalığı" meselesi, son günlerde bize durmaksızın pişen pasta börekler şeklinde yansımaya başlayınca, bunun daha fazla bu şekilde süremeyeceğine karar verdim (dün gece 11 de kalkıp börek pişirdim ve bu, bu hafta içinde ikinci böreğim oldu). Üstelik sadece 1 gece önce yapılıp yenen börek değil, gün boyunca yapıp yemeyi sürdürdüklerim de cabası, sonunda eşim evden kaçtı, "maça gidiyorum ben" deyip çekip gitti :)) O gider gitmez tatlı bir şey mi pişirsem acaba diye bir an aklımdan geçirdim ama sonra tatlı arzumu dindirmek için latte yapıp içtim, aradan bir saat geçti su almaya indim, çalışma odama dönerken içimden inanın evin merdivenlerini yemek geldi :o kahve rengi ahşap bir anda gözüme tatlı gibi göründü. Sonra kendimi telkin edip en azından yeğenimin zorla açıp başıma bıraktığı ama hiç üzerime almadığım bloğa bir iki bir şey yazarsam belki yapıp yemiş kadar olurum dedim. Başladım bir kaç tarif atmaya, yazmıyorsun tariflerini bizden saklıyorsun diyen hanımlar buyurun tarifler (zaten bende başka yerlerden bulup yapıyorum) http://halaminkitcheni.blogspot.com.tr/2015/09/frnda-kasarl-mantar-dolmas.html  

Kesti mi tabi ki hayır ama en azından bir duruldum. Bir müddet düşündüm, bunalımda mıyım, neden bu denli mutfağa atıyorum kendimi diye ama hayır bunalımda değilim. Yengem geçen yaz nedenini anlayamadığımız (kendisini de anlayamadığı bir biçimde) bunalıma girmiş 1.5 ay boyunca durmaksızın pişirmişti, çılgın gibi yiyorduk, ben yine haftada en fazla 2 gün orada duruyor hafta içleri yakıp dengeliyordum o hiç durmadan yapıp yemişti. Evin mutfağı açık büfeye dönmüştü, tezgahın üzerine sürekli yeni yiyecekler koyuyor, biri bitti mi yerine farklı yeni bir şey yapıyordu. 1,5 ayın sonunda bir akşam (dünya kadar yiyecekle birlikte)tavuk kızartmıştı, çılgın gibi tavuk butunu yerken bir anda bana baktı ve şöyle dedi "inanamıyorum, doydum". O an herkes bir oh çekmişti. Bir an, ben de mi öyle oldum, diye düşündüm ama değil. Ruh halim de keyfim de gayet iyi, çok şükür! Aslında her daim yemek pişirmeyi seviyordum ama vakit bulamadığım için abartılı yapmıyormuşum demek. Hatta bazen oflaya poflaya yapıyordum, kötü de oluyordu. Neticede bunun boşluktan olduğuna karar verdik. Bu boşluğu doldurmak için karı-koca önce hakemliğe başvurmayı düşündük (eşim eski basketçi ben voleybolcu) üstelik yabancı dilimizin olması da büyük avantajdı. Nitekim görüşüp konuştuk da ancak 30 yaş üstü başvuramıyormuş. Üzüldük ama çok da önemsemedik. Eşim, seni bir yere antrenör yapalım dedi. Güldüm, çünkü bugün ki kulüp sayısı eskinin 20'de 1'i oranında, üstelik o iş çok disiplin ve zaman gerektiren bir iş. Evlenmeden bir - iki yıl önce eski antrenörüm, antrenörlük teklifi yapmıştı ama evlenme durumu söz konusu olduğundan, Sakarya - İzmit arası git gel, üstelik de durmadan Türkiye'yi gez, evli bir insan için sıkıntı olabilir diye kabul etmemiştim, sonra eski antrenörümü bir daha hiç görmedim ama işin cilvesine bakın ki, yakın bir arkadaşım kulübün başkanı olunca, davet ettiği için maçlarına gidip izleme imkanı buldum. Hatta izlediğimde içimden "aslında kızlar epey de iyilermiş" diye de geçirmedim değil. Yanılmıyorsam Türkiye 2.likleri ya da 1. likleri de oldu çok emin değilim. Sağolsun her maça davet eder, gittikleri her ile çağırırdı ama o zamanlar okul koşturmasından kafayı kaldırmaya vakit yoktu. Hatta şimdi beni gülümseten bir anekdot: aslında bu bloğun mimarı da odur. Ben daha lisans öğrencisiyken bana durmadan "Nesrin bize haftalık tarih semineri versen" derdi, ben "vaktim yok" derdim (cidden yoktu), sonraları "o halde blog aç, ne okuyor ne izliyor, neler yapıyorsun onu görelim" demeye başladı. O zamanlar açamasam da blog fikrini kafama  o yerleştirdi, bilmem hatırlar mı ? 


Neticede hayatımı birazcık hareketlendirmeye karar verdim, hem beni mutlu edip pişirmemi sağlayacak ya da hem yedirip hem de bol bol yürütüp tarihle iç içe yolculuklara çıkaracak(böylece kilo almayacaksınız) bir yol buldum. Çok pahalı olmayan ve rehber aşçı ya da gurmeler eşliğinde hem pişirip hem tadabileceğiniz (günü birlikten -1 haftaya kadar farklı periyotlarda sürebilen) hafta sonu organizasyonlarına katılma kararı aldım. İşin problemli yanı şu (sizler merak edip soruyor, nedir ne değildir, ya da yeni bir blog yaratıp oradan her şeyi at takip edelim, diyorsunuz), onları nereye yazacağımı bilemiyorum. Seyahat bloğuna olmaz, yemek bloğuna da olmaz, burası da daha çok kitap köşesi gibi... İnstagramda bir hesap mı yaratsam ? ama oraya da uzun uzun yazmaya üşenirim. Ben şimdilik bir düşüneyim sonra ne yapacağıma karar veririm. Yeni bir blog daha açmak zor geliyor. Karar verene dek bol bol fotoğraf çeker, karar verdiğimde toptan yazmaya başlarım.

Yukarıda gördüğünüz resim ise İtalya'dan kalma, ünlü şeflerle beraber pişirip, sonrasında tezgaha sıralıyor ve afiyetle yiyorsunuz. Gelip geçen de alıp yiyebiliyor. Soldan ve alttan ikinci benim ama sormayın tarifi anımsamıyorum, zaten hafızamda tarif bulunmaz. Fakat yapımı hiç zor değildi, yalnız şunu söyleyeyim kek kalıbı ne denli geniş olursa o denli güzel ve hızlı pişiyor, o yüzden pişimi kolay dağılımı güzel olmuştu. Neticede ben bir karar varabilirsem sizleri de bir biçimde haberdar ederim. Ben şimdi biraz gidip İskender Pala okuyacağım "Babil'de Ölüm İstanbul'da Aşk" bakalım nasılmış.

Görüşene dek hoşçakalın                         

14 Eylül 2015 Pazartesi

Elektrik Kesilince

Tam kitap okumaya hazırlanırken elektrik kesilince şaşkın bir şekilde öylece kaldım. Ben de hazır şarjı varken ve ışık saçan tek eşya olduğundan bilgisayarıma sarılıp bari bir şeyler yazayım diye düşünüp aldım sazı elime :) ne yazacağıma dair bir fikrim yok ama bakalım buna da müdahale gelecek mi? En son biraz depresif bir ruh hali ile bir yazı kaleme almıştım, yazdıktan 1 saat sonra ilk mesajı aldım, ardından 2 gün boyunca "ne depresyonu, neyin depresyonu" diyen telefonlar gelince "tamam tamam geçti" deyip, yazıyı kaldırdım. Benim depresyona girmeye hakkım yok :o şaka bir yana mutlu oluyorum aslında, çünkü o kadar hızlı geri dönüş alabiliyor olmam, bloğumun sık sık kontrol edildiğini gösterir. 

Teze başladığımdan beri (iş yükü anlamında) hayatım garip şekilde hafiflemiş durumda. Tezle ilgili malzemeleri mesai saatleri içine hapsedip geri kalanında kendimi zorlamamayı planlamıştım ama zaman içinde bir şeyler hızlanmaya başlayınca boş vakitlerim çoğalmaya başladı. Bu bir yanı ile iyi aslında. Spor her daim yaptığım bir şey olmakla beraber eve ya da kendime çok daha fazla vakit ayırabiliyorum. Hatta artık 2 haftada bir bilgisayardan bir yemek ya da gezi programı da izleyebiliyorum. Hatta istersem her akşam da izleyebilirim ama programa karar vermek karşısına geçip saatlerce bakacağımı bilmek fikri zor geliyor o yüzden çok zorlamıyorum. Onun yerine kitap okumak daha kolay geliyor. Ayrıca yemek programı demek, yemek yapma arzusu demek, bu aynı zamanda eşimin müdahalesi ve hevesimin kursağımda kalması demek, o sebeple o arzuyu hafta sonlarına saklıyorum. Gerçi o da haklı, saat ayarım yok. Bunları niye yazıyorum? "Tüm bunlara nasıl vakit buluyorsun" sorusuna cevap vermek için. Sürekli aynı soruyu duyuyorum ama soru bana garip geliyor, çünkü bence çoğu kadın benim gibi, ama erkekler eşlerinin neler yaptığının farkında olmadığı ancak ben blogda pek çok şeyden bahsettiğim için benim çok fazla şey yaptığımı sanıyor. Belki bir iki ufak fark olarak, tvnin olmaması, erken kalkıp disiplin içinde işleri yapmak, gezmek yerine evde olmayı tercih etmek bir etken olabilir ve tabi çocuğun olmaması da büyük etken ama olunca onu da spora götüreceğim, sağlıklı besleyeceğim hiç kurtuluşu yok :)


Hafifleme duygusu ciddi bir boşluk yaratınca kendimi daha sık (hafta sonları) İzmit'te bulmaya başladım. Yeğenimin pasaklı tavşanı artık gözüme oldukça eğlenceli ve sevimli gelmeye başladı. Nitekim instagramdan takip edenler bizi yerlerde nasıl sürüklediğini, minnacık tavşanın bizi nasıl maymuna çevirdiğini de görmüştür :) Acaba ben de eve evcil bir hayvan alsam mı diye ciddi ciddi düşünürken (o evi batırdıkça ben temizlerdim zaman geçerdi :) tabiki de o malum cümleyle karşılaştım, " tavşan alacağına bebek yap en azından bezine işer" kahkaha atmakla beraber ilk önce "yok artık biraz malzememi yarılasaydım" derken sonra düşününce aslında o kadar da zor görünmedi. Zaten 9 ayı karnında geçiyor ayrıca mesai saatleri içinde bebeği bakıcıya bıraksan, akşam yemeği sonrası nasılsa yapacak bir şey yok, tam böyle düşünürken kafama soru işaretleri yığılıyor acaba kime benzer, babasına mı bana mı? Gözleri kahve mi olur mavi mi? Kitaplara düşkün olup sözelci bir beyin mi olur, yoksa babası gibi sayısalcı mı? Şu günlerde en çok gündemde olan konu çocukları okutup okutmama meselesi, aklıma bir an o da geliyor. Acaba okutur muyum okutmaz mıyım ? Ona kafamda meslek bile buldum ama o sever mi sevmez mi? Ben insanların üniversite okuması taraftarı değilim, kendim de meslek sahibi olmak için başlamamıştım ama kader işte, herhalde sonunda bu alanda bir meslek sahibi olacağım, çocuğu da (eğer sever ve isterse tabi) saçma sapan bir eğitime mahkum etmektense her iki elini iyi kullanmasını sağlayıp dünya çapında bir tenisçi olarak yetiştirmek... Hem spor yapıp sağlıklı bir birey olarak yetişir, hem de iyi para kazanır. Olmaz demeyin benim ailem 2 tane milli oyuncu çıkarmış bir aile. Üstelik bu işler sadece yetenek, azim ve disipline bakar. Eğer istemezse daha farklı seçeneklerim de var tabi. İnsanın aklına çocuk fikri yerleşince otomatik olarak gelecek planları da düşüyormuş demek ki. Tüm vaktimi çocuğa meslek arayarak geçirmiyorum tabi, bu arada izlediğim bir kaç film de oldu. Çocuk olunca uzun süre mümkün olmaz diye görmek isteyip de göremediğim ya da görüp de yeniden gitmek istediğim yerleri kapsayan bir seyahat planı içine girdim. Paris'ten başlayıp (yılda en az 1 kez Fransa'ya giriş yapmazsak bizi bir daha AB'ye almayacaklarmış :)Norveç'e kadar sürecek seyahatin bir kısmı Kopenhag'da geçeceği için, orayla ilgili araştırma yaparken "Copenagen" isimli bir film olduğunu gördüm. Ben Kopenhag'ı görmek adına izlemiştim ama iyi ki izlemişim dediğim bir film oldu, öncelikle filmin müziği çok güzel, sonra konu da hoş, atmosfer de güzel kesinlikle izlemenizi tavsiye ederim ancak izleyecekseniz kesinlikle tek başınıza izliyorsunuz ! Çünkü çok fazla küfürlü ve küfürler çok feci. Ama özellikle Efy'den çok hoşlandım :) 


Ayrıca yine bu seyahatin planlamasını yaparken "Barry White" keşfettiğim bir isim oldu.  https://www.youtube.com/watch?v=Fcd3XuQwDQQ dinleyin bakın tarzı size kimi anımsatacak. Hikayesi de şöyle Ayhan Sicimoğlu'nu izliyorum aslında Sicimoğlu'nun kuzey bölge seyahatlerine bakacakken Antibes seyahatini görünce anılarım depreşiyor, onu izlemeye karar veriyorum. Ayhan Sicimoğlu Antibes'i dolaşırken eski plakların satıldığı bir dükkanın önünde duruyor, eski plaklara bakıyor o anda eline Barry White'ın plakı geliyor ve gülümseyip anlatmaya başlıyor "bundan 20 yıl öncesi İstanbul'da taksiye bindim baktım Barry White çalıyor, radyo sandım sonra baktım şarkılar peş peşe geliyor. Sordum taksiciye sever misin Barry White, nereden bilirsin? Taksici cevap veriyor : "Aa sevmem mi ağbi çok severim, Barry White çok delikanlı bir ağbimizdir !" Ayhan Sicimoğlu bir yandan plağı çeviriyor elinde bir yandan kendi kendine konuşuyor "benim taksicim sever, delikanlı ağbimizdir" diyor. Bu arada elektrik geldi, ve ben Ahmet Ümit'in hiç sevmediğim ama yine de okuduğum için bitirmem gereken kitabı okumaya gidiyorum.

Umarım sizlerin yapacak daha iyi işleri vardır

Görüşene dek sevgi ile kalın                                

27 Ağustos 2015 Perşembe

"Nefes Nefese" Derken

 Sabah kahvaltı ederken, dalgın olduğumu fark etmiş olacak ki eşim soruyor: "Damla'nın Hollanda Lopu ne yapıyor, her yere tuvaletini yapmaya devam ediyor mu?" Ben de eşimin suratına bakıp ciddi bir ifade ile cevap veriyorum : "Biliyor musun, bence Yahudiler dünyayı yönetmeye gayret etmek konusunda çok haklı. Ben de Yahudi olsam ben de aynı gaye içinde olurdum." Eşim şaşkın bir ifade ile : "Damla diyorum, tavşan diyorum" diye söyleniyor ben de aynı ciddiyette devam ediyorum :"II. Dünya Savaşı esnasında neredeyse tüm kıta Avrupa'sı Hitler liderliğinde çılgın gibi Yahudi avına çıkmadı mı, çıktı. Yani adamlar şunu çok iyi biliyor, tekrar delinin biri çıkar yine bir fırsatını bulursa, dünyanın geri kalanı da kraldan çok kralcı olmak için o delinin peşine takılır, tüm Yahudileri toplar onları bir adaya tıkıştırıp üzerine de atom bombasını atar. Buna izin vermemek için yapılacak en iyi şey mümkünse dünyayı yönetmek. Ateizm gibi fikir akımlarını yayarak insanları dinsizleştirmek... Neden çünkü bu Hıristiyanlar cidden çarmıh hikayesi yüzünden(ispiyonlama vakasi yuzunden) Yahudilere kafayı takmış durumdalar. Ve ne denli dinsiz insan olursa Yahudiler o denli az tehlikede olur. (Bence Hıristiyanlar'daki asıl sebep din değil para ama bunu dile getirmeye utanıyorlar)!"  

Muhtemelen eşimin yüzündekine benzer bir şaşkın ifade sizde de var oldu. Sabahın köründe Yahudi mevzusu nereden çıktı derseniz, cevabı Ayşe Kulin'in "Nefes Nefese" isimli eserinde yatıyor. Kitabı birkaç hafta önce okudum sonra dün gece, bazı yerlerini okumak için tekrar elime aldım. Kitap II. Dünya Savaşı esnasında Fransa'da bulunan Türk elçiliği ve konsolosluklarının savaş sırasında Yahudileri kurtarmak için gösterdiği çabaları anlatıyor. İlk olarak söylemeliyim ki kitap iyi bir kitap, ismi gibi ilk kısımları benim için nefes nefeseydi, o kadar ki ilk 200 sayfayı okurken heyecandan uyuyamadım. Ama asıl heyecandan öldürecek son kısma gelince hiç bir şey hissetmedim çünkü anlattığı hikayeyi satırı satırına biliyordum. Yani bu filmin nasıl gelişeceğini ve sonunu bilmekle aynıydı. Ve orada anlatılan her şey; hem İsmet Paşa'lı Ankara günleri, savaş esnasındaki Churchill, Roosevelt görüşmeleri - talepleri, hem de hariciyeci Macit'in "hayranıydım" şeklinde anlattığı Numan Menemencioğlu karakteri, hepsi gerçektir. Hatta ben de bir Numan Menemencioğlu hayranıyımdır. Onun hakkında bir makale hazırlayacağım diyordum daha kısmet olmadı. 
   İkinci olarak aslında kitabı anlatmak istemiyorum yoksa tüm büyüsü kaçar, lütfen alıp okuyun. II. Dünya Savaşı yıllarını iyi bilmiyorsanız şaşıracağınız ve heyecanla okuyacağınız çok fazla şey var. Nefes  Nefese'yi bu denli iyi biliyor olma nedenim, sağdaki kitaplarda yatıyor. Özellikle "Büyükelçi" ve "Denge Oyunu"nu okursanız romandaki olayların çok daha ayrıntılı halini öğrenebilirsiniz. Emir Kıvırcık tarafından ele alınan "Büyükelçi" o sırada Fransa'da görevli büyükelçimiz Behiç Erkin'in Fransa'daki Yahudileri kurtarmak adına gösterdiği büyük mücadeleyi anlatıyor. Sizin Yahudiler hakkında ne düşündüğünüzü bilemem, çoğunuzun "keşke hepsi ölseydi" dediğinizi çok iyi biliyorum. Ama bu söylemin kendisi zaten "insanlığın ölmesi"yle aynıdır, hiç bir insan, ırkından, dininden, inancından, derisinin renginden ya da yapmadığı hiçbir kötülükten dolayı işkence görüp öldürülmeye mahkum edilemez. Bu sebeple ben oradaki Türk ekibinin yaptığı her şeyi yürekten takdir ediyorum. Üstelik Nefes Nefese sayesinde yaşananları bir kez daha anımsama imkanı buldum. Türk ekibi Fransa'dan 20.000 Yahudi'yi kurtarır. Hem de öyle basit, kalem oynatarak filan değil, ciddi tehlikelere atlayarak... Yahudilerin tıkıştırıldığı vagonlara zıplayıp onlarla kamp yollarına düşerek, "bu insanlar indirilmezse ben de inmiyorum" deyip, Yahudilerle kamp yollarında bilinmezliğe doğru seyahat ederek...

Sahte pasaportlar, vaftiz belgeleri hazırlayarak Türk vatandaşlığı da verdikleri (Fransa'daki -Yahudi olmayan ama insan olan- gizli bir yer altı teşkilatının bastırmasıyla Türk uyruklu olmayanlara da pasaport hazırlanır) "son umut" dedikleri Türkiye tarafından yollanan ve bir trenin arkasına bağlanacak ay yıldızlı Türk vagonuna doluşturulan bir vagon Yahudi'yi Türkiye'ye kaçırabilmenin en güvenli yolu olarak Almanya'ya gitmeyi planlayacak kadar gözü kara ve bir o kadar da zeki, kendini adamış bir ekip. Vagonun geçmeyi seçebileceği 3 istikamet vardır: İtalya, Arnavutluk, Almanya. O sırada diğer devletler kraldan çok kralcı olduğu için çılgın bir arama yürütmektedir. Türk ekibi de şöyle düşünür "hangi çılgın Yahudi kalkıp da Almanya'ya seyahat etsin ki?" bu fikirden yola çıkarak vagonu Berlin'e götürmeye karar verirler. Oradan da Türkiye'ye gelecektir. Hazırlanan pasaportlara göre bu Türk vatandaşlarının hiçbiri Yahudi değildir. Çoğunluğu Hıristiyandır. Bu nasıl oluyor derseniz asıl sürpriz burada çünkü bu insanlara vaftiz belgesi yollayan isim, 1958 yılında Papa olacak Angelo Giuseppe Roncalli'dir. Hikayedeki Yahudi karakterlerden biri şaşkın halde "nasıl yani bir Hıristiyan din adamı bize bunları mı yolladı" diye sorduğunda Türk konsolosluğundan bir karakter cevap verir "neden olmasın Allah'a inanıyorsa hangi dinden olduğunun ne önemi var, bu bir insanlık meselesi!" Ancak vagonu sorunsuz bir biçimde geçirmek mümkün olmayacaktır, bir vagon insan resmen ölüm makinasının içine yaklaşık 10 gün süren bir yolculuk yapacak, her istasyonda SS'ler tarafından aranacak türlü musibetler yaşayacaktır. 


Özetle siz bu kitabı okuyun şaşırarak okuyacağınız bir roman olacak. Hem yeni Türkiye'yi göreceksiniz hem de savaşın değiştirdiği yaşamlara şahitlik edeceksiniz. Yukarıda ayırdığım diğer kitaplara gelince, sanıldığının aksine bir dahi değil aksine deli olduğunun göstergesi olarak kabul ettiğim Hitler'in "Kavgam"ı, adamın nasıl bir manyak nasıl bir Yahudi düşmanı ve nasıl bir küfürbaz olduğunu kendi sözleri ile görün. Benim o kitaptan çıkardığım kocaman bir "hazımsızlık"!. R. A. C. Parker ve "II. Dünya Savaşı" savaşlı yılların değişen sosyal yapısını anlatmak konusunda müthiş bir eser. Garanti ediyorum roman okur gibi keyifle okuyacaksınız. Selim Deringil'in "Denge Oyunu" sizi tam bir İsmetkolik yapacaktır. Fakat dış politikadaki tüm o görüşmeleri tek tek anlatır. İsmet Paşa sağır ayağına yatıp nasıl istediğini koparmış bir yandan Almanlarla al gülüm ver gülüm yaparken diğer yandan İngilizleri nasıl kandırmış bir bir anlatır. Kitabı lisans yıllarında okudum hatta beğendiğim için özetini yaptığım kitaplardandı diye anımsıyorum, kapağını açtığımda içine düştüğüm notu gördüm:"Bence 2. Dünya Savaşı en çok Türkiye'ye yaramış. Taraflar ne olur ne olmaz diye bizi silahlandırırken, ordumuz iyi kötü gelişmiş bu arada dış politika ve ekonomide dışarıdan koparabileceğimiz ne varsa koparmışız" koparma kısmını tahmin ediyorum ki Numan Menemencioğlu'nun Almanlara zorla çerez satma hikayesine dayanıp ekledim :) Selin Çağlayan'ın "İsrail Sözlüğü" geçen yıl hazırladığım Yahudi Göçü ile ilgili makale için satın aldığım kitaplardan biriydi. Tarafsız bir gözden, hem bugünün İsrail'inde yaşayan Yahudilerle hem de İsrail'in kuruluşunda büyük öneme sahip olan ve hala hayatta olan isimlerle yapılmış röportajlardan oluşuyor. Bir görün derim. Niyazi Berkes ve "Unutulan Yıllar"ına gelince, Niyazi Berkes bence zaten efsane bir isim. Bu kitap anı kitabı olmanın yanı sıra içi bir araştırma eseri gibidir. İsmet Paşa'lı Türkiye yıllarını öyle bir anlatır ki şaşırır da kalırsınız. Bir yandan insanların dış politikada ayakta kalmak adına gösterdikleri o büyük mücadele, inanç, onca mesai sizi hayran bırakırken iç politikadaki küçük adamların koltuk sevdaları adına ülkeyi sürükledikleri kaos ve cehalet inanılır gibi değildir. Ayrıca bence üzerinde çalışılmamış bir dönemi aydınlattığını düşünüyorum. Kİtap ve Alman konusuna gelince hepiniz adına üzgünüm ama Hitler hakkındaki meşhur efsaneyi Rusların açıkladığı Alman belgeleri ile çürütür. Hangi efsane mi, valla çeşitli versiyonları var: 1- Hitler Türkleri çok severdi o sebeple Türkiye'ye saldırmadı. 2- Hitler Türkiye'den çekiniyordu o sebeple Türkiye'ye saldırmadı, siz artık hangisini isterseniz o versiyonunu ele alın. 

Berkes'in yazdığı Ruslar tarafından yayınlanan Alman raporlarına göre, Hitler Türkiye'yi de listeye almış daha Rus saldırısı gelmeden evvel "Türkiye'ye saldırın" diyor ama adamın o kadar zeki danışmanları var ki, Hitler'i engelliyor, neden mi? Söylemeyeceğim, çok merak ediyorsanız açıp okuyun. 4 yıl önce okuduğum bir kitap olmasına rağmen pek çok kısmı kafama kazılı kalmış kitaplardan biridir. Bu kitabın da kapağını görünce dünya kadar notla beraber şöyle bir not görüyorum: "Numan Menemencioğlu tez konusu olur, yapılmadıysa eğer" :) Bu da Sayın Menemencioğlu'nun Türkiye için ne denli önemli isimlerden biri olduğunu gösterir. Eski hariciyeciler müthiş isimler, Türkiye adına koparabilecekleri ne varsa koparmak için canla başla uğraşan adamlar, şimdikiler gibi değiller. Şimdikiler ne bulundukları ülkedeki Türk eserlerinden haberdar, ne de yol yordam biliyorlar, adamlar resmen yaptıkları görüşmeleri tweet atıyorlar, Sayın Ortaylı'nın dediği gibi Âli Paşa görse şapkası uçar! misali...Bizdeki iş bilmezliği ele almaya kalksak bu yazı hem farklı bir yere hem de sonsuza uzanır. O sebeple biz kitaplarımıza geri dönelim.   Kitaplar hayattır, yaşamın ta kendisidir. Siz onlara gönlünüzü ne denli açarsanız yeni kapıların da size ne denli açıldığını görürsünüz. O yüzden lütfen okumaktan kaçınmayalım!

Yeni bir kitapta görüşene dek sağlıcakla kalın!
             

Not: 1-Aslında kitaptan evvel değinmem gereken bir Ayşe Kulin mevzusu vardı ama sanırım ona özel ayrı bir yazı yazmalıyım, çünkü Ayşe Kulin hakkında anlatmak istediğim çok şey var,( tüm yazı neredeyse onun kitaplarını okuyarak geçirdim) 
2- Ayşe Kulin "Adı Aylin" kesinlikle okuyun. Gerçek bir hikaye. Aylin Rodomisli Cates'in hikayesi. Son günlerde Fetullah Gülen'in "Beni Amerika'ya tavsiye eden kişidir" dediği isim.
3-Hollanda Lop Tavşan'ı yeğenime doğum gününde gelen ve durmadan her yana tuvaletini yapan ama diğer yandan resimde gördüğünüz üzere müthiş şeker bir şey. Gerçi bizimki bunun grisi ve alacalısı. Ama şeker olduğuna kanmayın, diğer yandan birine kötülük yapmak istiyorsanız kesinlikle hediye olarak götürün, çünkü şeker görünümlü bir intikam aracıdır :)

22 Ağustos 2015 Cumartesi

Kadın İstemezseymiş !

Sabah gözüme bir türlü uyku girmeyince sabahın tatlı serinliğinde kendimi spor salonunda buldum. Hafta sonları spora gitmek insanlar için bir eziyet gibi olsa da bana daha çok dinlenme gibi geliyor, üstelik bir yerlere yetişme telaşım olmadığımdan kalma süremi daha uzun tutabiliyorum. Bir yandan yüzerken diğer yandan ne pişirsem diye düşünüyorum bir yandan bunu hangi saatte yapmam gerektiğini sonra da hangi periyotta ders çalışmam gerektiğini sorguluyorum. Böylece sabah sabah bir yandan spor yaparken diğer yandan yemek ve çalışma programı da yapmış oluyorum. Güzel ve dinlenmiş bir vücut ve kafa ile eve gelince, Saffet Emre Tonguç ile yapmayı planladığım gezi programlarına bakmak için telefonumu kurcalıyordum ki şöyle bir paylaşım görüyorum "kadın istemezse tecavüze uğramazmış diyen Ahmet Çakar kalp krizi geçirmiş(...)" bir an oh olsun demek geliyor içimden sonra da "tövbe tövbe" deyip, "Allah şifa versin" diyorum ama keyfim de kaçıyor. Çünkü ülkemiz malum, batı görünümlü ama özünde doğulu bir devlet. Kadının hiç bir değeri yok. Etek giyer, tecavüz sebebidir. Pantolon giyer, tecavüz sebebidir. Ya da bunların hiçbiri yoktur kapalıdır, olsun onun kadın olması, nefes alması bile tecavüz sebebidir. Bu ülkede gencecik insanlar yıllarca tecavüzcüleriyle evlendirildi. Töre cinayetleri, "öldüren çocukların günahı ne diye" yıllarca hukukçuların bastırmasıyla cezaları indirildi. Adam karısına 150 bıçak darbesi attı, "kıskandım" dedi, azıcık ceza ile evine yollandı. Ama kadın, kocam beni satıyor dedi, dövüyor dedi, dayanamadı çekti bıçağı adamı öldürdü. Hakim, "sen bir adamın canına nasıl kıyarsın" dedi, en ağır cezayı verdi. Bu böyle gider de gider. Biz boşa yazdıklarımızla kalırız. Hırsız hikayesi gibidir bu hırsız evi soyar ama karşıdaki de "iyi de sen camı açık bırakmışsın be birader" der. Siz çaresizlikle iyi de hırsızın hiç suçu yok mu diye bağırırsınız. Yoktur, hırsız daima haklıdır. Hele o hırsız erkek siz kadınsanız. 

"Kadın istemezse tecavüze uğramaz" lafını görünce gözümün önünden hızla bir sürü görüntü akıyor. 1-İzmit - Adapazarı arasında yıllarca süren lisans, yüksek lisans yılları esnasında, her gün iş yerinde çıkardığım ayakkabılarım, kıyafetlerim ve üzerime geçirdiğim en gösterişsiz kıyafetlerim, niye çünkü akşamın bir vakti okuldan dönüyorum, 2-Lisansın son yılları, öyle olmadığı halde erkek arkadaşımmış gibi sürekli yanımda durmasını istediğim arkadaşım, niye çünkü yanımda biri olmazsa bir anda üzerime gelecek pek çok erkek, hatta ona rağmen yaklaşmaya çalışan bir sürü erkek. Ama öyle ya, sayın Çakar'ın dediği gibi "eğer istemeseydim onca kişinin ilgi alanı olmazdım". 3-Parmağım kırık, sargıda hastaneye gidiyorum, doktor her hafta 2 defa düzenli şekilde gelmemi söylüyor, ben de uslu bir hastayım, her hafta düzenli gidiyorum 2 haftanın sonunda doktor olan amcam (kulak-burun-boğazcı) durumu anlattığımda gülüp, "doktorun seni beğenmiş, normalde 1 kez başında 1 kez de sonunda gitmen gerekiyor" diyor., sinirleniyorum çünkü bir yandan işe gidiyorum ve haftanın 2 gününü hastanede geçiriyorum. Gerçekten de olay amcamın dediği gibi çıkıyor, doktor sonunda beni yemeye davet ediyor. Hem de asık suratıma ve tüm o soğuk tavırlarıma rağmen, ama sayın Çakar yine haklı "eğer ben istemeseydim o parmağı kırmaz, o adama gitmez, o daveti de duymazdım" her şey tamamen benim suçumdu. 4-Havaalanındayım tek başıma yaptığım yolculuklardan biri, tüm güvenliklere takılıyorum. İçimi büyük bir endişe kaplıyor, ya güvenlikten geçemezsem hem uçağı kaçıracağım hem de işlerim aksayacak. Neden güvenliğe takıldığımı, kenara çekildiğimi bir türlü anlamıyorum. Güvenlikteki şahıs, adımı soyadımı soruyor, ne iş yaptığımı soruyor, nereye gittiğimi ve ne zaman döneceğimi soruyor. Ben de safça bir merakla dönüş gün ve saatimi ne yapacağını soruyorum, bir anda yüzündeki tüm ciddiyet kaybolup sözde şeker  bir ifade takınarak ! "çünkü döndüğünüz zaman da burada olmak istiyorum" diyor. O an durumu anlıyor gibi oluyorum ama emin değilim, ciddi ciddi tacize uğruyorum hem de güvenlik tarafından. Sonra 2. güvenlik de benzer bir muamele yapınca bayan güvenlik gelip sözde bana duyurmadan "yuh ama ayıp artık rahat bırakın, anlarsa sizi şikayet eder" diyor. Ben de o andan itibaren, endişeli halimden kurtulup "kocam bekliyor, kaç saat sürecek bu daha" diye sinirle bağırıyorum. Uçağa binene kadar her güvenlikte aynı muameleyi görüyorum ama bu sefer olayı bildiğimden hazırlıklıyım, pasaportumu onaylayacak şahıs, gideceğim şehre bakıp "a yarın ben de geliyorum oraya" diye söze girince ben de kendisine kocamla iyi tatiller diliyorum. Yüzü düşüyor. Ama tabi bu benim suçum, dünyanın %90'ından daha uzun olmam, bir erkek için değil, kendime olan saygım ve özgüvenimden kendime bakıyor olduğum için evlendikten sonra da bakımlı olmam, hali ile dikkat çekiyor olmam, bunların hepsi benim suçum ! Kendine bakmak, uzun boylu olmak, büyük suç bunlar !!! 

5-Yukarıdakine benzer pek çok sorun yaşadığım için, insan içine çıkmayı pek seven biri değilim. Olabildiği kadar evimde ya da ailemin yanında vakit geçirmeye çalışıyorum. Ancak üniversiteden bazı hocalarımızın yaptığı sempozyumlara gitmek durumunda kalıyorum. Ve pek çok insanla ister istemez tanışıyoruz. Bu tanışmalar çoğu zaman 30 saniyeden öteye geçmiyor, olmasına rağmen, karşımdaki insanla tek kelime etmiyor sadece tanıştırıldığım için usulen "merhaba" diyor olmama rağmen gerisi çok enteresan gelişiyor. Mesela bu enteresan gelişen kısmını özellikle sayın Çakır'ın yorumlamasını isterdim. Olay şu, ben gittiğim sempozyum ya da konferanslarda hocamı (rektör bir hocamız var) görüp yanına selam vermeye gidiyorum. Bu arada onun yanında bir sürü akademisyen oluyor. Ben hocamla selamlaşırken hoca kısaca beni tanıtıp sonra da "damat nasıl" diyor. Ben çalıştığını söyleyip, hiç uzatmadan herkese iyi günler dileyip hocanın yanından kaçıyorum. Bir daha da o insanların hiç biri ile muatap olmayıp kendi arkadaşlarım ve ortamdaki en yaşlı hocalarla takılıyorum. Bir müddet sonra (muhtemelen ortak birinden) beni bulup facebook'tan ekliyorlar, kabul etmiyorum. Sonra eşimin uyarısı ile bakıyorum ki kabul etmediğim her insan mesaj yollamış (diğerleri diye bir kutu var oraya düşüyor). Ve asıl gariplik burada başlıyor, bu insanlar benim evli olduğumu bile bile, niyetlerinin gayet ciddi olduğunu evlenmek istediklerini söylüyor. Tabi hiç birine cevap vermiyorum, işin kötü tarafı bazıları iyi eserlere imza atmış insanlar normal şartlarda oturup da kitapları hakkında konuşmak isteyeceğim isimler ama hal böyle olunca iş değişiyor üstelik diğer yandan da merak etmeden geçemiyorum "bu insanların hepsi mi bekar?" hiç sanmıyorum. Öyle ya birine bu tür bir şey teklif ediyorsanız en azından teklif eden kişinin bekar olması gerekiyor değil mi? Ayrıca yanlarında eşimden bahsedilmiş olması ya da facebookta evli yazıyor olmasının hiç mi önemi yok? Sayın Çakar bunu nasıl yorumlardı mesela, hatam "medeniyet gereği bazen birileri ile tokalaşıyor olmam ya da tanıştırılırken 3 saniye gözünün içine bakıyor olmam mı?" Ah öyle ya suç benim tabi, ben istemesem facebookum da olmazdı, onlar da beni bulup böyle tekliflerde bulunamazdı! Zaten sonunda kapatmak zorunda kaldım, ama facebooku açık tutmakla kendimi davetkar gördüğümden falan değil, ama teklif yağdıkça çalışabileceğim üniversite sayısı azaldığından. Üstelik o sıra bir sempozyum için bir(ileride çalışma ihtimalim yüksek olan) üniversiteye gidecektim, oradan da birinden teklif gelirse orada çalışma ihtimalimin üzerine de bir çarpı gelir korkusu ile hesabımı kapattım. 

6-Bir de bunun iftira versiyonu vardır,

Lisans 2'de arkadaşımın başına gelen bir olay geliyor hemen aklıma, adam kızdan hoşlanır, kız adamla normal bir iletişimin içindedir, adam kızın kendisine istediği ilgiliyi vermediğini ve vermeyeceğini görünce "sen benden hoşlanıyorsun, aramızda böyle bir şey olması mümkün değil" der, kız şok geçirir, ama diğer yandan güler geçer. Bu, reddedilen çoğu erkeğin reaksiyonudur. Ama kız adamı etrafından uzaklaştırma kararı alır, ve onu komple hayatından çıkarınca bu sefer adam bunu hazmedemez, hikayeyi kendince yorumlar ve sessiz sakin dile getirir. Kız kaba olmamak için "etrafta hem fiziki hem de şahsi anlamda düzgün tipler varken gerçekten olayın senin yorumladığın şekilde gerçekleştiğine, senin benden değil benim senden hoşlandığıma inanıyor musun" diye aklından geçirir ama sormaz. Çünkü pek belli etmez ama oldukça da ince bir yanı vardır, zaten reddettiği kişiyi bir de kırmaktan çekinir !

Bunlar ilk etapta aklıma gelen olaylardı, bir sürü kadına sorsanız kim bilir kimler neler anlatır.   

Yani diyeceğim o ki Ahmet Çakar halt etmiş, kadının yapılmasına izin verdiği şey zaten tecavüz ya da taciz değildir.Gönül rızası taşıyan her şeyin içinde (para yoksa ) sevgi vardır. Etrafta gördüğünüz güzel ama buzdolabı gibi olan kadınların %95'i inanın oldukça sıcakkanlı, mütevazi ve sevgi doludur. Ama erkeklerdeki "davetkar kadın" zihniyetinden ötürü kendilerini korumak adına o görüntüye bürünmüştür. Üstelik tecavüz, taciz gibi olayların en yoğun yaşandığı kesimin kapalı toplumlar olduğunu unutmayalım, ve konuşurken arada bir düşünüp kendimize "iyi de aslında suçlu olan hırsız değil midir" diye sormayı ihmal etmeyelim. Böylelikle, bugün başkalarının başına gelen bu olaylar, yarın sizin eşlerinizin, kardeşlerinizin ya da kızlarınızın başına geldiğinde "o da pencereyi açık bırakmasaymış be kardeşim" sözüyle muatap olmak zorunda kaldığınızda verecek bir cevabınız olur.                         
     

12 Temmuz 2015 Pazar

Annem ve Annem

Dün akşam (saat 10 civarı) şu aralar D&R'da çalışan arkadaşımdan bir mesaj aldım. Attığı mesaja göre, dün İzmit Seymbol Avm'deki D&R'a giden bir hanımefendi, aradığı kitabın olup olmadığını sormak için arkadaşımın yanına gitmiş. Arkadaşım kitabı ararken, bayan kitap hakkında bir blog yazısı okuduğunu bu yüzden de kitabı almak istediğini söylemiş. Arkadaşım kitabı bulup verdikten sonra (bu arada bayan da ödemeyi yapıp çıkarken) hanımefendinin yanına gidip hangi blog olduğunu sormuş. "fısıltılıtepeler" cevabını alınca durumu bana da bildirmek istemiş. Bu ilk mesajı gördüğümde suratımda koca bir gülümseme oluştu. Ancak "hangi kitapmış" diye sorduğumda ve cevap olarak "Annem ve Annem" mesajını gördüğümde, tüylerim diken diken oldu. Çünkü ben o kitabı yazmamış olmakla birlikte, mevcutta okuduğum ve şimdiki yazı olarak tasarladığım kitaptı. Arkadaşıma bir hata olup olmadığını anlamak için birkaç sual ettimse de farklı bir cevap alamadım. Çalışma odasından kalkıp dün akşam spor için yatak odasına serdiğim "yoga matının" üzerine uzanmış "nasıl yahu" diye söylenirken "rüyada" olup olmadığımı düşündüm. Kafam o kadar dalgın bir hale geldi ki spor yapamadığım gibi üzerime bir de korku çöktü. O an üzerime çöken korkuda karanlık odanın, rüzgar ve yağmurdan havalanan perdelerin de etkisi mevcuttu tabi. Sonra belki de resmi, paylaştığım başka bir hesapdan görmüştür, bloğu da okuyorsa aklına onun adı gelmiş ve vermiştir deyip geçiştirdim. Ancak gizem benim için hala çözülmüş değil. 


Delphine de Vigan tarafından kaleme alınan ve Elle Dergisi Okur Ödülü dahil bir çok ödüle sahip olan kitaba gelecek olursak, yazar bu kitapta ne yazık ki kendi gerçek hikayesini ve annesini anlatıyor. "Ne yazık ki" diyorum çünkü hiç kimse böyle bir anneye sahip olmak, böyle bir hayata mahkum olmak istemez. Ancak ne yazık ki bazı şeyleri kendimiz seçemiyoruz. Kapaktaki resim, yazarın gerçek annesi mi bilmiyorum ama annesinin tarifine çok uyuyor. Kitabı nasıl değerlendirmek lazım onu da bilemiyorum. Bu sabah kitabı bitirene kadar kitapta "soğuk bir gerçeklik" hali vardı. Yazar olabildiği kadar duygusallıktan uzak, ve annesinin yaşadığı ve kendisine yaşattıklarını anlatıyordu. Ama bu sabah yani son sayfalara doğru o(yazar) da kırıldı kitap da. Tüm o soğuk gerçeklik yerini isyana, haykırışlara döktü. İşin kötü tarafı beni de benden alıp götürdü, tüm gün tonla farklı anının arasında dolaştım durdum. 

Saçlarımdaki beyazları inceledim önce, sonra geçen yazdan beri giymediğim etekleri üzerime tutup fiziksel açıdan giyebilecek durumda olsam da  gözlerimin içindekilere baktığımda onları giyemeyecek kadar yaşlandığımı görüp hepsini fırlatıp attığım kenara. Tam toparlandım derken, gözlerim deyince 1 yıl boyunca gönüllü çalıştığım görme engellilerle geçen günlere uzandı anılarım. Oradaki üyelerden biri baş başa oturduğumuz bir gün şöyle demişti "görmüyorum ama görseydim eğer gözlerinin çok kederli baktığını söylerdim", oldukça neşeli davranmama rağmen bunu söylemesi üzmüştü beni, tam o anıdan da sıyrılmış elime parfüm şişesini almış, üzerime sıkıp sokağa çıkmaya hazırdım ki, parfüm şişesi yine aynı günlere döndürüyor beni. Bazen kalabalık halde onları bir yerlere götürürdük, yanlarında olduğumu anlasınlar, kendilerini güvende hissetsinler diye o zamanlar Türkiye'de pek bulunmayan yurt dışından getirttiğim ve kafaları karışmasın diye hiç bir vakit değiştirmediğim onların benimle özdeşleştirdiği parfüm "Issey Miyake" geliyor aklıma,( parfüm takıntım böyle başlamıştı onu da anımsıyorum şimdi, ayrıca onların yanından ayrıldığımdan beri Issey Miyake'yi hiç kullanmadığımı da fark ediyorum). Kapıdan ne vakit girersem 15 saniye içinde bir anda tüm sesler kesilip "aaa Nesrin gelmiş" diyen ve gülümseyip kapıya doğru dönen yüzler geliyor gözümün önüne.  Daha da sayamayacağım onlarca anının içinde dolandım tüm gün.        

Hala da şu ana dönmüş sayılmam. O yüzden bugün çalışmayı es geçip dalgın bir halde dolanıp durdum. Tıpkı yazarla annesinin derin bir sessizlik içinde Paris sokaklarını arşınladığı gibi ben de eşimle birlikte sokakları arşınladım. O tüm gün büyük bir hevesle kıyafet denedi, bense herkesten uzağa sessiz köşelere kaçtım. Öyle ya yazmayı unuttum, yazarın annesi yani Lucile "bipolar" ama ilk krizine kadar bunu kimse bilmiyor. Boşanmış bir kadın, üstelik bipolar, intihar eden kardeş ve kuzenlerle dolu bir aile, tecavüzüne uğradığını söylediği bir baba, yaşama duyduğu isteksizlik ve nefret, ve tüm bu gerçeklerle büyütmeye çalıştığı iki kız...Yazarın tüm o "sert, duygusuz, bitsin de kurtulayım" tavrı yazım sitilini, hislerini o denli iyi anlıyorum ki, kendi annem adına "Allah'a şükretmek" dışında ne diyeyim bilemedim. Öyle bir hayatım olmadığı için şükretmek dışında ne diyeceğimi cidden bilemiyorum. Ancak yapacağım ilk iş yazarın mail adresini bulmak olacak. Çünkü okurken hep şunu düşündüm, "keşke Lucile'yi bir de Manon'un(diğer kızı) kaleminden okuyabilsem, Manon'un gözüyle Lucile'yi görebilsem". Çünkü ilk krizini yaşadığı sırada,  Manon 6 yaşındayken ve Lucile Manon'un gözlerini akapuntur iğneleri ile delmeye çalışmasına (yazar teyzesi ile içeri dalana dek bir tanesini gözünün altına sokmayı başarmış) elini saçlarına dolamış Manon'u yerde sürüklemesine rağmen, Manon'un gördüğü Lucile, yazarın gördüğü Lucile'den çok farklı. Onlar yaşanan her krize, yapılan her deliliğe karşı gerçek bir anne - kız gibiler. Oysa yazar çok farklı, üstelik bence çok da acımasız. Annesinin bunları bilinçli yapmadığını bilmesine rağmen "iyi de bu farkındalık, benim hayatımı mahvettiği gerçeğini değiştirmiyor" diye isyan eder gibi. "İçimdekileri kusmazsam bunlar yüzünden delirebilirim" der gibi. Ve anlıyorum aslında "bu kitabı yazıyorum çünkü bugün beni ezip geçen, içimi dolduran şeylerin üzerinde durmaya gücüm var, çünkü neyi aktardığımı bilmek istiyorum, çünkü sanki bir lanetin içinde yaşıyormuşuz gibi başımıza bir şeyler gelecek korkusunu kırmak, şansımdan, enerjimden, neşemden faydalanabilmek istiyorum, korkunç bir şeyin bizi yıkacağını ve acının hala karanlıkta bizi beklediğini düşünmeden hareket etmek istiyorum" sözlerini, ancak annesi yaşarken kaleme aldığı (annesi ve kendisini anlattığı), bu yüzden imza günlerinde annesinin hep kaçmayı tercih ettiği ilk romanını ise bir insan olarak, bir evlat olarak anlamıyorum, doğru da bulmuyorum. O her ne kadar, "gerçekte yaşadıklarım, anlattıklarımdan çok daha şiddetliydi" dese de, bu çok yanlış. Ben ki özgür yazımdan yana bir insan olmama rağmen, yazarın yaşadığı zorlukların hayal dahi edemeyeceğim kadar büyük olduğunu bilmeme rağmen, "sırf sizin için yaşamaya çalıştım" diyen ve yaşadığı krizlere ve tüm o düşüşlere karşın, bir başına o işten başka bir işe savrulurken Paris gibi bir metropolde yine de çocuklarını büyütebilmiş bir annenin, istemeyerek yaptığı her şeyi gözüne sokulup, yazılıp önüne koyulmasını hak ettiğini düşünmüyorum. Manon da benim gibi düşünmüş olacak ki, "yazdıkların çok şiddetli ve acımasızdı" sözleriyle eleştirmiş ablasını. Onun da etkisi oldu mu bilmem ama, belki annesi intihar edip hayatına son verdiğinde yazar da nihayetinde bizimle aynı düşünceye kapılmıştır, belki de bu yüzden 350 sayfa boyunca görmediğimiz kadar güzel sözlerle uğurlamaya karar vermiştir annesini : "Soğuk yokluklarda yakamıza yapışan bu ateşli hastalığı, bu bilinmeyen ülkenin özlemini, bu merak bunaltısını bilir misin? Sana benzeyen bir yer var her şeyin güzel, zengin, sakin ve dürüst olduğu, düş gücünün bir Batı Çin'i kurup süslediği, yaşamı ciğerlere çekmenin tat verdiği, mutluluğun sessizlikle birleştiği bir yer. Gidip orada yaşamalı, gidip orada ölmeli işte!"                          

Açıkçası kitap beni oldukça dağıttı, yazmayı düşündüğüm şeylerle yazdığım tamamen farklı ve hatta oldukça da dağınık, çünkü kafam o kadar dağınık ki ne yazdığımı ben de bilmiyorum, kitabı tavsiye eder miyim onu da bilmiyorum. Tek bildiğim hayattaysalar eğer gidip annelerinize sarılın, size bu denli iyi baktıkları, size olan sevgilerini dile getirip size sarılabildikleri için ve tabi onlara bu gücü veren Allah'a şükretmeyi de unutmayın! 

Ve bir de neden bilmiyorum kitap boyunca kafamda bu melodi https://www.youtube.com/watch?v=yEzycr-Ukmo dönüp durdu, Ne olduğunu bulamıyordum ki bugün arabadan tam inerken radyoda duyunca çivilenmiş gibi koltuğa yapıştım. 

Görüşünceye dek hoşça kalın.   

2 Temmuz 2015 Perşembe

Agapi

New York Times'ın çok satan yazarı Sarah Jio tarafından kaleme alınan Agapi "Ölümsüz Aşk" isimli eseri D&R raflarında görünce hemen alıp, tavsiye edildiği üzere bir çırpıda okudum. Kitabı bitireli yaklaşık 3 hafta olduğu için, kitabı şu an çok ayrıntılı anımsamıyorum, ancak kitapla ilgili aldığım not ve izlenimlerim mevcut. Kitabın içeriğine geçmeden önce Sarah Jio ile ilgili şunu söylemeliyim, (okuduğum 3 kitabına istinaden) Sarah Jio eser konusunda tuhaf bir zikzak çiziyor. Çok övülen bir kitap olmasına karşın(muhtemelen çok satan politikası), Agapi okuduklarım arasında en kötü olanıydı. Birincisi büyük bir acele ile yazılmış, dolayısıyla çok üstünkörü bir yazım türü söz konusu, ikincisi hikaye pek de tatminkar görünmüyor. Bir an acaba "Sevgililer Günü"ne özel mi tasarlanmış diye düşünmeden edemedim.Üçüncüsü ve en kötüsü ise arka kapakta yazan yazının sizde daha derin bir hikaye beklentisi oluşturması. Kapağın arkasına şöyle bir şey yazılmış "İlk görüşte aşık olabilirsiniz. Fiziksel bir çekime kapılarak kendinizi aşka bırakabilirsiniz. Tutku ve ihtiras dolu bir serüvene çıkabilirsiniz. Paylaşımlarınız üzerinden aşka tutunabilirsiniz. Aşkı hiçbir bağlayıcılığı olmayacak şekilde de tanımlayabilirsiniz. Peki gelecek planlarınızla uyumlu bir aşka ne dersiniz? Ya da belki ölümsüz aşkı bulursunuz. Aşkın altıncı hali agapiyi...Onu "o" olduğu için seversiniz ve asla vazgeçmezsiniz."  

Kitabın kahramanı Jane, annesinden kalan büyük bir çiçekçi dükkanına sahiptir(Sarah Jio'nun her eserinde çiçekler ana unsur), bir yandan çiçekçi dükkanında çalışan Jane bir yandan da ara sıra nükseden görme problemleri ile uğraşmaktadır. Bir noel vakti kapısına bırakılan bir kart Jane'nin yaşadığı görme probleminin aslında bir kusur değil aksine kendisine bahşedilmiş bir yetenek olduğunu bu yüzden yazılan gün ve tarihte karttaki adresi ziyaret etmesini yazmaktadır. İlk önce bunu bir şaka zanneden Jane, kartın tanıdığı kimse tarafından gönderilmediğini anlayınca, kartın sahibi ile görüşmeye gider ve aslında görme bozukluğu olmadığını aksine gerçek aşkı görme yeteneği olduğunu öğrenir. Üstelik bir de görevi vardır, 30.yaş gününe kadar, 6 farklı aşkı gözlemlemek ve kendisine verilen boş kitaba yazmak zorundadır. Aksi takdirde hiç bir zaman gerçekten aşık olamayacaktır. Herkesin düşüncesi farklı olmakla birlikte konu bana pek tatminkar gelmedi bu 1, 2.si Jane, New York'ta yaşıyor olmasına karşın etrafındaki insanlarla yakın ve sıcak bir ilişkisi var. Sorun ne? dediğinizi duyar gibiyim. Sorun şu, yalnızlığa mahkum Amerikan bireylerinden ziyade, Jane etrafı sıcak ilişkilerle dolu Türk toplumundan bahsediyor gibi.. Kitaba dair hiç mi iyi bir sözüm yok, olmaz mı var tabi ! Örneğin Jane karakterini çok sevdim hatta onda kendimi buldum diyebilirim. Dik duruşuna karşın her şeye duygulanan gözünden yaşı eksilmeyen bir kız Jane. Üstelik sevdiklerini (ama kendine ait olanları) deli gibi sahiplenen, ulaşamadıklarına hasretle uzaktan bakıp ama diğer yandan hep mutlu olmalarını isteyen, güveni dağıldında toparlaması zor olan, herkese rağmen yalnız hisseden bir kız. 

Jane daha kendi yaşayamamışken kendini birden 6 farklı hikaye ararken bulur. Şimdi şöyle bir düşününce bu hikayelerin içinde hiç mutluluk yoktu gibi anımsıyorum. Çünkü bunlar hep zor hikayelerdi. Biri Jane'in yardımcısı Lo'nun başına gelmiş, Lo ilk kez aşık olmuş ancak aşık olduğu kişi evli çıkmıştı. Ve Lo kendini bu aşktan uzak tutamamış, ilk kez hissettiği o duyguya deli gibi sarılmıştı taki  Lo, bir gece aşık olduğu adamın evine gidip pencereden eşini onun omzuna yaslanmış şekilde görene kadar. O görüntüden sonra Lo, ertesi gün için çıkacakları Paris seyahatini iptal eder, sevdiği adamı da terk eder. Ancak 3 gün sonra adamın Paris'te kalp krizi geçirip öldüğü haberi gelir. Richard Gere'nin ölüm sahnesinden sonra bana bir kez daha "hayııııııırrrr" dedirttiren bir sahne oluyor bu. Çünkü adam da gerçekten Lo'yu sevmektedir. Ölüm haberinden sonra Lo'nun durumunu yazan Jane ile aynı sorunsala düştüm "eşi ve çocukları ile birlikte olup Lo'yu kahretseydi ama hayatta mı olsaydı, yoksa ölüp de herkesin hayatından sonsuza dek uzaklaşsa mıydı?" Dışarıdan bakınca, ölmesi herkesin yoluna devam etmesi açısından iyiymiş gibi görünmesine karşın, söz konusu kalbimizdeki insan olduğunda hissettiğiniz şey çok farklı. Bir insanı tüm uğraşlarınıza karşın silemediğinizde ve her seferinde yeniden tekrar tekrar sevdiğinizde, ve onun düşüncesi olmadan geçen, değil bir gün bir "an"ınız bile olmadığında, istediğiniz ve isteyeceğiniz tek şey O'nun "başkasına ait de olsa" hayatta olması olur. Çünkü bilirsiniz ki O artık sizin yaşama sebebiniz olmuştur. Yaşadığınız şehri anlamlı kılan, olmadığı vakit katlanılmaz yapıp, kaçmanıza sebep olan kişidir. Diğer yandan artık hayatınız tatsız ve siz tüm hayata kör gibisinizdir ve bilirsiniz ki artık ömür boyu bu böyle olacak, hayata kör yaşayacaksınız, baktığınız hiç bir güzelliği görmeyecek ve duymayacak, sadece bedenen varlık göstereceksinizdir.  Buna rağmen O'nun hayatta olmasını istersiniz çünkü O artık yaşama, nefes alma sebebinizdir ve siz Onsuz nasıl nefes alacağınızı bilmezsiniz. Tabi bu benim düşünce ve hissetme biçimim, Lo'nun ne düşündüğünü bilmiyorum. Çünkü Jane yazmamış. 

Kitapta Jane'in gözlemlediği 6 tür aşk var. Bunlar : Eros, Ludus, Storge, Mania, Pragma ve Agapi. Bu türler aslında ne Sarah Jio'nun ne de Jane'in uydurması, aşkın 6 türü Kanadalı Sosyolog John Lee tarafından 1970 yılında yapılan bir araştırma sonucu ortaya koyulmuş. Ne kadar doğru ya da değil bilemiyorum, bir ara araştırmışlığım olsa da (25 ayrı etmen var, dna zıtlıklarından-zıt olması şart-, fiziksel benzerliklere, beynin yaptığı kodlamalardan, kimya vs gibi faktörlere kadar) katiyen bu konuda uzman değilim. Ama aşkın diğer türleri nedir, nasıl bir hikaye anlatır diye merak ederseniz buyurun okuyun derim, ancak kitaptan üstün bir performans ya da başarı da beklemeyin.