12 Temmuz 2015 Pazar

Annem ve Annem

Dün akşam (saat 10 civarı) şu aralar D&R'da çalışan arkadaşımdan bir mesaj aldım. Attığı mesaja göre, dün İzmit Seymbol Avm'deki D&R'a giden bir hanımefendi, aradığı kitabın olup olmadığını sormak için arkadaşımın yanına gitmiş. Arkadaşım kitabı ararken, bayan kitap hakkında bir blog yazısı okuduğunu bu yüzden de kitabı almak istediğini söylemiş. Arkadaşım kitabı bulup verdikten sonra (bu arada bayan da ödemeyi yapıp çıkarken) hanımefendinin yanına gidip hangi blog olduğunu sormuş. "fısıltılıtepeler" cevabını alınca durumu bana da bildirmek istemiş. Bu ilk mesajı gördüğümde suratımda koca bir gülümseme oluştu. Ancak "hangi kitapmış" diye sorduğumda ve cevap olarak "Annem ve Annem" mesajını gördüğümde, tüylerim diken diken oldu. Çünkü ben o kitabı yazmamış olmakla birlikte, mevcutta okuduğum ve şimdiki yazı olarak tasarladığım kitaptı. Arkadaşıma bir hata olup olmadığını anlamak için birkaç sual ettimse de farklı bir cevap alamadım. Çalışma odasından kalkıp dün akşam spor için yatak odasına serdiğim "yoga matının" üzerine uzanmış "nasıl yahu" diye söylenirken "rüyada" olup olmadığımı düşündüm. Kafam o kadar dalgın bir hale geldi ki spor yapamadığım gibi üzerime bir de korku çöktü. O an üzerime çöken korkuda karanlık odanın, rüzgar ve yağmurdan havalanan perdelerin de etkisi mevcuttu tabi. Sonra belki de resmi, paylaştığım başka bir hesapdan görmüştür, bloğu da okuyorsa aklına onun adı gelmiş ve vermiştir deyip geçiştirdim. Ancak gizem benim için hala çözülmüş değil. 


Delphine de Vigan tarafından kaleme alınan ve Elle Dergisi Okur Ödülü dahil bir çok ödüle sahip olan kitaba gelecek olursak, yazar bu kitapta ne yazık ki kendi gerçek hikayesini ve annesini anlatıyor. "Ne yazık ki" diyorum çünkü hiç kimse böyle bir anneye sahip olmak, böyle bir hayata mahkum olmak istemez. Ancak ne yazık ki bazı şeyleri kendimiz seçemiyoruz. Kapaktaki resim, yazarın gerçek annesi mi bilmiyorum ama annesinin tarifine çok uyuyor. Kitabı nasıl değerlendirmek lazım onu da bilemiyorum. Bu sabah kitabı bitirene kadar kitapta "soğuk bir gerçeklik" hali vardı. Yazar olabildiği kadar duygusallıktan uzak, ve annesinin yaşadığı ve kendisine yaşattıklarını anlatıyordu. Ama bu sabah yani son sayfalara doğru o(yazar) da kırıldı kitap da. Tüm o soğuk gerçeklik yerini isyana, haykırışlara döktü. İşin kötü tarafı beni de benden alıp götürdü, tüm gün tonla farklı anının arasında dolaştım durdum. 

Saçlarımdaki beyazları inceledim önce, sonra geçen yazdan beri giymediğim etekleri üzerime tutup fiziksel açıdan giyebilecek durumda olsam da  gözlerimin içindekilere baktığımda onları giyemeyecek kadar yaşlandığımı görüp hepsini fırlatıp attığım kenara. Tam toparlandım derken, gözlerim deyince 1 yıl boyunca gönüllü çalıştığım görme engellilerle geçen günlere uzandı anılarım. Oradaki üyelerden biri baş başa oturduğumuz bir gün şöyle demişti "görmüyorum ama görseydim eğer gözlerinin çok kederli baktığını söylerdim", oldukça neşeli davranmama rağmen bunu söylemesi üzmüştü beni, tam o anıdan da sıyrılmış elime parfüm şişesini almış, üzerime sıkıp sokağa çıkmaya hazırdım ki, parfüm şişesi yine aynı günlere döndürüyor beni. Bazen kalabalık halde onları bir yerlere götürürdük, yanlarında olduğumu anlasınlar, kendilerini güvende hissetsinler diye o zamanlar Türkiye'de pek bulunmayan yurt dışından getirttiğim ve kafaları karışmasın diye hiç bir vakit değiştirmediğim onların benimle özdeşleştirdiği parfüm "Issey Miyake" geliyor aklıma,( parfüm takıntım böyle başlamıştı onu da anımsıyorum şimdi, ayrıca onların yanından ayrıldığımdan beri Issey Miyake'yi hiç kullanmadığımı da fark ediyorum). Kapıdan ne vakit girersem 15 saniye içinde bir anda tüm sesler kesilip "aaa Nesrin gelmiş" diyen ve gülümseyip kapıya doğru dönen yüzler geliyor gözümün önüne.  Daha da sayamayacağım onlarca anının içinde dolandım tüm gün.        

Hala da şu ana dönmüş sayılmam. O yüzden bugün çalışmayı es geçip dalgın bir halde dolanıp durdum. Tıpkı yazarla annesinin derin bir sessizlik içinde Paris sokaklarını arşınladığı gibi ben de eşimle birlikte sokakları arşınladım. O tüm gün büyük bir hevesle kıyafet denedi, bense herkesten uzağa sessiz köşelere kaçtım. Öyle ya yazmayı unuttum, yazarın annesi yani Lucile "bipolar" ama ilk krizine kadar bunu kimse bilmiyor. Boşanmış bir kadın, üstelik bipolar, intihar eden kardeş ve kuzenlerle dolu bir aile, tecavüzüne uğradığını söylediği bir baba, yaşama duyduğu isteksizlik ve nefret, ve tüm bu gerçeklerle büyütmeye çalıştığı iki kız...Yazarın tüm o "sert, duygusuz, bitsin de kurtulayım" tavrı yazım sitilini, hislerini o denli iyi anlıyorum ki, kendi annem adına "Allah'a şükretmek" dışında ne diyeyim bilemedim. Öyle bir hayatım olmadığı için şükretmek dışında ne diyeceğimi cidden bilemiyorum. Ancak yapacağım ilk iş yazarın mail adresini bulmak olacak. Çünkü okurken hep şunu düşündüm, "keşke Lucile'yi bir de Manon'un(diğer kızı) kaleminden okuyabilsem, Manon'un gözüyle Lucile'yi görebilsem". Çünkü ilk krizini yaşadığı sırada,  Manon 6 yaşındayken ve Lucile Manon'un gözlerini akapuntur iğneleri ile delmeye çalışmasına (yazar teyzesi ile içeri dalana dek bir tanesini gözünün altına sokmayı başarmış) elini saçlarına dolamış Manon'u yerde sürüklemesine rağmen, Manon'un gördüğü Lucile, yazarın gördüğü Lucile'den çok farklı. Onlar yaşanan her krize, yapılan her deliliğe karşı gerçek bir anne - kız gibiler. Oysa yazar çok farklı, üstelik bence çok da acımasız. Annesinin bunları bilinçli yapmadığını bilmesine rağmen "iyi de bu farkındalık, benim hayatımı mahvettiği gerçeğini değiştirmiyor" diye isyan eder gibi. "İçimdekileri kusmazsam bunlar yüzünden delirebilirim" der gibi. Ve anlıyorum aslında "bu kitabı yazıyorum çünkü bugün beni ezip geçen, içimi dolduran şeylerin üzerinde durmaya gücüm var, çünkü neyi aktardığımı bilmek istiyorum, çünkü sanki bir lanetin içinde yaşıyormuşuz gibi başımıza bir şeyler gelecek korkusunu kırmak, şansımdan, enerjimden, neşemden faydalanabilmek istiyorum, korkunç bir şeyin bizi yıkacağını ve acının hala karanlıkta bizi beklediğini düşünmeden hareket etmek istiyorum" sözlerini, ancak annesi yaşarken kaleme aldığı (annesi ve kendisini anlattığı), bu yüzden imza günlerinde annesinin hep kaçmayı tercih ettiği ilk romanını ise bir insan olarak, bir evlat olarak anlamıyorum, doğru da bulmuyorum. O her ne kadar, "gerçekte yaşadıklarım, anlattıklarımdan çok daha şiddetliydi" dese de, bu çok yanlış. Ben ki özgür yazımdan yana bir insan olmama rağmen, yazarın yaşadığı zorlukların hayal dahi edemeyeceğim kadar büyük olduğunu bilmeme rağmen, "sırf sizin için yaşamaya çalıştım" diyen ve yaşadığı krizlere ve tüm o düşüşlere karşın, bir başına o işten başka bir işe savrulurken Paris gibi bir metropolde yine de çocuklarını büyütebilmiş bir annenin, istemeyerek yaptığı her şeyi gözüne sokulup, yazılıp önüne koyulmasını hak ettiğini düşünmüyorum. Manon da benim gibi düşünmüş olacak ki, "yazdıkların çok şiddetli ve acımasızdı" sözleriyle eleştirmiş ablasını. Onun da etkisi oldu mu bilmem ama, belki annesi intihar edip hayatına son verdiğinde yazar da nihayetinde bizimle aynı düşünceye kapılmıştır, belki de bu yüzden 350 sayfa boyunca görmediğimiz kadar güzel sözlerle uğurlamaya karar vermiştir annesini : "Soğuk yokluklarda yakamıza yapışan bu ateşli hastalığı, bu bilinmeyen ülkenin özlemini, bu merak bunaltısını bilir misin? Sana benzeyen bir yer var her şeyin güzel, zengin, sakin ve dürüst olduğu, düş gücünün bir Batı Çin'i kurup süslediği, yaşamı ciğerlere çekmenin tat verdiği, mutluluğun sessizlikle birleştiği bir yer. Gidip orada yaşamalı, gidip orada ölmeli işte!"                          

Açıkçası kitap beni oldukça dağıttı, yazmayı düşündüğüm şeylerle yazdığım tamamen farklı ve hatta oldukça da dağınık, çünkü kafam o kadar dağınık ki ne yazdığımı ben de bilmiyorum, kitabı tavsiye eder miyim onu da bilmiyorum. Tek bildiğim hayattaysalar eğer gidip annelerinize sarılın, size bu denli iyi baktıkları, size olan sevgilerini dile getirip size sarılabildikleri için ve tabi onlara bu gücü veren Allah'a şükretmeyi de unutmayın! 

Ve bir de neden bilmiyorum kitap boyunca kafamda bu melodi https://www.youtube.com/watch?v=yEzycr-Ukmo dönüp durdu, Ne olduğunu bulamıyordum ki bugün arabadan tam inerken radyoda duyunca çivilenmiş gibi koltuğa yapıştım. 

Görüşünceye dek hoşça kalın.   

2 Temmuz 2015 Perşembe

Agapi

New York Times'ın çok satan yazarı Sarah Jio tarafından kaleme alınan Agapi "Ölümsüz Aşk" isimli eseri D&R raflarında görünce hemen alıp, tavsiye edildiği üzere bir çırpıda okudum. Kitabı bitireli yaklaşık 3 hafta olduğu için, kitabı şu an çok ayrıntılı anımsamıyorum, ancak kitapla ilgili aldığım not ve izlenimlerim mevcut. Kitabın içeriğine geçmeden önce Sarah Jio ile ilgili şunu söylemeliyim, (okuduğum 3 kitabına istinaden) Sarah Jio eser konusunda tuhaf bir zikzak çiziyor. Çok övülen bir kitap olmasına karşın(muhtemelen çok satan politikası), Agapi okuduklarım arasında en kötü olanıydı. Birincisi büyük bir acele ile yazılmış, dolayısıyla çok üstünkörü bir yazım türü söz konusu, ikincisi hikaye pek de tatminkar görünmüyor. Bir an acaba "Sevgililer Günü"ne özel mi tasarlanmış diye düşünmeden edemedim.Üçüncüsü ve en kötüsü ise arka kapakta yazan yazının sizde daha derin bir hikaye beklentisi oluşturması. Kapağın arkasına şöyle bir şey yazılmış "İlk görüşte aşık olabilirsiniz. Fiziksel bir çekime kapılarak kendinizi aşka bırakabilirsiniz. Tutku ve ihtiras dolu bir serüvene çıkabilirsiniz. Paylaşımlarınız üzerinden aşka tutunabilirsiniz. Aşkı hiçbir bağlayıcılığı olmayacak şekilde de tanımlayabilirsiniz. Peki gelecek planlarınızla uyumlu bir aşka ne dersiniz? Ya da belki ölümsüz aşkı bulursunuz. Aşkın altıncı hali agapiyi...Onu "o" olduğu için seversiniz ve asla vazgeçmezsiniz."  

Kitabın kahramanı Jane, annesinden kalan büyük bir çiçekçi dükkanına sahiptir(Sarah Jio'nun her eserinde çiçekler ana unsur), bir yandan çiçekçi dükkanında çalışan Jane bir yandan da ara sıra nükseden görme problemleri ile uğraşmaktadır. Bir noel vakti kapısına bırakılan bir kart Jane'nin yaşadığı görme probleminin aslında bir kusur değil aksine kendisine bahşedilmiş bir yetenek olduğunu bu yüzden yazılan gün ve tarihte karttaki adresi ziyaret etmesini yazmaktadır. İlk önce bunu bir şaka zanneden Jane, kartın tanıdığı kimse tarafından gönderilmediğini anlayınca, kartın sahibi ile görüşmeye gider ve aslında görme bozukluğu olmadığını aksine gerçek aşkı görme yeteneği olduğunu öğrenir. Üstelik bir de görevi vardır, 30.yaş gününe kadar, 6 farklı aşkı gözlemlemek ve kendisine verilen boş kitaba yazmak zorundadır. Aksi takdirde hiç bir zaman gerçekten aşık olamayacaktır. Herkesin düşüncesi farklı olmakla birlikte konu bana pek tatminkar gelmedi bu 1, 2.si Jane, New York'ta yaşıyor olmasına karşın etrafındaki insanlarla yakın ve sıcak bir ilişkisi var. Sorun ne? dediğinizi duyar gibiyim. Sorun şu, yalnızlığa mahkum Amerikan bireylerinden ziyade, Jane etrafı sıcak ilişkilerle dolu Türk toplumundan bahsediyor gibi.. Kitaba dair hiç mi iyi bir sözüm yok, olmaz mı var tabi ! Örneğin Jane karakterini çok sevdim hatta onda kendimi buldum diyebilirim. Dik duruşuna karşın her şeye duygulanan gözünden yaşı eksilmeyen bir kız Jane. Üstelik sevdiklerini (ama kendine ait olanları) deli gibi sahiplenen, ulaşamadıklarına hasretle uzaktan bakıp ama diğer yandan hep mutlu olmalarını isteyen, güveni dağıldında toparlaması zor olan, herkese rağmen yalnız hisseden bir kız. 

Jane daha kendi yaşayamamışken kendini birden 6 farklı hikaye ararken bulur. Şimdi şöyle bir düşününce bu hikayelerin içinde hiç mutluluk yoktu gibi anımsıyorum. Çünkü bunlar hep zor hikayelerdi. Biri Jane'in yardımcısı Lo'nun başına gelmiş, Lo ilk kez aşık olmuş ancak aşık olduğu kişi evli çıkmıştı. Ve Lo kendini bu aşktan uzak tutamamış, ilk kez hissettiği o duyguya deli gibi sarılmıştı taki  Lo, bir gece aşık olduğu adamın evine gidip pencereden eşini onun omzuna yaslanmış şekilde görene kadar. O görüntüden sonra Lo, ertesi gün için çıkacakları Paris seyahatini iptal eder, sevdiği adamı da terk eder. Ancak 3 gün sonra adamın Paris'te kalp krizi geçirip öldüğü haberi gelir. Richard Gere'nin ölüm sahnesinden sonra bana bir kez daha "hayııııııırrrr" dedirttiren bir sahne oluyor bu. Çünkü adam da gerçekten Lo'yu sevmektedir. Ölüm haberinden sonra Lo'nun durumunu yazan Jane ile aynı sorunsala düştüm "eşi ve çocukları ile birlikte olup Lo'yu kahretseydi ama hayatta mı olsaydı, yoksa ölüp de herkesin hayatından sonsuza dek uzaklaşsa mıydı?" Dışarıdan bakınca, ölmesi herkesin yoluna devam etmesi açısından iyiymiş gibi görünmesine karşın, söz konusu kalbimizdeki insan olduğunda hissettiğiniz şey çok farklı. Bir insanı tüm uğraşlarınıza karşın silemediğinizde ve her seferinde yeniden tekrar tekrar sevdiğinizde, ve onun düşüncesi olmadan geçen, değil bir gün bir "an"ınız bile olmadığında, istediğiniz ve isteyeceğiniz tek şey O'nun "başkasına ait de olsa" hayatta olması olur. Çünkü bilirsiniz ki O artık sizin yaşama sebebiniz olmuştur. Yaşadığınız şehri anlamlı kılan, olmadığı vakit katlanılmaz yapıp, kaçmanıza sebep olan kişidir. Diğer yandan artık hayatınız tatsız ve siz tüm hayata kör gibisinizdir ve bilirsiniz ki artık ömür boyu bu böyle olacak, hayata kör yaşayacaksınız, baktığınız hiç bir güzelliği görmeyecek ve duymayacak, sadece bedenen varlık göstereceksinizdir.  Buna rağmen O'nun hayatta olmasını istersiniz çünkü O artık yaşama, nefes alma sebebinizdir ve siz Onsuz nasıl nefes alacağınızı bilmezsiniz. Tabi bu benim düşünce ve hissetme biçimim, Lo'nun ne düşündüğünü bilmiyorum. Çünkü Jane yazmamış. 

Kitapta Jane'in gözlemlediği 6 tür aşk var. Bunlar : Eros, Ludus, Storge, Mania, Pragma ve Agapi. Bu türler aslında ne Sarah Jio'nun ne de Jane'in uydurması, aşkın 6 türü Kanadalı Sosyolog John Lee tarafından 1970 yılında yapılan bir araştırma sonucu ortaya koyulmuş. Ne kadar doğru ya da değil bilemiyorum, bir ara araştırmışlığım olsa da (25 ayrı etmen var, dna zıtlıklarından-zıt olması şart-, fiziksel benzerliklere, beynin yaptığı kodlamalardan, kimya vs gibi faktörlere kadar) katiyen bu konuda uzman değilim. Ama aşkın diğer türleri nedir, nasıl bir hikaye anlatır diye merak ederseniz buyurun okuyun derim, ancak kitaptan üstün bir performans ya da başarı da beklemeyin.