14 Ekim 2012 Pazar

Coco Chanel


Kitaplığımın Yeni Misafiri

Bugün D&R'da dolaşırken dedim ki, D&R hangi şehirde olursa olsun iş yapıyor galiba. Sakarya gibi bir şehirde bile dolu olduğuna göre...Tabi ki de konum, okumayan insanlar, sanattan, kültürden yoksun bir şehir falan olmayacak. Bugün ki konum moda devi Chanel oldu, bu nasıl oldu derseniz, gündüz D&R'da geziniyordum ki Chanel'in biyografisine rastladım (hem de 9.90'a) elbette hemen kaptım kitabı. Başka biyografiler var mı diye baktım ama İpek Çalışlar'ın Halide'sinden başka uygun fiyata biyografi yoktu ki o kitap bildiğiniz üzere bende var, nitekim hakkında da 3 sayfa yazı yazdım. Normalde kitabı bitirir hakkında öyle yazarım ama bu sefer okumadan minik bir tanıtım yapayım dedim. 
Çünkü Salı günü dil derslerime başlıyorum ve yazacak zamanım olur mu bir daha bilmem. Bir kere kitap müthiş güzel resimlerle dolu, kimi çizim, kimi fotoğraflardan oluşan resimler var. 336 sayfa ama kesinlikle dili tatlı en azından okuduğum ilk sayfaları bunu gösteriyor. Özellikle kızların bu kitaptan çok hoşlanacağını düşünüyorum. Öylesine renkli ve ilgi çekici unsur var ki, parfüm şişeleri mi istersiniz, mayo çizimlerinden, pantolon, ceket eskizleri mi ne ararsanız var, bu yüzden  3-4 resim koyayım dedim. Chanel'e gelince bildiğiniz gibi o bir moda efsanesi. 
Çok insan bilmez ama, çocukluğu bir manastır yetimhanesinde geçmiş, o yüzden tasarımlarında kilise ve haç etkisi olmuş. Kapağın iç kısmında anlatılana göre kitabın yazarı iyi bir araştırma sonucu, Chanel'in muhteşem görüntüsü altındaki çalkantılı dönemlerini, tutkulu ilişkilerini ve moda devine nasıl dönüştüğünü aktarıyor. Ne yalan söyleyeyim ben okumak için deli olmuş durumdayım ancak elimde Niyazi Berkes'in anıları var, üstelik sırada Uğultulu Tepeler bekliyor, bir de dil dersleri olunca Chanel'i ne zaman okuyacam bilmiyorum. Belki ödevlerden arta kalan vakitlerde kendimi Chanel'in hayatı ile ödüllendiririm. Ama sizin vaktiniz varsa okuyun derim.  

8 Ekim 2012 Pazartesi

Aynı Toprağın Çocuklarıyız Biz



Bu sıralar Halide’dir, Mozart’tır(eğitim için Viyana’ya gitmeye niyetlendiğimden Mozart’ın Viyana’sını da anlamaya çalışıyorum) Niyazi Berkes’dir derken anılara iyice sardım. Beni hayatta mutlu eden iki faktörden biri (eski)basını incelemek diğeri de anı okumaktır. Çünkü karşınıza öyle anılar, öyle hikayeler çıkıyor ki bildiğinizi sandığınız her şey yerle yeksan oluyor. Niyazi Berkes anıları yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’ne ışık tutmakla kalmıyor ABD’nin 1930lu yıllarına da ışık tutuyor. Ayrıca öyle ilginç şeyler anlatıyor ki (sanırım sosyolog olduğundan) kırk yıl düşünseniz aklınıza gelmeyecek, her biri ayrı bir araştırma ve tez konusu olacak konular oluyor. O ilginç anıları anlatmak uzun ve zahmetli olacağından çok olmasa da yine de ilginç bulduğum ve beni etkileyen bir olayı aktarmak istiyorum:
“Atatürk henüz ölmüştü…Çok acı günlerimizdi. Üniversitenin posta yeri, kitap satılan mağazanın içindeydi. Atatürk’ün ölümünden sonra her zaman yaptığım üzere sık sık mektup atmak için gene bir gün postaneye uğramıştım. Elimde birkaç mektup, sıramın gelmesi için adım adım ilerlerken, arkamda uzun boylu bir oğlanın elimdeki zarfların üstündeki adresleri okumaya çalıştığını fark ettim. Canım sıkıldı ve zarflarımı tersine çevirdim. Sıram geldi, zarflarımı pullayıp çıkarken arkamdaki oğlan bana yetişti.  “Arkadaş çok özür dilerim, Türkiye’ye mektup atmakta olduğunuz fark ettimdi, ondan” dedi.  Ben bu münasebetsizliğe içerlemiştim. Biraz sinirli  “bundan size ne, başkasının zarfına bakılır mı?” dedim. Oğlan “haklısınız, ayıp bir şey, ama bana özgü bir nedeni var, izin verirseniz anlatayım” dedi. Bu sözlere gelinceye değin ben oğlanın bir Rum olduğunu İngilizce şivesinden sezmiştim. Devam etti :”ben Yunan asıllıyım, ama anam babam Türkiyelidir. Yarım yüzyıldır bu ülkede (ABD’de) gençlik hasretlerinden ölecekler. N’olur lütfedip bize bir kez olsun gelir misiniz? Annemi çok sevindireceksiniz” dedi.  Kararlaştırdığımız bir gece verdiği adrese gittim. Kaldıkları apartmanın tüm ışıkları şenlik varmış  gibi yakılmıştı. Oğlanın annesi İstanbullu bir bayandı. Üstüme sarıldı beni öptü, öptü; yaşlı kollarından zor kurtuldum. Kocası Edirneli bir Rum’muş. Ağır başlı bir adam. Bu öpüşme sarılma merasimlerinden sonra koltuklara oturduk. Oturduğum yerin yanında bir sigara, kahve masacığı, bir de bir Rum metropolit(anladığım kadarı ile Rum gazetesi) fotoğrafı duruyordu. Atatürk’ün ölümü üzerine o gün ondan mektup almışlar.  Onu getirip okumaya ve bana İngilizce olarak çevirmeye başladılar, çünkü ikisi de, Türkçeyi hayli unutmuşlardı. Metropolit sahife sahife olayı anlatıyordu. Yalnız bir yeri Türkçe  idi : Atanın cenaze günü “Dağ Taş Ağladı” diye yazmıştı.  Ana babanın oğlu ile kızları bizi seyrediyorlardı. Savaşan iki milleti böyle birbirine yaklaştırıp ağlatan adamı onlarda anlamaya çalışıyordu…” Niyazi Berkes’in bu anısı evdekilerin meşrutiyet dönemi gençlik anılarından Niyazi Berkes’i evlatları gibi kucaklayıp saatlerce ağlaşmalarına dek sürer gider.
Bu ve buna benzer okuduğum yüzlerce anı vardır ki bana hep aynı şeyi söylettirir. Savaş milletlerin değil, siyasetçilerin savaşıdır, savaşan ise ne yazık ki bağlı olduğu ülkeye mensup gençliğinin baharındaki zavallı halktır. Halide Edip de Sakarya Savaşı’nı anlatırken, (Yunanlılarla Türkler arasındaki savaşta) Rum cephesine yaralı şekilde esir düşen Türk askere, Rumlar çekildikten sonra “yaralarını kim sardı” diye sorar. Aldığı cevap  “Rum doktor” olur. Yine aynı cephede herkes geri çekildiğinde birbirine sarılmış koyun koyuna yatan Rum ve Türk askerleri bulurlar. Bu durum Halide’yi olduğu kadar cephedeki taş yürekli gibi duran komutanların içine işler. Yine çok yıllar sonra Yunanistan’da elçilik yapan sevgili Zeki Kuneralp anılarında 6-7 Eylül olaylarını anlatırken, bu olaylar esnasında eşinin doğum sancısı tuttuğunda eşinin yanında olan kişinin Yunan Büyükelçisinin karısı olduğunu anlatır. Ve her şeyden öte geçen yıl yaptığımız Yunanistan ziyareti göstermiştir ki Türkler ve Yunanlılar, siyaset ve milli eğitim gereği birbirine düşman olarak aksedilen iki millettir. Ancak halk bazında, bu böyle değildir. Hele yaşı biraz geçkin olan Yunanlılar Türklere sevgi doludur. Geçen yıl ilk kez Yunan adalarına tatile giderken Türk olduğumuzu söylemememiz tembihlenmişti oysa öyle güzel muamele gördük ki, (sürekli tatlı ikramları yapıyor ve bizden para almıyorlardı) orayı ikinci bir ev gibi benimsedik. Bu biraz kişilik ve niyetle de ilgili tabi siz konuya siz haindiniz diye girerseniz onlar da siz de bize eziyet ettiniz diye lafa başlar. Halbuki onların ne suçu var ki onlar sadece halk.  Ama onun yerine bir zamanlar Osmanlıydık, siyasi konjektür bizi bu hale getirdi. Adalar şimdi şöyle güzel, İstanbul böyle oldu, nüfus şu kadar, baklavaya biz bu şerbeti koymuyoz, cacıkı şöyle yapıyoruz diye lafa girdiniz mi, karşınızdakini sizden ayırmanın imkanı yok. Gerekli olan sadece birazcık özveri. Niyazi Berkes’in anısının ilginçliği de (ki geçen yıldan beri artık bu duruma şaşırmıyorum) bunu göstermiyor mu, gurbet elde biri Rum diğeri Türk iki insanı bir araya getirip ağlatan  VATANIM dedikleri toprakları, ATAM  diye ağlaştıkları aynı unsur, aynı kişi değil mi? Tabiki de öyle olacak çünkü başlıkta da yazdığım gibi Aynı Toprakların Çocuklarıyız Biz.

Bu arada Niyazi Berkes’in “Köy Enstitüleri” de muhakkak okunmalıdır. Çok iyi bir çalışmadır, cumhuriyetin ilk yıllarında yapılmış ve yazılmış tek tük iyi inceleme eserlerden biridir. Niyazi Berkes uzun süre köylere gidip orada ikamet edip, köylüyü ve köylerin durumunu incelemiştir. Hatta bu alanda ilktir bile denilebilir.  “Türkiye’de Çağdaşlaşma” eseri zaten tarihçiler tarafından iyi bilinen efsane bir eserdir. Ama ben bunların yanında “Osmanlı Neden 200 Yıl Geri Kaldı” yı da şiddetle tavsiye ederim.  Ve tabi şu an okumakta olduğum “Unutulan Yılları” da başlı başına farklı tez konuları içeren olaylarla doludur. Bu kadar öneriden sonra Niyazi Berkes hayranı olduğum da fark edilmiştir sanırım gerçekten de öyle batıda Emile Durkheim, ve ilginç tarih yaklaşımı dolayısıyla Weber, Türkiye’de ise Niyazi Berkes (her ne kadar sürgün şekilde ABD’de yaşamış olasa da) benim favori toplum bilimcilerimdir.      

1 Ekim 2012 Pazartesi

Hayır Ben Bir "Manken ya da Model" Değilim Ama Evet Sağlıklı Yaşıyorum


Uzun zamandır sağlıklı yaşam üzerine yazmak istiyordum, çünkü en çok karşılaştığım sorulardan birinin cevabı bu konu ile ilgiliydi ancak fırsat olmuyordu. Ancak İstanbul Fashion Week’e  sayılı günler kala aldığım bir telefon (beni inanılmaz şaşırtmasına rağmen) hem mutlu olmama hem de bu yazıyı kaleme almama neden oldu.
Bundan bir kaç hafta önce tamamen kendi işimle ilgili olarak bir moda kuruluşunu ziyaret etmek durumunda kalmıştım ancak bunun kesinlikle modayla ilgisi yoktu. Nitekim işim bittikten sonra da Nişantaşı sokaklarında fazla oyalanmadan boğaza doğru inmiş sonrasında da şehrime dönmüştüm. Buraya kadar her şey normal seyrindeydi. Ta ki orayla bağlantılı bir yerden telefon gelip de İFW için modellik teklifi gelene kadar. Uzun süre yanlış kişiyi aradıklarını, aksi taktirde adımı soyadımı telimi vs mi bulmalarının mümkün olmadığını, mümkün olsa bile buldukları kişinin ben olduğumu nerden bildiklerini anlamaya ve inkarla geçti. Ancak daha sonra sorduğum her sorunun mantık çerçevesinde cevapları gelince beni yanlışlıkla aramadıkları ortaya çıktı. 
Üstelik sadece bu değil, son günlerde beni nereden  bulup da eklediğini anlayamadığım modacıların da bana nereden ulaştığını öğrenmiş oldum(çünkü internette ne bloğumda, ne twitterım da ne resmim ne cismim  var–hatta beni ekledikleri sayfalarımda adım soyadım bile yok- facebook hariç ki orada da arkadaşım olmayan kimse adımı bile göremiyor). Her neyse arayan kişi ciddi şekilde kurumun defilesinde yer almam istendiğini söyledi. Gittiğim gün sohbet ettiğim insanlar moda tasarımcısı değil öğrenci olduğumu öğrenince, şanslarını denemek istemişler. Ben tabi hayırı yapıştırınca o zaman kurum yerine Türkiye’nin önde gelen 2 önemli modacısının defilesinde yer alıp almayacağımı sordular. Hatta para konusunu da katlayınca iyice şaşırdım.  Model eksiklerimi var da bana kadar düştüler mi diye sordum, ancak benim boyumda üstelik 36 beden birini her zaman bulamayacaklarını bu yüzden ısrarla beni istediklerini dile getirdi. İşin beni mutlu eden kısmı ise yaşımı söylediğim ve kızın “hadi canım” dediği andı. İşte o an her şeye değerdi. Kız “resminize bakıyorum şu an ve en fazla 23 diyorum”dedi(benden habersiz çekilen fotoğraflar, ben daha sonra tesadüfen internetten gördüm) . Kızla uzun bir sohbet yaptık (ben defileye çıkmayıp teklifte bulunduğu o 2 önemli isim için davetiye yollasa olmaz mı diye sordum ama kız içinde yer almazsam davetiye de yollamayacağını söyledi J) nasıl böyle göründüğümü sordu. Anlattım, ona anlattığım şeyler genelde etrafımdaki insanların da sorduğu ve daima anlattığım şeylerdi. Ne zamandır nasıl, zayıf ama sağlıklı ve genç kalabildiğimi toptan anlatmak istiyordum bu da iyi bir fırsat oldu.
Sağlıklı yaşamımı tanımlayacak olursam, etrafımdakilerin itirazlarına “ye bir daha mı geleceksin dünyaya” söylemlerine rağmen, bol su tüketmek, bol yürüyüş yapmak, gereksiz yere yemek ya da abur cubur atıştırmamak, bolca yeşil çay ve soda tüketmek olarak tanımlayabilirim. Tabiki de önce Allah’ın verdiği sağlık – sıhhat olmalı, sonrası size kalmış. Yaklaşık 15-16 yaşına kadar ağzıma kola sürmedim, 30 yıldır içtiğim gazlı içecek toplasanız 3-4 litreyi geçmez. İçki, çay, kahve, neskafe ile aram hiç yok. Hatta su, yeşil çay ve sade soda dışında bir içecek tüketmedim ve de tüketmiyorum desem çok daha doğru olur.  Kırmızı et de tüketmiyorum (ama kıyma formatında yerim), tavuk vazgeçilmezim, arada fosfor ihtiyacı için balık yemeyi de ihmal etmem. Sebze yemeği ve bakliyat olmazsa olmazım. Dışarıda yemek tüketmemeye çalışırım. Özellikle fast fooddan uzak duruyorum. Yiyeceksem de en son aylar önce tüketmiş olma koşulumu gözden geçiriyorum. Her sabah en az 1-2 kaşık bal yerim. Akşam en son 18.30’da yemekten kalkmış olmaya özen gösteririm sonrası saat 21.00 sıraları meyve ya da dondurma ile geçiştiririm. Günde en az 1 bardak yeşil çay, ve günün sonunda 2 minik şişe soda tüketmiş olmaya özen gösteririm. Uzun süredir sigara içmiyorum ama en büyük pişmanlığım içtiğim yıllarıma dairdir. Çok uzun yıllar içtim, içmediysem de pasif içici olarak iştirak ettim. Bugün hep derim ki zamanında o dumanlara maruz kalmayaydım cildim bugün çok daha genç olurdu. O yüzden içiyorsanız muhakkak bırakın.
Tabi bu yaşam tarzında, çok ufak yaşta sporla tanışmamın ve uzun yıllarımın sporla geçmesinin de etkisi var. Spor yapamıyorsanız bile günde yarım saat yürüyün. Yürüyüş cidden mucize bir dokunuş gibidir. Uykularınızı düzenli tutmayı, günde en az 8 saat uyumuş olmayı ihmal etmeyin. Ayrıca bence en önemlisi ruhunuzu besleyin. Seyredilecek güzel bir film, dinlenilecek hoş bir müzik, ya da okunacak güzel bir kitap. Bu saydıklarımın hepsi hangi şartlarda çalışırsanız çalışın hayatınıza uygulayabileceğiniz bir yaşam şeklidir.  Ne kadar stresli ortamda çalışırsanız çalışın ruhunuzu ve bedeninizi dinlendirmeyi ihmal etmediğiniz sürece daha yavaş yaşlandığınızı göreceksiniz.  Unutmayın ki yaşadığınız hayatın hükmü her daim sizin elinizde olmasa da hayatı hangi kalitede nasıl yaşayacağınız konusu tamamen sizin elinizde.
Kendime gelince, kendime dair en büyük umudum ise bugün nasıl en fazla taş çatlasın 23 diyorlarsa, 40 yaşıma geldiğim vakit de en fazla 33 ya da 34 gösteriyorsun demeleri. Sağlık, sevgi, spor ve kitapla kalmanız dileğiyle…