25 Nisan 2013 Perşembe

Cezayir Beyinin Sinekliği

Yoğunluktan dolayı yeni bir yazı kaleme almak gibi bir niyetim yoktu bu aralar, sömürge meselesi ile ilgili bir makale hazırlamam gerektiğinden oldukça yoğunum. Ancak az önce konu için kitap okurken öyle bir sayfa okudum ki tüylerim diken diken oldu. Bunu kendime saklasam ayıp olur diye düşündüm. Kitabın yazarı İtalyan tarihçi Raimondo Luraghi kendisi İtalyan'ın en önemli tarihçilerinden biri. Luraghi'nin "Sömürgecilik Tarihi" isimli eserini okuyordum. Afrika'nın Sömürge Haline Sokulması kısmında Müslümanlara da atıfta bulunmuş oraya geçmeden evvel kısa bir girişte bulunacağım. 

1830 yılında Fransa yönetimsel anlamda sıkıntı yaşamaktadır. Ülkede yeni bir krallık dönemi yaşanmaktadır, baskı mevcuttur. Buna rağmen libarel eğilimli muhalifler mecliste çoğunluğu sağlamıştır. Kral X. Charles ve bakanı Polignac, ülkeyi kesin olarak susturacak, eli kolu bağlı bir mutlakiyet yönetimine teslim edecek bir hükümet darbesi yapmayı planlamaktadır. Ancak tüm bunlar olurken halkın dikkatini farklı bir yere çekmek gerektiğini düşünür. Fransa dışına bir yere. 

Bu arada Osmanlı padişahının ismen naibi olan Cezayir Beyi, Fransa'ya daima dostça davranmış hatta ona borç para da vermiştir. Ancak Fransa o sıralar bu parayı henüz geri ödememiştir. Cezayir Beyi 29 Nisan 1830'da krali temsilen Fransız konsolosunu yanına çağırıp, konsolosa sert bir nutuk çeker ayrıca bu esnada elinde bulunan at kılından yapılma sinekliği ile konsolosu okşayıverir. Böylelikle Kralın aradığı savaş bahanesi çıkmış olur. Çünkü sineklik Fransa'nın şerefini lekelemiştir. Hükümet kralın yapacağı şeye anlayınca kralı protesto eder ama kral tüm bu protestolara rağmen 14 Haziran'da Cezayir'e çıkar, 5 Temmuz'da Cezayir Bey'ini tutsak ederler ve Fransa'nın Cezayir macerası başlar. Luraghi'nin Müslümanlar hakkındaki söylemine geçmeden önce belirtmek isterim ki, durum kralın umduğu gibi gelişmez Fransız halkı içeriye odaklanmıştır ve sonuç itibari ile kral kaçar ve geniş anayasal haklar verecek olan Louis - Philiie d'Orleans gelir tahta. Şimdi gelelim Luraghi'nin sözlerine :

Maraşel Bourmont Cezayir'in 15 günde dize getireleceğini söylemişti

Cezayirli "barbarların" uygarlığı Paris'te küçük görülüyor, buna değer verilmiyordu. Numidya'nın büyüklüğünü yaşamış bu ülkeye, İslamiyet, yüzyıllardır yeni bir soluk getirmişti. Kuran'ın verdiği kültür, insanın anlatılmaz, adem biçiminde tasvir edilemeyen ama her yerde hazır olan bir Tanrısallık kavramına yükseldiği mutlak bir tek Tanrı'ya inanış biçiminde özetlenebilir. Müslümanlar yalın tapınaklarında "ışıkla aydınlanmış çöllerin haşin çıplaklığından hoşlanan ve kendisine Gökyüzünden başka şeyin benzetilmesini kabul etmeyen yalnız bir Allah'ın, açık seçik, yalın ezici ve büyük"düşüncesinin yüce huzurunda kafalarını birleştirmeyi öğrenmişlerdi. 

Bir Müslüman kaderini bütünüyle bu mükemmel Allah'ın iradesine terk etmeyi, kendini O'na bırakmayı ve O'nun nüfuz edilemeyen amaçlarında huzur bulmayı öğrenmişti. "Rahim ve Gafur Allah adına! Seni hayranlıkla anıyoruz, Seni yardıma çağırıyoruz: Bize doğru yolu göster, Merhametine mazhar olan insanların yolunu!" Üzülmeye, öfkelenmeye ya da titremeye gerek var mı? Bir Müslüman her şeyin Allah'ın iradesine bağlı olduğunu bilir ve iki paralık gücüyle tarihin yönünü değiştirebileceğine inanan kâfire gülüp geçer. Allah onu utandıracaktır: Ve bunu da uygun bulduğu an yapacaktır. Ama yapacaktır.

HAYIR, FRANSA MÜSLÜMAN DÜNYANIN BÜYÜK MANEVİ GÜCÜNÜ DEĞERLENDİREBİLMİŞ OLSAYDI ONA BU KADAR KOLAY MEYDAN OKUYAMAZDI ! 
  

15 Nisan 2013 Pazartesi

Türkiye'nin Sessiz Devrimi ve Lübnan Örneği

Uzun bir aradan sonra herkese merhaba, ne zamandır yazmak isteyip de yazamadığım bir çok şey birikti içimde. Bunda doktora derslerinin de etkisi var kuşkusuz. Öncelikle her zaman yaptığım gibi yine belirtmek isterim ki bu blog siyaset blogu değildir. Ancak okuduğum tarihi vesikaları, makaleleri, kitapları da bugünden bağımsızmış gibi düşünmek safdillik olur. Sonuç itibari ile evet tarih tekerrürdür. 
Lübnan'da yaşayan bir arkadaşım sayesinde Lübnan'a oldukça ilgi duymaya başladık son zamanlarda. Eh tabi bugün ki konumunu anlayabilmek için de açıp 3-4 bilimsel makale okudum. Ne olmuştu da orada İç Savaş çıkmış, yıllar önce yarı yarıya olan Müslüman ve Hıristiyan topluluk arasındaki denge nasıl bozulmuştu? Tüm bu süreci okurken FKÖ (Filistin Kurtuluş Örgütü)'nün Lübnan'daki teşkilatlanması bana garip biçimde ülkemizdeki mültecileri ve yaşananları anımsattı. Bunun yanı sıra Utah Üniversite'sinde Amerika adına çalışan Doç Dr. Hakan Yavuz'un söylediği "Türkiye şu an sessiz bir İslami devrim yaşıyor" söylemi de aklıma gelince iste istemez Lübnan süreci gözümün önünden geçti. 


Özetle Lübnan'a değinecek olursam, İç Savaş'tan önce Lübnan'daki Müslüman nüfusu ile Hıristiyan nüfusu yaklaşık olarak yarı yarıyadır. Şu anda Müslüman nüfus baskın olmakla birlikte 1932 yılından beri sayım yapılmadığı için nüfus tam olarak bilinmemektedir. İç Savaş öncesinde kurumlar Müslümanlar ile Hırsitiyanlar arasında paylaşılmış durumdadır. Ve halk bir biçimde yaşayıp gitmektedir. Ancak hemen yanı başlarında yaşanan İsrail-Filistin çatışmaları, ve büyük oranda Filistin yenilgilerinden dolayı bölgeye dalga dalga Filistinli Müslüman göçü yaşanmıştır. Öyleki 1970 yılına gelindiğinde Müslüman nüfus Hıristiyan nüfusu geçmiştir. Fakat Müslüman nüfusun giderek artması ülkedeki iç dengeleri bozmaya başlamış. Yobaz Müslüman kesimin, Hıristiyanlara baskı yapmasına sebep olmuştur. Bu durum karşısında Hıristiyanlar Falanjist Güçler ve Hür Milliyetçiler adında birlikler kurmuşlardır. Çünkü bölgeye gelen mülteci Filistinliler, Lübnan'da pek çok eğitim kampı kurarak bugün hepimizin bildiği FKÖ'yü kurmuş başına da Yaser Arafat'ı geçirmişti. Lübnanlı Müslümanlara ait olan Lübnan Ulusal Harekatı da FKÖ çatısı altına girince, FKÖ giderek en güçlü İslam birliği haline gelmiştir. Lübnan'da 1970li yıllarda Cumhurbaşkanı ve Genelkurmay başkanı Hıristiyan'dır. Ancak FKÖ'den güç almaya başlayan kesim Hıristiyan cumhurbaşkanı ve genelkurmay başkanı istemediğini söyleyince iki kesim arasında gerginlik tırmanmaya başlar. Bu arada FKÖ'nün Lübnan kamplarında eğitimler yapıp, savaşıp geri gelmeleri ise, ülkedeki Hıristiyan halkı rahatsız etmekteydi. 1973 yılına gelindiğinde İsrail Ordusu hiç bir direniş görmeden Beyrut'a kadar girip 3 FKÖ liderini öldürünce, Lübnan'da taraflar araındaki ipler kopar. Halk "nasıl oluyor da İsrail elini kolunun sallayarak şehre giriyor" diye ayaklanıp durumu protesto edince başbakan istifa eder. Lübnan Ordusu, Beyrut'un güneyindeki FKÖ kamplarını kuşatır, 2 hafta boyunca şiddetli çatışmalar yaşanır. Arap Devletlerin araya girmesiyle bu çatışmalar devam eder. Ancak İç Savaş'ın yaşanması engellenemez ve sonuç itibariyle Lübnan'da bugün Müslüman kesim Hıristiyan kesimden yoğundur, Lübnan da oldukça ilginç bir ülkedir. 

Tüm bunları okurken, gözümün önünden ister istemez Suriyeli mülteciler gelip geçti. Biliyorsunuz onlara dair de pek çok haber gördük televizyon ve gazetede. Sınır bölgelerine yerleştirildiler, eğitim kamplarının varlığından hatta gece savaşlara götürülüp gün ışırken geri getirildiklerinden bahsettiler. Doğru yanlış bilemem. O yüzden iddia ettiler diyorum. Ama şu bir gerçekki ülkedeki Arap nüfusu giderek arttı, bunu en bariz şekilde yaşadığım şehirden söyleyebilirim çünkü her yerdeler. İnsanların ülkemize gelip sığınmasına lafımız yok elbet. Ama insan ister istemez düşünüyor, bu insanların varlığı ülkeyi daha ileri ki yıllarda Lübnan'daki gibi yobazlaşma ve farklılaştırma noktasına götürür mü? (Ha evet bizde Hristiyan nüfus yok. Ve onlardan farklı olarak onlarca değişik dinamik var, bunu yalnızca onlara bağlamak katiyyen doğru olmaz.) Fakat ciddi biçimde Türkiye'de bir ikilik var, hani laik ve anti laik dedikleri (ki bu da tam manasıyla doğru değildir ama...) Eh bir de Hakan Yavuz'un Amerika'ya sunduğu raporda "Türkiye sessiz bir İslami devir geçiriyor" söylemini de alınca insan düşünmeden edemiyor! 

İnsanlara(mültecilere) yalnızca barınak sağlıyoruz kisvesi altında, Türkiye aslında hangi geleceğe hazır hale getirilmeye çalışılıyor?