24 Ocak 2016 Pazar

Türk Edebiyatı Nereye Gidiyor ?

Dışarıda çılgın, muhteşem bir kar yağışı var. Ancak oldum olası kara pencereden bakmayı sevenlerden olduğum için dışarı adım atmıyorum. Zaten soğuk havaları evde geçirmeye bayılırım. Yeter ki okunacak güzel bir kitap ya da izlenecek sıcak bir film olsun. Kahvaltıda tek başına olunca kendimi "Türk romanları hakkında" kendimle konuşurken hatta tartışırken buldum. Bundan yaklaşık 7-8 yıl öncesine kadar Türkiye'de Türk sineması da yoktu. Onun yerine Holywood yapımı filmler izlerdik. Yanılmıyorsam "Babam ve Oğlum" filmi ile Türk sinemasına olan önyargı kırıldı, devletin de desteği ile Türk sinema sektörü gelişti. Ama sizin de fark ettiğiniz üzere hiç bir vakit Holywood usulü bir aksiyon, ya da bilimkurgu olmadı, çünkü eldeki imkanlarla yapılabildiği türde filmler çekildi. Aslında Avrupa'da da böyledir. Yani Amerika bu konuda bambaşka bir dünya. Roman sektörü de film sektörü gibi aynı şekilde son yıllarda ama çok daha yeni (3-4 yıl diyebiliriz) bir süreçte müthiş bir atılım yaptı. O kadar ki çıkan kitaplara yetişemiyoruz. Eskiden kitapçıya girdiğimde raflarda aylarca aynı kitapları görürdüm, okuyacak kitap ararken peş peşe "okudum, okudum" der alacak kitap bulmakta zorlanırdım, şimdi ise raflarda okuduğum kitap göremiyorum. Çünkü durmadan yenisi yazılıp raflardaki yerini alıyor. Bu tabi ki de bir yanı ile umut verici bir durum. Ancak kitapları elimize alıp okumaya başladığımızda işin rengi değişiyor. Evet artık kitap çok, yabancı çeviriler bol miktarda olduğu gibi Türk yapımları da çok ama büyük oranda kötü ve basit kitaplar. Hatta son yıllarda bu sektörde çıkan yeni bir söylemle dile getirecek olursak "ciklet edebiyatı", yani oku ve at, hiç düşünme sana bir şey vermesine lüzum yok, oyalasın yeter. 

Şimdi burada şöyle bir soru ortaya çıkıyor : Türk okuyucusu mu bu yazım türü ve yazarları var ediyor yoksa bu yazarlar mı yeni nesil Türk okuyucusunu oluşturuyor? Yani halk bunu mu istiyor yoksa halka bu dayatılarak, böyle bir okuyucu profili mi yaratılıyor? Sanırım yumurta - tavuk hikayesi gibi ama ben yayın evlerinin bu okuyucu profilini oluşturulmasında etkili olduğuna inanıyorum. Geçenlerde "Swastika Geceleri" isimli bir eser okudum yanılmıyorsam 1930'larda yazılmış. Konusu oldukça ilginç ama bence olayı daha da ilginç hale getiren kitabın yazım yılı. Biraz felsefe ile yoğrulmuş, sorgulamaları çok üstelik çok da hızlı akan bir kitap, dünya 2 ye bölünmüş, Almanlar ve Japonlar tarafından yönetilmekte, Almanların elindeki topraklarda Hitlerizm var, Japonlar da Almanlara benzer bir kültürü almış, kadın ortadan kaldırılmış yine varlar ama bildiğimiz anlamda kadın değiller, yerleşim yerlerinden uzakta kafeslerde yaşıyorlar, ama diyebilirim ki son yıllarda Orhan Pamuk'un "Kafamda Bir Tuhaflık" kitabıyla beraber aklıma en fazla yazılan kitap oldu. Swastika Geceleri bittikten sonra Ahmet Batman'ın "Korkma Kalbim" adlı eserini okudum. Normalde okumayı tercih edeceğim bir yazar değil ancak yılbaşı gecesi kalbini kırdığım bir arkadaşımın hediyesiydi. Tartışma sonrasında günlerce konuşmamıştık, bir gün ben okulda çalışırken ansızın elinde o kitapla çıkageldi "sana almıştım" demek dışında hiç bir şey söylemeden çekip gitti. Kitabın ismini görünce oturup ardından hüngür hüngür ağlamıştım. O yüzden Swastika Geceleri biter bitmez, hiç düşünmeden okudum. Annemin ameliyatından 1 gün sonraydı evde uykusuz halde ona refakat ediyordum, sabah başladığım kitap (arada gelen giden bir sürü insana rağmen) aynı günün akşamı bitti. Hatta ben o kitaba başlarken karşımda oturmuş KPSS soru bankasından soru çözen 17 yaşındaki yeğenim bile "hala gerçekten onu mu okuyacaksın, adam çok basit yazıyor" diyerek eleştirmişti. Cidden iki kitap peş peşe gelince ve aralarındaki 80 yıllık sürece bakınca, edebiyat nereden nereye gelmiş ne kadar yazık diyorsunuz. Ama şimdi burada şöyle bir sorun da ortaya çıkıyor, Oldukça basit ve ciddiye almadığımız bu eser ilk seferde 250.000 basıyor ve satılıyor. Ayşe Kulin çok iyi bir yazardır ama "Handan"ı gördüğüm en kötü kitaplardan biridir ama deli gibi sattı. O zaman buradan şöyle de bir sonuç çıkıyor : Türkiye'de ciklet edebiyatı yaparsanız çok satarsınız, kaliteli iş yaparsanız 100 tane satmazsınız. O yüzden yayınevi ilk basımını yapacak yazarına şunu soruyor: Kimsin sen, kendini nerede görmek istiyorsun? Kime hitap edeceksin? Sonra derki çok satmak istiyorsan, popülizm istiyorsan benim yolumdan gideceksin. Yok hem kalite olayım hem çok satayım hem popüler olayım istiyorsan Amerika'ya - Avrupa'ya gideceksin. Bir arkadaşımın başına gelen çok çarpıcı bir örnek vereceğim, bir kitap yazıyor yazdığı kitabı yayınevi basmak yerine yurt dışında prestijli bir yarışmaya göndermek istiyor. Ancak arkadaşımla yayınevi bazı sebeplerden anlaşamıyor, bu yüzden eser yollanmıyor, bu arada arkadaşım çalışmayı hiç bırakmıyor, bir gün çok hayranı olduğu hatta "beni yazmaya heveslendirdi" dediği Avrupalı yazar ile yurt dışında bir cafede kahvesini içerken tesadüfen karşılaşıyor(ben tesadüflere inanmam onunki de bence tesadüf değil kadersel etkilerdi), epey bir sohbet imkanı da buluyor, genel olarak kitap sektöründen ve yazarlardan bahsederken arkadaşım dünyaca ünlü çok satan yazarlardan birini eleştirip, "ben olsam o kitapları muhteşem hale getirirdim, çünkü konular orjinal ama yazım berbat" deyince yazar arkadaşımın mail adresi ve telefon numarasını istiyor, aradan aylar geçiyor, arkadaşım bir gün bir bakıyor postasında (ingilizce yazılmış) şöyle bir mail var "benden iyi yazarmışsın, hadi yaz da görelim". Arkadaşım ilk etapta şok, ama durur mu hazır fırsat, hodri meydan deyip, yazarın neredeyse tüm dünya ülkelerinde çok satanlar listesinde olan (ama insanlar aldığında okumayı başaramadığı) kitaplarından birini alıp bir bölümünü baştan yazıyor. Yazara gönderiyor ve o günden sonra yazarla birlikte çalışmaya başlıyor (Türkiye'yi bilmiyorum ama yurt dışında popüler pek çok yazarın yazım ekibi vardır, hatta bazı yazarlar hiç yazmazlar, tüm işi ekip yapar.). Bundan bir kaç yıl önce tamamını arkadaşımın yaptığı bir iş oldukça prestijli bir ödül alıyor, üzerine film yapılıyor, filmden ödüller geliyor, yani yağıyor da yağıyor. Geçenlerde el attığı 2. eserden de ödül geliyor, şimdi o eserle ilgili film görüşmeleri devam ediyor, sıkıntı şu arkadaşım evet para kazanıyor, ama sözleşme gereği yaptığı işi sahiplenemiyor. Bu seni üzmüyor mu diye sorduğumda "üzmez mi tabiki de üzülüyorum ama çok değil çünkü hem yazdığım eser çok okunduğu için hem filmle daha geniş kitleye yayıldığı için hem de ödüller dolayısıyla duygusal bir tatmin yaşıyorum hem de para kazanıyorum. Üstelik ödüller geldikçe fiyatımı da katlıyorum. Diğer yandan ben bu eseri Türkiye'de yazsam bırak ödülü, filmi, kitap 1000 tane satmaz" diyor. Bu konuda oldukça haklı, düşünün dünyada milyonlarca satıyor, hem kitaba hem de sebep olduğu filme ödül yağıyor, ama Türkiye'de kendi tarzında kendine yer bulamıyor. Üstelik yayınevleriyle ne denli konuşursanız konuşun onlara göre sorun yayınevi politikalarında değil Türk okuyucu profilinde, Türk okuyucusunun Orhan Pamuk'a yaptığı muameleyi görünce yayınevleri haklı mı acaba demekten de kendimizi alamıyoruz, arkadaşımın söylediğine göre dünya edebiyatçıları Orhan Pamuk'a dünyanın gelmiş geçmiş en büyük isimlerinden biri olarak bakıyorlar (bana göre de öyle) ama gelin görün ki siyasi söylemlerinden dolayı adamın eserlerini karalıyor da karalıyoruz, o yüzden cidden merakla soruyorum Türk edebiyatı, romanı, Türk insanı nereye gidiyor?