Başlığa bakınca yarın Viyana'ya gidiyormuşum da o yüzden altı ay yokmuşum gibi bir sonuç çıkıyor, ama öyle değil. Olay şu ki akademik bir çalışma için yönümü Viyana'ya çevirmiş durumdayım ancak, gidebilmek için zorlu bir dil sınavını geçmem lazım. O yüzden gelecek ay itibari ile sınava yönelik ders almaya başlayacağım ve bu süreç 6 ay sürecek. Bundan ötürü, yaklaşık 6 ay boyunca bloğa bir şey yazamama ihtimalim yüksek. Gerçi bu bloğun formatı farklı olduğundan ara ara yazı atabilirim de (özellikle derslerden bunaldığım zamanlarda) emin değilim. Beni asıl düşündüren diğer bloğum yani http://adaligezginler.blogspot.com/ çünkü orada yarım kalmış bir seyahat yazısı var, üstelik önümüzdeki ay Roma seyahati yapacağım ancak yoğunluktan ötürü yazmaya vaktim olmayacak. Seyahatleri yazma işlemi daha sonraya bırakıldığında çoğu şeyi anımsayamıyorum ancak seyahat yazmak cidden oldukça meşakatli bir iş. Gerçi ders almaya başlamama bir ay var ama bu arada bitirip kurtulmam gereken daha maddesel işlerim var. O yüzden en iyi ihtimalle 6 ay sonra seyahatleri yazmaya devam ederim.
Bu arada soldaki resme lütfen tıklayın, ve resmi yakından inceleyin. Bu akşam yazı yazmamın asıl sebebi bu resimdir. 2 koltuk arasına oturmuş olan ufaklığa dikkatle bakın. Bu görmeye pek de alışık olmadığımız bir manzara, o yüzden görünce çok duygulandım, elinden kitabını bırakır mı endişesi ile derhal resmini çektim ama o benim farkıma varmadığı gibi otobüsten inene kadar da kitabını okumayı sürdürdü. Evet yaklaşık 20 dakika boyunca o rahatsız noktada bir yandan sağa sola savrulurken diğer yandan kitabını okumayı sürdürdü. Bu durum karşısında Ayhan Sicimoğlu'nun meşhur "hastasıyız(m)" lafını kullanmayayım da ne edeyim? Cidden böyle insanlar gördüğümde sarılıp yanaklarından öpesim geliyor. Hele bu bir çocuksa duygularımı ifade etmeme imkan yok. Bilgisayar başından kalkmayan bir nesil olmuşuz. Geldiğimiz nokta içler acısı. Kitapları tozlu raflara mahkum etmişiz. Kütüphane alışkanlığımız yok. Çok bilirim kütüphaneye gidip de 60 yıldır rafta duran dergileri (mektup açacağı ile) keserek açtığımı (eski dergiler bohça gibi katlı olurdu o yüzden soldan ve sağdan boylu boyunca kesmek gerekir). Ya da birisinin bağışı olan 50-60 yıllık eserler arasında bir takvim yaprağı bulup, müthiş bir heyecanla üzerine düşülmüş Osmanlıca notları okuduğumu. İşin ilginci ne o notları ne de (kara kalemle boş kağıda çizilmiş müthiş resimler bulurdum) resimli notları asla alıp da yürütmezdim. Çünkü ola ki bir gün benden bir başkası da o eseri okursa o da aynı notları yaşanmışlıkları görüp heyecanlansın isterdim. Ancak ne yazık ki okuyan insanlar bir elin parmağını geçmeyecek seviyede olurdu. Ama ilginçtir ki o insanlarla (kütüphanede) bir şekilde tanışır, sonra tarifi mümkün olmayan belki ömrümüzün sonuna dek konuşsak bitiremeyeceğimiz keyifli sohbetler ederdik. Hatta içlerinden koleksiyoncu olanlarla tanışma fırsatı bulur, piyasada bulma imkanım olmadığı kitapları görüp dokunma, okuma şansına erişirdim. Onlar da benim Osmanlıca biliyor olmamdan heyecan duyar, eski yazıyla yazılmış eserleri getirip okuturlardı. Böylece karşılıklı keyifli bir alışveriş içine girmiş olurduk. Biliyorum ki pek çoğunuz için anlattıklarım oldukça anlamsız. Ama ne olurdu bir gün bilgisayarlarınızı kapatsanız, elinize bir kitap alsanız ve sonra da okumaya başlasanız. Bu illaki bilimsel bir kitap olsun demiyorum aksine gayet popüler bir roman olsun, evet popüler bir romanla başlayın, yeter ki o sayfalara dokunun, yazarın hayal dünyasına girin. Okuduğunuz şeyle aranızda bir perde olmadan (pc ekranı) o saman rengi kağıda dokunarak o soğuk sayfaların, minik kara harflerle nasıl sıcak bir öyküye dönüştüğünü görün. Bunu biriniz olsun yapar mısınız bilmiyorum ama şimdilik söyleyeceklerim bu kadar, en kötü ihtimalle 6 ay sonra görüşmek dileğiyle, hoşça, sevgiyle ve en önemlisi de kitapla kalın.
Nesrin Kanberoğlu
Not: bu bloğa yorum yazamadığını söyleyenler var her iki blog için de e-posta adresim nbka@windowslive.com sormak istediklerinizi ya da yorumlarınızı oraya da yollayabilirsiniz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder