31 Temmuz 2018 Salı

Rüyaları Gerçekleştirmenin En İyi Yolu Uyanmaktır

Arkadaşlar "bize bir Çeşme rehberi yazar mısın" diye ricada bulunuyordu, bugün hazır hiç bir şey yapasım yokken yazsam mı diye düşündüm. Blogun başına da geçtim ama Çeşme' yi yazmak konusunda henüz karar vermiş değilim. Belki onun yerine çok merak ettiğiniz diğer konuya bir değinirim ? 

Uzun koşturmalı ama bir o kadar dolu ve eğlenceli bir yaz geçirdim, geçiriyorum, ama bu sabah biraz miskin uyandım. O yüzden hazır evimdeyken, sakin bir gün geçirmek istedim. Bir yandan Sunay Akın'ın "İstanbul'un Nazım Planı"nı okuyorum (okuyun dememe gerek yok sanırım Sunay Akın diyorum), bir yandan da sabahtan beri döndürüp döndürüp Marc Anthony'nin "Amigo"sunu dinliyorum (https://www.youtube.com/watch?v=toRkOahIVGY ). Tüm bunları yaparken bir yandan da Marc Anthony konseri arıyorum, baktım Türkiye'ye gelmeyecek bari biz ona gidelim dedim, ve yurt dışı konserlerini aramaya başladım, konserlerini ararken bir kez daha ne kadar şanslı bir insan olduğumu gördüm. Şanslıyım çünkü dünyanın en zengin insanları arasındayım, dünyanın en zengin insanları arasındayım çünkü tüm hayallerimi bu yaşta gerçeğe döndürdüm. 35 yaşında olmama rağmen yapılacaklar listemdeki her şeyi gerçekleştirdim ama bu hiç hayalim kalmadığı ya da kendimi tükenmiş hissettiğim anlamına gelmiyor, aksine içimde her şeyden müthiş derecede beslenen, enerjiden yerinde duramayan bir ruh var. 

Bunda son zamanlarda yaptığım meditasyonların etkisi çok,  "ışık ve mutluluk saçıyorsun, ne yaptın? kilo mu verdin, daha mı çok spor yapıyorsun, bir yerinde estetik mi var ?" sorularının cevabı da bu aslında, bedenime değil ama beynime estetik yaptırıp içine devasa bir ışık koydurdum, doğrudur. Sanırım artık başka bir boyutta yaşıyorum. O kadar ki işi gücü bırakıp eğitimini alıp guru mu olsam diye ciddi ciddi düşünmeden edemiyorum.  Beynimde bu aralar sürekli bu fikirle yaşıyorum. Ciddi ciddi düşünüyorum çünkü bunu herkes yaşamalı. Herkes evrendeki enerjisini bulup bedenine hapsetmeli.  Meditasyonu bile bu kadar mutlu, evrenle bütün, kendinden ve dünyadan emin, istediğin her şeyi önüne seriyorsa insanları sürükleyecek kadar bilgiye ve kainata seslenebilmek nasıl bir hayat getirir, kim bilir ! Ömrümde ilk kez enerjimi ve ruhumu buldum, evrenle hizalandım ve dengedeyim.  Bu da, insana uyuşturacak kadar devasa bir mutluluk, barış ve huzur getiriyor, bendeki değişimi ve ışığı gören insanlar da hali ile bunu istiyor. Yani merak ettiğiniz konuya gelirsek evet, bunu görmezden gelemedim. O yüzden ilk öğrenci topluluğumla bir hafta sürecek bir kampa girmeye ikna oldum. Nasıl sonuçlanacak açıkçası ben de bilmiyorum ama heyecan içindeyim, bir yandan uygun atmosferi sağlayacak otel bakıyor bir yandan kendimi geliştirmeye devam ediyorum. 

Siz hazırlık için benden kitap isimleri de istediniz ama bu öyle uzun bir yolculuktu ki henüz yazmadığım, genç kızlığımda yaptığım 1,5 yıllık kesintisiz seyahatimden bugüne dek ulaşan koca bir serüven... Yaptığım yüzlerce yolculuğun, tanıştığım binlerce insanın, okuduğum on binlerce kitabın her biri bir basamak, bir zincirdi bu macerada. Ne buraya yazmakla ne de bir kitapta anlatmakla biter. Hayatımın gizli kısımlarına tanıklık eden arkadaşlarım hayatımın mucizelerle dolu olduğunu söyler, buna ben de yürekten katılırdım ama öğrendim ki mucizeyi çeken de bizmişiz meğer. Evreni hayatıma rehber kılıp, onunla hizada kalıp dengede durduğumdan beri ben istiyorum o veriyor, ben yine istiyorum o yine veriyor, dur diyorum o duruyor..Her günüm artık bir mucize, o yüzden sizin de dediğiniz gibi benimkilere değil artık sizinkilere tanık olalım ancak üzülerek belirtmeliyim ki ilk grubumuz doldu, ve başarılı olduğumu görmeden sayıyı arttırmak  da istemiyorum, fakat Eylül ortasına dek yine ağırlıklı olarak Çeşme'de olacağım. Gelebilirim derseniz, beklerim, bu çalışmalar için harika atmosfere sahip, aramanız yeterli ancak burada kalabalık gruplar halinde alamayacağım çünkü benim de tatil yapmam ve çalışmam gerekiyor.

Görüşene dek sevgi ile kalın. 

Not: Çeşme tatili düşünenler için seyahat rehberini de yazacağım, ama bu sene Çeşme uçmuş durumda, eurodaki müthiş artışı rağmen Monaco bile bu yıl Çeşme'den ucuz haberiniz olsun.              

22 Haziran 2018 Cuma

Biraz Kitap Biraz Film

Bir önceki yazıda Ursula K. Leguin'in "Karanlığın Sol Eli" isimli kitabını bitirince eserin kritiğini yapacağımı söylemiştim. Asında o yazıdan bir kaç gün sonra kitabı bitirdim ancak çok yoğun ve koşturmacalı bir iki ay geçirdiğim için yazmaya fırsatım olmadı. Ama neyse ki okumaya fırsat yarattım, tatildeysem denizde havuzda, evdeysem balkonda hamakta, hatta bugün biraz değişiklik olsun diye okulun yeşilliklerinde, bu sayede o kitaptan sonra birkaç kitap daha bitirdim. O yüzden tek bir kitap kritiği yapmak yerine iki aylık süre zarfında okuduğum ve ayrıca izlediğim filmlerden kısa kısa bahsetmek istiyorum.

"Karanlığın Sol Eli" soğuk bir gezegende geçtiği için mi bilmem ama ilk başlarda hayli soğuk ve alışması zor bir kitaptı, ama okudukça sevdiğim bir eser oldu. Bazı günler hikaye gereği birbirinin aynıymış gibi geçmesine rağmen yazarın her saati ayrı kelime ve cümlelerle kaleme alması ise takdire şayan bir durumdu. Kitap bittiğinde hüzün ayrıca içimde koca da bir boşluk hissettim, bu da kitabın başarılı olduğunu gösterir. Alışık olmadığım bir tür olmasına rağmen kitap beni kendine bağladı, o yüzden tavsiye ederim.

Gabriel Garcia Marquez'in "Kolera Günlerinde Aşk" isimli kitabı insana vay be dedirttiriyor. Yazarınki ne büyük bir sabır, ana karakterlerin gençliğinden yaşlılığına dek süren hayatlarını ve aşklarını kaleme almış. Kolera zamanı geçtiği için başlık da Kolera Günleri'nde Aşk olmuş. Yazarın ana karakterini ahlaksız bir adam, dolayısıyla yazarı da sapık ilan eden okuyucular olmasına karşın -benzer ama farklı bir yorumu "Benim Hüzünlü Orospularım" isimli eserinde ben de yapmıştım - kitapta ciddi bir emek var, ilmek ilmek işlenmiş, okuyun derim.

Zeynep Selvili Çarmıklı'nın "Pembe Fili Düşünme" isimli kitabı ise sırf popülaritesinden dolayı satın aldığım fakat çok beğendiğim bir eser oldu. Hem akıcı hem öğretici bir tarzı var. Üstelik klasik psikolog söylemlerinden farklı ve kendi başına gelenleri anlatması kitabı ayrıca çekici yapmış. Bence ikincisini de yazmalı. Miami'de okumuş olan yazarın anlattıkları, iyi bir üniversiteden mezun olmanın nasıl fark yarattığını düşünmeme neden oldu. O kadar ki Türkiye'de de çok iyi okullar olmasına rağmen, çocuğum olduğunda Amerika'da mı eğitim aldırmalıyım diye düşünmeden edemedim. Kitabı özellikle panik atak hastaları okusun derim, panik atak değilseniz de okuyun epey güzel.

Çocukluğuma damga vuran ve beni araştırma delisi yapıp, ilmin ve bilimin her alanına ilgi duymama neden olan (ilk basımı 1968 olan)Erich von Daniken'in "Tanrıların Arabaları"nı 28 yıl sonra yeniden satın aldım, ve tekrar aynı ilgiyle okudum. Tabii ilk seferinde ben değil, ağbim alıp eve getirmiş, ben de deli gibi okuyup uzaylılarla yatıp kalkmıştım, kitap beynime o kadar nüfuz etmiş ki ilk okuduğum andan bugüne dek kitapta yazanları insanlara defalarca anlattım. Kitabı 28 yıl önce okumama rağmen sanki dün okumuşcasına anımsıyor olmak beni çok heyecanlandırdı. İlk okuduğumda astronot olmaya kararlıydım, şimdi trilyon verseler gitmem, uzay mekiğinin içinde sıkıntıdan ya birini ya kendimi öldürürüm :) Değil uzaya yurt dışına yaşamaya gitme fikri bile sıkıcı geliyor artık.

Bunların dışında okumak için satın aldığım ve sırada bekleyen kitaplar da var. Sunay Akın'ın "İstanbul'un Nazım Planı" , "İstanbul'da Bir Zürafa" eserleri ile Haruki Murakami'nin "İmkansızın Şarkısı" ayrıca Modern Klasikler Dizisinin "İngiliz ve Amerikan Edebiyatında Kısa Öykünün Büyük Ustaları" isimli kitapları. Bunları okuduktan sonra da kısa kısa kritik yapmaya çalışacağım. Haruki Murakami'nin ilk sayfayı açtığınızda müthiş bağlanıyorsunuz. Ama ben kısa öyküler peşinde olduğumdan Modern Klasikler ile devam etme arzusundayım.

Bu arada çok kısa bir kaç film önerisinde de bulunmak istiyorum:

"La Casa de Papel", başına hiç istemeyerek oturduğum, sonra da başından kalkamadığım bir film oldu. Dizinin temposu şahane, kurgusu harika, karakterler müthiş yalnız filmi çocuklardan uzak tutun derim. Bu müthiş yapımdan dolayı İspanyollara kocaman bir alkış. Filmi Netflix satın aldıktan sonra dünyada büyük bir hayran kitlesi yakalayan film, Netflix'in oyuncularla anlaşması ile yeni bir soygunla ekranlara dönecek, yayılan söylentilere göre yeni sezon Türkiye'de çekilecekmiş, doğru mu değil  mi birkaç ay sonra öğreniriz.

Herkesin yine övgü ile bahsettiği "West World" ise fikir ve tema olarak çok iyi ancak, ilk bölümden itibaren beni bunalttı, o yüzden her akşama bir bölüm yaptım öyle bile ancak üç akşam dayanabildim, bir daha da izlemedim. Çünkü tekrarlardan ve aynı döngüden hoşlanmıyorum, benim için film demek hızla akan, şaşırtan, meraklandıran kurgu demek. Zaten o yüzden televizyon izleyemiyorum.

Bir başka film ise "Big Beng Teory"cilerin yakınen tanıdığı Sheldon Lee Cooper'ın çocukluğunu anlatan "Young Sheldon". Big Beng Teory'yi kesintili de olsa yaklaşık on yıldır takipteyim, ilk yıllar sürekli izlerdim sonraki yıllar izlemeyi bırakıp eşime sorma yolunu seçtim. Ancak "Young Sheldon"a bayıldım, hem bu hali çok daha insani ve tatlı.



Bir iki sinema filmine gelecek olursak bu yılki Avengers gereksiz uzundu, hayli yordu vaktiniz bolsa izleyin derim. Avengers öncesi gösterime giren ve artık Avengers takımında olan Black Panther ise epey güzeldi. Bu arada "Ailecek Şaşkınız" da bu yıl gösterime girdi sanırım. Murat Cemcir ile Ahmet Kural çıtayı yukarı çekmeye devam ediyorlar. Çok eğlenceli bir filmdi izleyin derim. Ben Saadet Işıl Aksoy oynadığı için filmin epey iyi olabileceğini düşünerek gitmiştim gerçekten iyiydi.

Uzun zaman yazmayınca yazı hayli kalabalık oldu.

Görüşene dek sevgi ile kalın.



Not: Bunları yazarken aklıma çok acayip bir hikaye geldi, ancak şu an saat gece yarısını geçtiğinden onu ancak yarın yazabilirim. Okuyun derim eminim ki epey eğleneceksiniz :)

4 Nisan 2018 Çarşamba

Baharın Verdiği Tatlı Bir Umut Var Havada

Sabah bilgisayarın başına kaçta oturdum bilmiyorum ama sanıyorum ki epey erken oturmuşum çünkü öğlen iki gibi beyin hücrelerim intihar ediyordu. Başım önce ağrımaya ardından da dönmeye başladı. Çalışırken bazı günler beynimdeki tellerin yandığını hissediyorum ama ne yanmak! Sadece bendekiler yansa iyi... Bu makalede bir öncekine oranla öyle çok zorlandım ki bir ara yardım almadan ilerleyemez olmuştum. Hocalarım sağ olsun, Onların beyin hücrelerini de epey yaktım ama artık sona yaklaşmış olmam ve ortaya hepimizi mutlu eden bir tablonun çıkması bunca yorgunluğa değer dedirtti. Bitişi bir kahve ve yemekle kutladıktan sonra yeni çalışmalar için tekrar beyin tellerimi yakmaya başlayacağım, nasıl da sonsuz ve saçma bir döngü değil mi?   

Başım ağrımaya başlayınca iki buçuk gibi çalışmayı bıraktım, dün akşam markette yaz meyveleri görünce dayanamayıp almıştım, şekerim yükselirse kendime gelirim umuduyla çilek eşliğinde Ursula K. Le Guin'in ödüllü meşhur kitabı "Karanlığın Sol El"ini okumaya başladım. Kitabı ilginç bulmakla birlikte başım dönmeye devam ettiğinden 20 sayfadan fazla okuyamadım. Ama kitap bittiğinde kritiğini yapacağım. Son zamanlarda pek kitap kritiği yapmadığımı fark ettim. Nedeni şu, yaklaşık son iki - üç aydır aldığım kitaplar hep hayal kırıklığı oldu. O kitaplardan aklımda kalan Leyla Bilginel'in "Sendeki Ben" ile Nilay Örnek'in "Bütün İyiler Biraz Küskündür" . Nilay Örnek, köşesinde yazdığı gazete yazılarından derleme yapmış,  kitap Türkiye'nin gündemine damga vurmuş olayları içine alan yazılarından ibaret. Sanıyorum ki kitabın en etkileyici yanı başlığıydı. Ben edebiyat namına bir şeyler beklediğimden hayal kırıklığı yaşadım, yoksa kötü yazılar değil, Leyla Bilginel'in iç sesi ile giriştiği soru cevap dalgası ise beni bunalttı. Akşamları okuyacak iyi bir kitap bulamamak beni bunalıma sürüklüyor. O yüzden Ursula K. Le Guin'den beklentim epey yüksek. Kitabı almayı düşünürken geçen gün "Jane Austen Kitap Kulübü" isimli filmde "Karanlığın Sol El"inin de adı ve övgüsü geçince dün akşam gidip kitabı satın aldım. Akşam D&R' da kitap turu yapıp yeni bir liste yaptım. Bundan sonra Gabriel Garcia Marquez'in "Kolera Günlerinde Aşk" ve sırf popüler olduğu için merak ettiğim Zeynep Çarmıklı'nın "Pembe Fili Düşünme" kitaplarına başlayacağım. Onlar bittiğinde de bilgilendirme yaparım. 

Şu günlerin güzel yanı sanıyorum ki yaza epey yaklaşmış olmamız, baharın verdiği tatlı bir "umut" var havada, içimiz kıpır kıpır. Yaz gelirse her şey mükemmele erişecek gibi, bir yandan çalışma planı yaparken diğer yandan tatil organizasyonlarını yapmaya çalışıyorum. Geçen sonbahardan beri neredeyse hiç durmadan çalıştım, fiziksel olarak da ruhsal olarak da çok yıprattı bu süreç beni. İçimde yaşlanmış bir bilge oturuyor sanki durmadan araştırıp, okuyup yazıyor. Halbuki henüz oldukça gencim, benim de kafa dağıtmaya gezmeye hatta adrenaline ihtiyacım var.  Geçen yıl ki fotoğraflara bakarken arkadaşımla yaptığım parasailing fotoğraflarını görünce biraz kendime gelir gibi oldum. Muhtemelen önümüzdeki ay da Ramazan öncesi yapıyor olacağız ama bu sene asıl Skydiving'e merak sardım. Sanıyorum uzun süredir çalışıyor olmaktan o kadar yorulup bunaldım ki adrenalinin en yüksek dozuna ihtiyaç duyuyorum. Başka bir arkadaşım yamaç paraşütü yapalım diyordu ama ben yükseliği daha da arttırıp uçaktan atlamayı teklif ettim, her zamanki gibi "seninle her şeye varım" dedi. İnsanın böyle arkadaşları olsun sırtı yere gelmez. 


Bu arada yarından itibaren dört gün sürecek Alaçatı Ot Festivali başlıyor. Son iki yıldır tez yüzünden gidemiyordum, bir terslik çıkmazsa bu hafta sonu arkadaşlarla gideceğiz. Ancak son yıllarda festival o kadar turistik olmuş ki bazı günler adım atacak yer yok, herkesi ayaklandıran ben olmasam kalabalık yüzünden cayacak haldeyim. Son yıllarda aşırı ziyaretçi almakla birlikte gerçekten müthiş bir festival, hazırlanan tatlar inanılmaz güzel ayrıca da çok çok ucuz, sarmalar, enginarlı pudingler, garip isimli otlardan yapılan gözlemeler, kısacası yok yok, ama imkanınız varsa hafta içi gidin derim. Ayrıca baharın da tadını çıkarın bol bol etrafta gezinip güneş ışığından faydalanın. 

Bu arada geçen Jennifer Lawrence'ın oynadığı "Kızıl Serçe" filmine gittik, ben epey beğendim, kurgusu çok çok iyi ama açık sahneleri çok fazla bilesiniz. 

Görüşene dek hoşçakalın.      

26 Mart 2018 Pazartesi

Soğuk Yağmurlu Bir İlkbahar Günü

"Çokça yağmur yağsa temizlenir mi ki şu kirli dünya"

Hafta sonu evden uzakta o kadar yoğun ve hüzünlü geçti ki, eve gelir gelmez yaptığım ilk şey sıcak bir banyo yapmak oldu. Tepemden aşağı su dökülürse üzerimdeki hüzün, yıllanmışlık ve yorgunluk da akar gider diye düşündüm. Ardından sıcak bir yeşil çay ve bir de kongest ile saat 10 gibi uyumaya gittim. Sabah 11'de telefonun alarmı çalmasaydı sanıyorum ki hala uyuyordum. Ama içimde bir şeyler o kadar kopuk ve hüzünlü ki değil çalışmayı parmağımı kaldırmayı dahi istemedim. Bir yandan https://www.youtube.com/watch?v=izGwDsrQ1eQ ile nostalji yaşarken diğer yandan gözlerimi kapatıp kendimi izledim. Ruhum bedenimden çıkmış gibi kendime baktım, geçmişi, bugünü hatta geleceği gördüm. Çocukluğum, genç kızlığım, mutluluklarım, hüzünlerim, kırgınlıklarım, kızdıklarım, sevdiklerim, aradıklarım, sildiklerim, aldığım yollar, ödediğim bedeller... tek bir beden tek bir ömür nasıl da kalabalık nasıl da zor!

Hafta sonu hüzünlüydü çünkü çocukluk arkadaşımı yitirdik, doktorun söylediği gibi tam altı ay yaşadı. Ne bir fazla ne de eksik. Diğerlerine göre bu gidiş  zor geldi. Çünkü o bizim geçmişimiz, dünümüz, çocukluk anılarımızdı.

İnsanlar yitip gittikçe her gün daha çok sorgular olduk, neyin kavgası neyin mücadelesi tüm yaşadıklarımız? Ölüm denilen gerçek varken cidden tüm bu kavgaların sebebi ne? Her şey öyle anlamsız ki arkadaşımız yitip gitti ve bir daha asla dönmeyecek. Soğuk yağmurlu bir ilkbahar günü.Tüm ailesi, ailem, arkadaşlarım hepimiz bir aradayken o bir başına toprağın altındaydı. Bundan sonra bir yanımız hep eksik kalacak, ama en çok da ailesi hep eksik olacak. Hiç bir pişmanlığın, öfkenin, kırgınlığın ya da keşkenin anlamı yok şimdi, kefene sarıldı dualar okundu, giden gitti.

Sevmeyi bilmeyen, başkalarının mutluluğunu kıskanan bir o kadar da saldırgan bir toplum olduk biz. Belki layığınca sevilmediğimiz ya da takdir edilmediğimiz içindi. Kırdık, kızdık, küstük. Ama mutlu etmeyi, gönül almayı, takdir etmeyi, özür dilemeyi bilmedik. Özür dilemek bir yana bunun büyüklük olduğunu göremeyecek kadar kibre bulandık. Mutsuzluktan öldük ama gardımızı düşürmedik. Halbuki ölüm vardı bunu hiç hesaba katmadık.

Bakmayın bizli çoğul ekler kullandığıma, evet ben de kızdım, ben de küstüm, ben de kırdım ama özür de diledim, gönül de aldım. Canımı yakmayan kimsenin canını acıtmadım. Canım acıdığı halde acıttığım can için bile özür diledim. Bilinçli olarak kimsenin kalbini kırmadım, kötülük etmedim, değil kötülük yapmak böyle bir şeyi aklımdan dahi geçirmedim. Geceleri tüm insanlığa dua ederek uyuyanlardanım ben. Başkasının derdini yük edinenlerden hani. Ama anlaşamadıklarım bu yüzden hayatından gittiklerim de oldu, beni hayatından yollayanlar da. Ama bu süreci hep sessiz ve saygı çerçevesinde bitirdim, hiç kalp kırmadan, kimseyi üzüp yormadan. Çünkü benim nazarımda her insan, insandır! Biri ile anlaşamıyor olmam onu kötü beni iyi yapmaz.

Sağlığınız yerinde sevdikleriniz sağ ise Allah'a şükretmek için çok nedeniniz var demektir. Geçmişinizi değiştiremezsiniz belki ama geleceğinizi güzel kılabilirsiniz. Belki birilerini çok üzdünüz ama kalanları mutlu edebilirsiniz. Belki bazı defterleri kapattınız ama başkalarıyla yeni ve daha güzellerini açabilirsiniz. Yeter ki ne kendinizin ne de başkalarının kalbini karartmayın, kendiniz ve herkes için iyiyi, güzeli, mutluluğu isteyin, o zaman göreceksiniz ki Allah size çok daha fazlasını gönderecektir.

Görüşene dek sevgi ve sağlıcakla kalın.
                            

18 Mart 2018 Pazar

Zaman Yönetimi

Zaman yönetimi, makale-tez yazımı ve formumu nasıl koruduğum bana en çok sorulan soruların başında geliyor. Makale - tez yazımı konusunda daha önce burada bir yazı paylaştım, o yazı bu bloğun bugün de dahil olmak üzere en fazla okunan yazısı. Her gün pek çok okuyucuya ulaşıyor, yazıya bu adresten http://fisiltilitepeler.blogspot.com.tr/2015/04/fisleme-nasl-yaplr-makale-nasl-yazlr.html ulaşabilirsiniz. Zaman yönetimi ve forumumu nasıl koruduğum konusuna gelince bu konularla ilgili tam bir başlık açmış olmasam da bu konulara da burada çeşitli yazılarım içinde defalarca değindim. 

Zaman yönetimi de formumu koruma meselesi de makale yazımı gibi formüle ederek anlatabileceğim bir şey değil. Her şeyden önce her ikisi de birbiri ile iç içe geçmiş bir yapıya sahip. Zamanı verimli kullanıp arttırabilmek ya da tam tersine hiç bir şeye yetişememek tamamen çocukluktan gelen disiplin ve bu sayede oluşan karakterle ilgili. Ama basitçe anlatmak gerekirse hafta içini işe gidermiş gibi çalışma zamanı, hafta sonunu ise tatil ilan ediyorum. Ancak her şeyden önce bir ev kadını olduğum için, hafta içleri uyandığımda  yaptığım ilk iş yemek yoksa yemek pişirmek oluyor, ama bunu genelde bir akşam önceden yapmış oluyorum. Fakat bu bazen şaşabiliyor. Örneğin cuma sabahı uyanır uyanmaz, pırasa ile taze bakla ayrıca hafta sonu misafirliğe giderken götürmek için kabak tatlısı pişirdim. Eşimin yemeklerini bir gece önceden pişirdiğim için Cuma sabahı ayrıca ona yemek pişirmek zorunda kalmadım. Bunlar olurken bir yandan ev toplama, havalandırma, temizleme gibi klasik ev işlerini de hemen aradan çıkarıyorum. Saat 12'den önce tüm işlerin bitmiş olmasına özen gösteriyorum. Ardından bilgisayar başına geçip akşam yemeğine dek makaleme çalışıyorum.

Eğer kitap tarıyorsam yemek pişirirken çalıştığım eserleri de bazen fotoğraftaki gibi masaya getirip, ikisini aynı anda halletmeye çalışıyorum, genelde başarılı olduğumu söyleyebilirim. Yemekleri genelde akşam üzeri pişirdiğimden sabahları 9 gibi çalışmaya başlarım, günde 8 saat çalışmaya özen gösteriyorum çünkü hayli verimli oluyor. Ama elim kolum ağrırsa zorlamayıp bırakıyorum. 1 gün arayla akşamları en az 1 saat spor yapıyorum, özellikle bir kaç aydır sporu daha sıkı tutuyorum. Çünkü tüm gün masa başında hareketsiz oturduğum için spor yapmazsam vücudum çürüyecekmiş gibi hissediyorum. Çalışmaktan çok bunaldığımda (aslında güzel havaların etkisiyle) açık hava yürüyüşleri yapıyorum, bazı günler yürüyerek okula çıkıyorum, ya da tüm gün okulda çalışmışsam okul içi gezileri yapıyorum. Bu papatyaları da geçen cuma günü okuldaki açık hava gezisi esnasında çektim.

Kilomu nasıl muhafaza ettiğim konusuna gelince hafta sonu kiloma dikkat etme şansım olmadığı için hafta içi dikkat ediyorum. Hafta sonu o kadar çok akraba geziyoruz ki, "yemem" demek gibi bir lüksümüz yok. Hafta sonları aldığım kiloları hafta içi, "doyurucu ama kilo yapmayan" yiyecekleri tercih ederek veriyorum. Hafta içi ekmek, börek, kek ya da abur cubur yemekten tamamen uzak duruyorum. Zaten hem pişirmeyi hem de zeytinyağlı beslenmeyi seven bir insan olduğumdan hiç zorlanmıyorum. Günde en az 2 litre su tüketiyorum. Son zamanlarda gençleştiğimi ve cildimin çok daha iyi göründüğünü söylediklerinde ilk başta buna pek inanmıyordum ama gün geçtikçe bunun doğru olduğunu ben de fark etmeye başladım. Hatta az önce aynadan suratıma bakıp cildim bu hale nasıl geldi diye kendi kendime nazar duası okuyordum :) tahmin ediyorum ki bunun temel sebepleri aylardır içinde olduğum sıkı spor (çok ter atıyorum çünkü), zeytinyağlı sebze ağırlıklı beslenme ve bol su...

Söylediğim gibi her şey disiplin ama biraz da o işi sevmekle ilgili, elim rahatsız olmasına rağmen  o tencereyi dolduracak hatta buzluğa kaldıracak kadar yaprağı da sarıyorum(kahvesiz olmaz tabi), üç gün arayla ev de süpürüyorum. Hatta en büyük mazoşistliğim de perşembe günleri pazara gidip 1 kilo ıspanak alıp, eve gelip onu bir güzel 7-8 su yıkayıp temizleyip buzluğa atmak. Çünkü ıspanak aşığıyım, ve kendimi onu almaktan alıkoyamıyorum, buzluğumuz bu şekilde ıspanak poşetleri ile dolu. Başkaların buzluğu et, balık dolu olur bizimki %80 ıspanak poşeti ile dolu. Bu bana acil zamanlarda kolaylık sağlıyor (bana tabii eşime değil, ıspanağı ölür de yemez)

Her şeye nasıl zaman buluyorsun sorusuna çok gülüyorum, çünkü inanın hem evin günlük işlerini hatta ertesi günün işlerini, 1 saatlik sporu ve günlük makale için çalışmalarımı bitirdikten sonra nasıl harcayacağımı bilmediğim en az 6-7 saatim daha kalıyor. O zaman boşluğu için hep çocuklarım olsaydı bu zamanı da onlara harcardım diye hayıflanmaktan kendimi alamıyorum. Sanıyorum tüm olay özünde erken uyanmak, tv izlememek (haftada 1 tane dizim var), sanal alemde dolanmamak ile ilgili, hayatım belki fazla organize ve iş yüklü görünebilir ama dediğim gibi bu bir yaşam disiplini, çocukluğumdan beri böyleydim üstelik sanıldığı kadar da yorucu değil, ayrıca günlük ne yapacağımı bilemediğim en az 6 boş saatim var.

Bu arada istediğiniz ayva tatlısının tarifini yazdım, bu linkten ulaşabilirsiniz, http://halaminkitcheni.blogspot.com.tr/2018/03/ayva-tatls.html söz vermiyorum ama diğer tarifleri de yazmaya çalışacağım.

Görüşene dek sevgi ile kalın.                


       

21 Ocak 2018 Pazar

Hafta Sonu Madem

Cuma günü çalışmaktan yorgun düşüp, yediklerim de ağırlık yapınca 4 gibi ağır bir uyku bastı. Birazcık uzanayım geçer dedim, koltuğa uzanınca uyuyakalmışım. Rüyamda Osmanlı Sarayındaydım, eteklerimi tutmuş bir o yana bir bu yana koşuyordum ki koca salonun içinde minicik kalmış piyanoyu görünce hemen önündeki tabureye oturup Chopin çalmaya başladım. Henüz bir kaç dakika geçmemişti ki, bir grup insan önce başıyla selam verip ardından sanki az önce selam verdikleri ben değilmişim gibi hakkımda konuşup hükme varmaya çalıştılar. Meğer ben Mehmed Reşad'ın kızlarından biri ayrıca hanedan dışından biri ile evliymişim. Mevzu bahis de çocuğumun hanedandan sayılıp sayılmamasıymış. Grup bir türlü karara varamayınca Padişah'a danışmaya karar verir. Padişah ne mi söyledi? Onu duyamadım çünkü telefona gelen mesaj sesiyle uyandım. İki dakika sonra tekrar uykuya daldığımda ise elimde telefon Malta Türk Konsolosluğu'nu aramış hararetli hararetli onlarla konuşuyordum.    

Hal böyle olunca 1-2 günlüğüne de olsa çalışmaya ara vermem gerektiğine karar verdim. Çünkü gördüğüm ilk rüya, uykuya dalmadan 1 saat evvel tercüme ettiğim Osmanlıca bir belgenin filme uyarlanmış hali :), ikincisi ise yine aynı gün uğraştığım Fransızca başka bir belge nedeniyle yapsam mı diye aklımdan geçirdiğim bir düşüncenin yansımasıydı. 

Aslında çok şanslı bir insanım ben, çünkü işini severek yapan -şanslı- azınlıktanım. Dünyaya bin kere gelsem bin kere de tarihi seçerim. Çünkü yazmayı seviyorum. Varacağım sonucun bilinmezliğini seviyorum. Merak duygumun harekete geçmesini seviyorum, zor olmasını seviyorum ve beni içine attığı o zorlu serüveni başka ne yaşatabilir, bilmiyorum. 11 gün önce kafamda bir soru ile yola çıktım, yoğun bir arşiv taramasının ardından hayretler içinde kendimi epey miktarda Fransızca belge çevirirken buldum. Sonra bir baktım, Alman ve Rus basını tercüme ediyorum. Zorlanmıyor muyum, çok zorlanıyorum ancak o kadar keyif alıyorum ki (çünkü makale, tez ya da kitap gibi uzun olmadığından daima keyif verir) kendimi günde 15 saat çalışırken buluyorum hali ile rüyalarımda da belgelerde okuduklarımı yaşıyorum. 

Ancak kolum da çok ağrıyınca bu hafta sonu ara vermeye karar verdim. Vakit bulduğumda yaptığım battaniye, kitap, kahve üçlemesini, battaniye, sıcak çikolata ve filme çevirdim. Önce çok sevdiğim eski filmlerden biri olan Tatil'i izledim. Özellikle Cameron Diaz ve Jude Law'lı karlı İngiltere havasına sıcak çikolatamla eşlik etmek mutluluk vericiydi. Ama Kate Winslet ve Jack Black'lı California sıcağı da iyi geldi, üstelik yıllardır rastlamadığım Rufus Sewell'i tekrardan izlemek de çok güzeldi. Filmin konusu çok basit olmakla birlikte kaliteli oyuncularla, harika mesajlarla çevrili çok iyi bir film. Ne zaman çok fazla üşümüş hissedersem bu filmi izlerim, çünkü insanın içini ısıtıyor. 

Ardından ise 2017 yılının en iyi mini dizisi seçilen Big Little Lies serisini izleyip bitirdim. Tek kelime ile müthiş. Tek kötü yanı 7 bölüm olması. 5 buçuk saatte bitti. Biliyorsunuz bizde Ufak Tefek Cinayetler Big Little Lies'dan uyarlandı, ancak Amerikan versiyonu gerçekten çok çok iyi, karakter ve olaylar çok farklı ayrıca. Amerikan versiyonun iyi olmasındaki ilk sebep hikayedeki ev hanımlarının Türk versiyonundaki gibi birbirinin gözünü oymaya çalışmaması, aksine birbirini kollamaya çalışan iyi tiplemeler olması, ikincisi ise oyuncular ve oyunculuklar i - na- nıl- maz ! Hepsi müthiş iyi oynuyor ama özellikle Reese Witherspoon'un oyunculuğu da yaratılan karakter de çok iyi, Nicole Kidman ile diğerleri de rolünün hakkını çok iyi vermiş. Ufak bir uyarı, çoluk çocuk bir arada izlemeyin. Nicole Kidman'lı sahneler çok tehlikeli! 

Ufak tefek Cinayetler'in oyuncuları ve oyunculukları da iyi ama iki bölümden sonra hikaye beni çok baydı, karakterlerin kötü olması, onca kötülüğe rağmen sahtekarca herkesin birbiri ile ilişkisini sürdürmesi çok bayağı, benim yaşam şeklime ters o yüzden ilgimi kaybedeli çok oldu. 

Bir diğer dizi önerisi, izlemediyseniz eğer Game of Thorens gerçekten o da müthiş, ama o da çoluk çocuk izlenecek bir film değil. 

Siz de bir şeyler izlemek isterseniz bunlara bir göz atın derim belki ilginizi çeker. 

Ben de uykum gelene dek tekrar Big Lİttle Lies izleyeceğim

Görüşene dek hoşça kalın.