7 Aralık 2016 Çarşamba

Aşk Tanrıçasının Yemek Okulu

Geçen hafta üzerimde yoğun bir yorgunluk hissedip izne çıkmayı istediğimi söylediğimde Danışmanım da benim tükenmişlik sendromuna kapıldığıma karar verince :) bu hafta kendimi tezden uzakta, evde dinlenirken buldum. Okulu özledim ama dinlenmek çok doğru bir kararmış, Cidden epey yorulmuşum, neredeyse 1,5 yıldır kafamda ve üzerimde tezin ağırlığı ile yaşıyordum, bu hafta ciddi bir es verip, kendime teze dair değil bir şey yapmak, tezi düşünmeyi dahi yasakladım. Keyif aldığım ne varsa onu yaptım, bitiremediğim romanımı bitirdim, bolca yemek pişirdim(az önce fırından bir börek çıkardım ve yazarken bir yandan da keyifle onu yiyorum tarifini de bloğa attım http://halaminkitcheni.blogspot.com.tr/2016/12/pastrmal-rulo-borek.html   ), yine eskiden olduğu gibi keyifle ve uzun saatler spor yaptım, rutin bakımlarıma gittim, arkadaşlarla buluşup sinemaya ve kahve içmeye gittim. Bundan iyi tatil olur mu? Olmaz...

Bu 3 gün içinde okuyup bitirdiğim Melissa Senate'nin kitabından bahsetmek istiyorum size. "Aşk Tanrıçasının Yemek Okulu" oldukça keyifli bir kitaptı. İçinde İtalyan yemek tarifleri var, benim gibi yemek pişirme delisi biri için bundan keyifli bir kitap olabilir miydi bilmiyorum. Kitabımızın kahramanı Holly, İtalyan kökenli bir aileden geliyor, büyük annesinin Mavi Yengeç Adası'nda bir yemek okulu var, ancak büyük anne ölmek üzere olduğunu anlar ve Holly'yi yanına çağırır. Bu arada evlenme teklifi beklerken erkek arkadaşı tarafından terk edilen Holly kendini Mavi Yengeç Adası'nda büyük annesinin yanında bulur. Büyük anne kısa sürede ölür, ve Holly, büyük anneden kalan yemek okulunu devam ettirmek ister. Sorun şu ki Holly yemek pişirmeyi bilmemektedir. Büyük annesinin yemek notlarından yararlanarak haftalarca büyük çaba göstererek yemek pişirme kısmını öğrenir. Bu arada 4 öğrencisi de vardır. Bir yandan onlara öğretmektedir. Kitap yemek tarifleri, hüzünlü ya da mutlu dilekler ve Holly'nin yanındaki insanların hayatları etrafında dönmektedir. Holly'nin kendine güveni olmayan aşık olduğu her erkeğin peşinden giden bir garsonken, ne istediğini bilen ayakları yere sağlam basan bir kadına dönme mücadelesini de görüyoruz bir yandan. Bu yemeklerin ana özelliği içine katılan dilek ve anılar, bazılarına şaşırtıcı anılar, bazılarına hüzünlü kimine de mutlu anılar ekleniyor, bazen de güzel dilekler serpiliyor. Kendimi Holly yüzünden bir gece Gnocchi yaparken buldum, (yemek bloğuna attım tarifi isteyenler bakabilir http://halaminkitcheni.blogspot.com.tr/2016/12/bolonez-soslu-gnocchi.html ) Holly yaparken çok zorlanıyordu, ne varmış onun yapımında Holly de her şeyi abartıyor söylentisiyle yapmaya başladığım Gnocchi beni öyle yordu ki Holly haklıymış demekten alıkoyamadım kendimi. Güzel oldu ama açıkçası uğraşmaya değmez, ya da hamuru daha ince açıp bizim mantı gibi içini doldurup kapatmak farklı bir yöntem olabilir. Aksi takdirde İtalyan usulü makarna yapıyorsunuz. Tarifleri anlattıkça bu İtalyanlar bu kadar çok hamurla nasıl 100 kilo olmuyorlar diye düşünmeden edemedim. Bence bizim tariflerimiz çok daha renkli  ve güzel, İtalya'ya gittiğinizde de yiyecek farklı bir şey bulamamamız normal, ama neticede kitap güzel. Bir de Holly daha farklı yapmış yemekleri bir daha ki sefer onun usul deneyeceğim.

İzne çıkınca geçen haftadan bu yana arkadaşlarla 3 filme gittim, Dr. Strange, Fantastik Canavarlar ve Müttefik... Fantastik Canavarlar, biz Harry Potter seyredenlerde tam bir hayal kırıklığıydı. Bizim dışımızdakiler beğendi. J.K.Rowling işin oldukça kolayına kaçmış 

Dr. Strange eğlenceli ve güzeldi. Benedict Timoth Carlton Cumberbatch, sanırım yeni Robert Downey Jr. olma yolunda ilerliyor, Sherlock Holmes'ın ukela kişiliği ikisine de yapışıp kaldı, yapımcılar her ikisine de aynı karakter üzerinden gidiyor.

Müttefik, Brad Pitt ve Marion Cottillard'ın filmi, hani Angelina ile Brad Pitt çiftinin boşanmasına sebep olan yakınlaşmanın yaşanmasına sebep olan film. Filmi oldukça iç karartıcı buldum ama arkadaşım çok beğendi, bir de ben Brad Pitt'i çok tükenmiş gördüm, belki film gereği öyledir bilemiyorum, hiç bir zaman bir Brad Pitt hayranı olmadım ama bence hiç de çekici görünmüyordu arkadaşımsa tam tersini düşünüyordu. Yaşlandıkça daha da çekici olduğunu, erkeklerin yaş aldıkça daha hoş göründüğünü söyledi. Açıkçası ben de erkeklerin yaşlandıkça daha çekici olduğuna inanıyorum ama Brad Pitt'in değil. 

Netice itibari ile okumanız için Melissa Senate'nin kitabını, seyretmeniz içinse Dr. Strange'i tavsiye ederim, ben de bitirmeye vakit bulamadığım Mozart in the Jungle'ın geri kalan 10 bölümünü izleyeyim, görüşene dek hoşça kalın.  


17 Kasım 2016 Perşembe

Kader Konuşunca İnsan Susarmış (Ali Harris'e Düzeltme)

"Kayan Bir Yıldızla Değil Bir Öpücükle Dilek Tuttun mu Hiç, Ben Tuttum. Keşke Gerçekleştiğini de Söyleyebilseydim Size"

Bir önceki yazımı okuyanlar bilir, elimde Ali Harris'in "İlk Son Öpücük" isimli kitabı vardı ve onu bitirmeye çalışıyordum. Kitabı bitirmeden hakkında yorum da yapmış, bir yandan da kitabı bitirmeden yorum yapmanın doğru olmadığını yazmıştım. Nitekim geçen cumartesi akşamı kitabı bitirdiğimde, erken yorum yapmanın ne denli yanlış olduğunu bir kez daha anlamıştım. Hatta kitabı bitirdiğimde değil kitabın 400lü sayfalarına geldiğimde hata ettiğimi fark ettim. Çünkü bu sayfalar itibari ile hikaye çözülmeye başladı. Birbirine bu denli aşık bir çift neden ayrılıyor, farklılıkları sonunda boşanıyorlar mı yoksa kız hayallerini rafa kaldırıp Ryan'a duyduğu aşkı mı seçiyor diyordum ki hikaye meğer bambaşkaymış. O yüzden ilk başta söylemek istediğim şey bir kez daha şu ki Ali Harris alkışı ve pek çok övgüyü hak ediyor. İlk nedeni bir ilişkinin ve 2 insanın yıllar içindeki değişimini gelişimini üşenmeden kaleme alma sabrını gösterdiği ve yaratıcılığı için, ikincisi kitabın başından itibaren hikayeye bambaşka bir hava katıp büyük bir yanılgı yarattığı için. Tahmin ediyorum ki bu kitabı sabırla okuyanlar bundan sonra ciddi bir Ali Harris hayranı olacak. Bu arada kitapta ne mi oluyor, bir önceki yazıda yazdığım gibi bir boşanma ya da hayallerini rafa kaldırma yok, hem aşk hem hayaller de yok, ne var derseniz, ciddi bir kader ağı var. Kader ağlarını örüyor ama ne örmek ! Ne olduğunu söylemeyeceğim oturup kitabı okuyun. Kitabın sonuna gelirken bir kez daha şunu hissediyoruz, yaşam, anılar, aşk, çocukluğumuz, aile, arkadaşlar, yaşadığımız yer her şey çok ama çok kıymetli. Ve siz ne yaparsanız yapın bir kaderiniz var, bu hep mutluluk ya da hüzünle bitecek değil, ama muhakkak bize verip katacağı çok şey var. Ben hayatta hep nedenlerin olduğuna inandım. Sizin istememenize karşın bir şeyler oluyorsa, ya da bir şeyler canınızı çok yakıyorsa bile varacağı yer muhakkak güzeldir. Evrene güzel mesaj yolla güzel dönsün. Belki biraz da Müslüman olmanın verdiği "her şeyde bir hayır vardır" felsefesinden kaynaklanan bir inanç. 

Çok önceki yazılarımdan birinde bir arkadaşımdan bahsetmiştim, kaderin ağlarını sarması neticesinde(bence öyle :) dünyaca meşhur yazarlardan birinin ekibinde çalışmaya başlamıştı. Hem bol miktarda para kazanmış hem de başkaları bilmese de yazılarını daha geniş kitlelere ulaştırmış, hatta sinemada bile izleme imkanı bulmuş, filmin galalarına gitmiş, ödül sevinçleri yaşamış, kendisine kutlama yemekleri yapılmış vs vs tüm bunları yaşarken de bir taraftan çok zor duygusal bir süreç yaşamış, hatta bu süreç dolayısıyla bir süre sonra bir türlü odaklanıp yazamaz olmuştu. Çünkü kendi ile baş başa kalmak istemediğinden sürekli değişik kişi ve insanlarla seyahat halindeydi. Bir gün, çalıştığı Amerikalı yazar ile ortak olan İngiliz Yapımcı yollarını ayırınca kendisi de ne yazık ki taraf seçmek durumunda bırakılmış, tüm o kitapları yazıp bol miktarda para kazanmasını sağlayan kişi Amerikalı yazar olmasına karşın, o hayranı olduğu (aslında istinasız tüm dünyanın hayranı olduğu) İngiliz yapımcıyla kalmaya karar vermişti. Çünkü Amerikalı yazarla kalmak evet bol para demekti ama arkadaşım tüm işi yapıyor olmaktan yorulmuş, karşı taraftan öğreneceği hiç bir şey olmamasından şikayet eder olmuştu. Diğer yandan İngiliz yapımcı için sayfalar dolusu koca kitaplar yazıp yollamasına gerek yoktu. Ama sorun şuydu ki, İngiltere'nin yaşayan 2. Shakespeare'i olarak adlandırılan bir adamı memnun etmek kolay değildi (hele bir de arada bir dilden başka dile çeviri yapılıyorsa). İşte o aralar (onun, nedenini bir türlü anlayamadığı benimse kaderdir, muhakkak iyi bir yere varacak dediğim)  yaşamakta olduğu duygusal çilenin hediyesini aldı. İş yerinde, kendi tarzına hiç yakın olmayan, kendisine hiç benzemeyen birine karşı yoğun duygular beslemeye başlamıştı, bazı bağlayıcı nedenlerden oradan ayrılamıyor, o yüzden kendi içinde daha da boğulup duruyordu. Çünkü bir yandan gidemiyor diğer yandan karşısındaki kişinin kendi yol arkadaşına duyduğu sevgi ve bağlılığı görüp hem bir yandan duruma saygı ve sempati duyuyor ama diğer yandan da hiç hissetmediği kadar derin bir kıskançlık ve öfke duyuyor ama bunu sezdirmemek için de çaba göstermekten, buz gibi durmaktan helak oluyordu. O, "neden bu durumun içine düştüğünü" bir türlü anlayamıyor, bense "kader, vardır bir sebebi" diyordum. O, hissettiğim bu şey bir gün geçecek mi, normalize olup gülüp eğlenebilecek miyim diyordu, ben de etrafımdaki örneklere bakıp zaman diyordum. Nitekim aralarında yaşanan bazı tatsız tartışmalar, alenen gönderilişi, defalarca incitilen gururu, vb  olaylar derken, karşısındaki kişinin kendi yol arkadaşına duyduğu aşkı da görmüş olmanın verdikleriyle, duyguları büyük oranda yitip gitmiş, hissettiği duygusal yoğunluk, tutku, diğer kadın yüzünden düştüğü derin kıskançlık ve öfkeden geriye bugün artık farklı biçime evrilmekle birlikte derin bir sevgi ve bağlılık kalmıştı.   

Asıl soru şu, şimdi ben bunu niye anlatıyorum? Çünkü bu arada ne olmuştu? Kader ağlarını örmüştü. Benim sevgili arkadaşım tüm bu acıları yaşarken kaleme aldığı bazı yazıları İngiliz yapımcıya yollamıştı, İngiliz yapımcı arkadaşımın yazımını beğenmekle birlikte daha önce onu-adam dediğim gibi bir Shakespeare olduğundan - oldukça teknik, olay bağıntılı buluyor, söz konusu aşk olduğunda duygusal olarak bunu veremediğini söylüyor, o yüzden de onunla çalışmıyordu (Amerikalı yazara yazdığı kitaplar ödül almasına rağmen, açıkçası bu eleştiriler doğru, ödül alıyordu çünkü çok satan olayı farklı). İşte bu eleştirilere karşın bir gün öğleden sonra İngiliz yapımcıdan mesaj alıyor, BBC'yi aç, akşamki bölümü izle. Kızımız merak ediyor filmde nasıl bir çılgınlık olacak diye bir bakıyor ki filmin o bölüm ki hikayesi tamamen kendi yazdığı kısım, sadece o da değil, asıl kahramanımızın İngiliz kraliçesine okuduğu aşk dolu mektup, satır satır kendi sözleri, arkadaki fon müziğini de duyunca arkadaşım hüngür hüngür ağlıyor. sonraki pek çok bölüm de kendi hikayelerinden derleniyor. O akşamın sürprizinden sonra yapımcı, arkadaşıma şunu yazıyor "okuduğum en müthiş ve dokunaklı mektuplardı, sen aşık olmuşsun, ama ne yazık ki çok kederli ve acınası bir şekilde". Hissettiklerinin ne olduğunu tam olarak adlandıramayan arkadaşım bu mesaj sonrasında, tüm o uçta yaşama halinin aşk olduğunu anlıyor (çünkü insanın bir şeyi adlandırabilmesi için daha önce tecrübe etmesi gerekir, daha önce yaşamadığından adlandırmayı da başaramamıştı)
Ve sorunun cevabına geliyoruz, ben kader bir şey yaşatıyorsa muhakkak bir nedeni vardır, derdim. Ve işte olan olmuş, bir yandan iyi ya da kötü anlamda hiç yaşamadığı duyguları yaşayıp böyle bir şeyin de var olduğunu görmüş (bence her şeye rağmen bir şanstır, çünkü aramakla bulunmaz) diğer yandan hayranı olduğu bir dahinin övgü dolu sözlerini alabilmiş, dünyanın en çok izlenen dizisinin yaklaşık 1 aylık bölümünü tek başına inşa etmiş, parasını da kazanmış bol bol seyahat de etmiş, sevdikleri ile vakit de geçirmiş. Üstelik BBC'de yayınlanan bölümleriyle artık yazma işinin sonuna geldiğine  de inanmıştı. Çünkü o yazılara hissettiği neyi varsa döküp yazmış, ama neticede tüm hayallerini gerçekleştirmişti.  

Yani çaresizce içine düştüğünüz bir durum varsa bilin ki sizi ulaştıracağı iyi bir yer vardır, başınıza gelen her şeyin bir nedeni vardır. 

O yüzden Ali Harris okuyun derim, siz neler düşünür, nelerin hesabını yaparken kader size neler yaşatır görün.                        

Not: Fotoğraflar  http://www.arsivfotoritim.com/bolum/eylul-2007/ adresine ait, çok güzel fotoğrafları var, göz gezdirmek isteyenler için adresini ekledim. İlk resmin adı dönüşüm, ikincisi kader, üçüncüsü huzur.      

5 Kasım 2016 Cumartesi

İlk Son Öpücük - Ali Harris

 Bitirmeden kitap yorumu yapmayı sevmem aslında, çünkü kitap sonradan çok başka bir yere gidebiliyor. O zaman da yaptığınız yorum oldukça yanlış kaçıyor. Ama eşimin dediği gibi ben bu kitabı bitirmeyi başaramayacak gibiyim, halbuki bitirmek için büyük bir çaba gösteriyorum. Akşamları koltuk, battaniye, kitap(ve taze meyve suyumuzu unutmuyoruz) üçlüsüne kavuşabilmek için tez çalışma saatimin bitmesini iple çekiyorum. Kitabı yaklaşık 1 ay kadar önce Migros'tan satın almıştım. Çantaya sığabileceği için cep boy şeklinde olması hoşuma gitti, ancak okumaya başladıktan sonra yazıyı görmek konusunda epey zorluk çektim. O sırada yolculuk halindeydim, okumak daha da zor olunca, onu çantaya atıp normal boyutlarda başka bir kitap satın almıştım. Seyahatten geldikten haftalar sonra tekrar Ali Harris'i okumaya başladım. Dürüst olmak gerekirse kitabı alırken, içi boş gençlik hikayesi tarzında bir kitap beklemiştim, seyahate giderken almamın sebebi de buydu aslında, kafamı kurcalamasın, eğlenceli olsun hoş vakit geçirmemi sağlasın. Ancak kitabı okudukça, yazara haksızlık ettiğimi gördüm, çünkü kitap ciddi bir emeğin ürünü. O yüzden minicik yazılarına rağmen okumak için can atıyorum, çünkü sonunda ne oldu, neye karar verdi diye oldukça merak ediyorum. Tek beğenmediğim yanı sol sayfalarda ara ara verdiği öpücük çeşitleri ve açıklamaları, oldukça gereksiz ve çocuksu olmuş. Bunun dışında kitap çok geçişli, çocukluğuna gidiyor, boşanmaya karar verdiği güne gidiyor, aşık oldukları güne gidiyor, bunları ayrı bölmelerde peşi sıra yapıyor ama kafa karıştırmıyor ya da gidişatı bozmuyor. Üstelik merak da uyandırıyor, bu kadar aşık bir çift ne oldu da boşanma raddesine geldi??? Kızın çocukluğu genç kızlığı, orta yaşı, kim olup da kime evrildiği konuları oldukça iyi işlenmiş. Romandaki ana karakterin listeleri harika, 
                   Avustralya'ya git, 
                   New York'da yaşa, 
                   Kası değil beyni olan erkeklerle takıl, 
                   Fotoğrafçılık oku
                   Ryan Cooper'ı ve bademcik operasyonunu unut :)

Listeler bana 18-20li yaşlarımı anımsattı, hatta evlenene dek neredeyse ben de hep liste yapardım, ve o listelere daima uyardım.
                   
                    Sınavları geç
                    Tenise yazıl
                    İngilizce kursa git
                    Şark Ekspresi ile güneydoğu turuna çık
                İnternete inat, güzel bir kart al, iyi dileklerini yaz, uzun bir mektup eşliğinde Londra'ya postala ...

Buna benzer 10 larca liste yapmış, o listelere de daima uymuşumdur. Listeler ne işe mi yarar, kendinizden ne denli saptığınızı ya da isteklerinizin ne kadarını hayata geçirebildiğinizi görmenizi sağlar. Kitapta bu listeler kızın, aşkı uğruna kendi benliğinden ne kadar ödün verdiğini görmemize yardımcı oluyor. Kız Ryan'a  o kadar aşık oluyor ki, tüm hayallerini - tüm listelerini rafa kaldırıyor. Üstelik de oldukça genç bir yaşta aşık oluyor, 21-22 yaşına geldiğinde evli bir çift gibi birlikte yaşamaya başlayıp daha sonra da evleniyorlar, ancak tüm bu zaman boyunca kafasının içinde durmadan onu dürten benliği var, nitekim bir zaman sonra bastırdığı tüm o istekler tek tek karşısına çıkmaya başlıyor. Kısacası istekleriyle aşkı arasında kalıyor. Ve ben sonunda ne olacağını oldukça merak ediyorum. Çünkü hikaye çok tanıdık. Birbirine çok aşık iki insan, ama ayrıca çok farklı iki insan... Derler ki; ilişkilerde farklılık iyidir, ilişkiyi zenginleştirir. Ama açıkçası ben böyle düşünmüyorum. Ben ömrü hayatımda, birbirinden farklı olup da farklılıklarıyla ilişkiyi zenginleştiren "tek bir çift" tanıdım. Onlar dışındaki herkesin ya aşkı ölmüştür ya da yaşama sevinci, çünkü farklılıkları zenginlikleri değil, prangaları olmuştur. Düşünün ki siz gezmek istiyorsunuz o hem dahil olmuyor hem size mani oluyor, siz spora gitmek istiyorsunuz o bunu gereksiz buluyor, siz sergi - galeri gezmek istiyorsunuz o evde oturmanızı istiyor, siz kültür - sanat konuşmak istiyorsunuz o dahil olmuyor, çünkü onun istedikleri başka, bunun gibi bir sürü farklılık yaratılabilir. Dolayısıyla farklı iki çiftin yaşayacağı aşk çok uzun sürmez, bir yerde patlak verir. Belki 20 li yaşların başında insan aşka çok daha fazla kapılıp kendinden ödün verebilir ama yaş ilerledikçe karakteri daha baskın gelir. Ben böyle söylüyorum ama yazar nasıl bitirdi oldukça merak ediyorum, öyle ki bu merak dolayısıyla hafta başından beri yaşadığım aksaklıkları görmezden geldim 

Bu hafta teknik açıdan sıkıntılı bir haftaydı, önce bir seyahat sitesinde yayınladığım fotoğrafıma sitenin moderatörlerden biri tarafından "fotoğrafımın kendine ait olduğunu iddia eden" bir yorum geldi, fotoğrafımı çarpıladığı için cevap dahi yazamadan fotoğraf kaldırıldı, şok olduğumla kaldım, ama kafaya çok da takmadım, bazen birebir aynı fotoğraf çekilebiliyor, 2 yıl önce birisinin sitesindeki fotoğrafı kendi çektiğim fotoğraf sanıp mesaj yollamaya hazırlanıyordum ki, altta albüm paylaştığını gördüm ve albümde aynı fotoğrafın farklı açılarla çekilmiş diğer resimlerini de görünce bir şey yazmadım. Çünkü fotoğraf benim değil onundu. Ve benimki ile tıpatıp aynıydı. Ertesi gün ise gün boyunca yaptığım tüm çalışmanın kaydedilmediği için çöp olduğunu gördüm, yine de tuhaf biçimde sakin kalabilmeyi başardım. Tek istediğim akşam eve gidip kitabımı okumaktı. 

Bu arada İstanbul'da yarına kadar sürecek olan Contemporary İstanbul var(soldaki resim oradan) haberiniz olsun, oldukça başarılı. Ayrıca İstanbul Bienali de başlıyor, muhakkak gezin derim. Ben bu sene oldukça şanslıyım iki bineal gezme imkanı elde ettim, önce İstanbul ardından Venedik Bienalini gezdim, her ikisi de güzeldi dürüst olmak gerekirse -milliyetçilik yapmıyorum - İstanbul Bienali çok daha görkemliydi. Ama Venedik'teki Türk pavyonu (üst sağ köşedeki resim Türk pavyonundan) müthişti, hem turistler hem İtalyanlar tarafından en çok beğenilen pavyonlardan biriydi, ülkemizle oldukça gurur duydum.


O zaman size bu kış günü için verebileceğim öneriler:

Ali Harris'in kitabı, Contemproray için geç olacağından İstanbul Bienali... Bir de izlemeye yeni başladığım Mozart in the Jungle filmi var. Dizi film izleyemediğimi bilen bir arkadaşımın önerisi, film tam benlik çünkü her bölüm 20 dakika sürüyor, üstelik film New York Senfoni Orkestrasında yaşananlarla ilgili, yani bir yandan müthiş bir müzik, orkestranın başına yeni gelen ve dahi olarak adlandırılan bir kaçık, arada ruhu gelen Mozart derken müthiş şekilde akıyor ama tek uyarı çocuklarınızla izlemeyin alkol, uyuşturucu vb aklınıza gelebilecek ne varsa var, ne de olsa Amerika'dan bahsediyoruz!
  
Görüşene dek sevgiyle kalın.            
                 

24 Ekim 2016 Pazartesi

Reklam Savaşları

Okul mesaisi bitip de eve geldiğimden beri o kadar çok iş yaptım ki-yemek, çamaşır, temizlik vb-, "artık yoğurdumu yiyip uyuyabilirim" dediğimde saatin 20.30 olduğunu görünce inanamadım. Kışın güzel yanının bu olduğunu unutmuşum, bu sayede kış akşamları bolca kitap okuyabiliyorum belki bu yüzden de kışları çok seviyorumdur. Hazır uykuya çok varken, blog başına geçip reklam savaşları hakkında biraz yazayım dedim. Bloğu düzenli takip edenler varsa benim bir Clinique kullanıcısı olduğumu bilir, makyaj için değil ama "cilt bakımı" adına söylüyorum Clinique'i çok beğeniyorum. Asla da bırakmayı düşündüğüm bir marka değildi, ancak 2 gün önce itirazlarıma rağmen Lancome Paris benim cilt bakım sponsorum oldu, böyle söyleyince tuhaf geldiğinin farkındayım, ama tam da öyle oldu. Düzenli olarak kullandığım 3 parfümden biri Lancome'a ait, ben de hem parfümü satın almak hem de hazır Clinique'de indirim varken kremimi almak için mağazaya gitmiştim, ancak Lancome yetkilisi Clinique'den krem almamam için ciddi bir çaba sarf etti ve 1.500 liralık ürün hediye etti ( anlaşmamıza göre önümüzdeki 3 ay içinde Lancome dışında ürün kullanmayacağım, ayda 1 kontrol yapıp, 3 ay sonra da sonuca bakacağız, Lancome mu Clinique mi, hangisi daha etkili olmuş? Eğer Lancome daha etkili sonuç verip beni Clinique'den vazgeçirmeyi başarırsa Lancome bana sponsor olmaya devam edecek, benden istediği ise gittiğim her yerde "genç görünüyorsunuz" söylemine "Lancome sayesinde" cevabını vermem. Ama böyle olacak mı zamanla göreceğiz. 

Bu arada "Siz kıyafetinize, bakımınıza ayda 5 bin lira harcıyorsunuz sanırım" diyenlere de cevap olsun. Ayda değil 5 bin lira -yemek, seyahat, kitap vb masrafları saymazsak- 200 TL bile harcamıyorum. Son 4 yıldır kıyafetlerimin en güzel parçaları alışveriş yaptığım butiklerin tasarımcıları tarafından hediye geliyor - 11 yıldır Clinique kullanıcısı olduğumdan oradan da çokça hediye alıyorum. Önümüzdeki bir kaç ay hem cilt bakımı hem makyaj konusunda Lancome sponsor olmuş durumda, sonrasına sonra bakacağız.  Ekstra diyebileceğim tek şey aylık cilt bakımım ve saç bakımımdır ki Serbestler'in sahibi sağolsun beni pek sevdiğinden her seferinde daha da az para alıyor neredeyse yakında bunları yaptırmam için üstüne para ödeyecek !

Peki, asıl soru: ben ekran yüzü değilken değeri binlerce lira olan ürünler bana neden hediye ediliyor? Cevabı zor değil aslında, artık biliyorsunuz sosyal medya çağındayız, son 2-3 yıldır reklamların şekli de değişti. 4 yıl önce Kadıköy'den bir butikten alışveriş yaparken mağazanın sahibi personeliyle bana 2 tane elbise yollamıştı. Bu durumdan ilk başta hoşlanmayıp gardımı almıştım, ancak ardından ayrıca kıyafetlerin tasarımcısı olduğunu öğrenince ses etmeden giymiştim. Ancak zaten 4 parça kıyafet aldığımdan çok beğenmeme rağmen bütçemi aştıklarını o yüzden alamayacağımı söylememe fırsat vermeden "çok yakıştılar hediyemiz, sizden tek istediğimiz, bu elbise ile gittiğiniz yerlerde nereden aldığınız sorulduğunda adımızı verin ayrıca, sosyal medyada lütfen adımızla paylaşın" olmuştu. üzerime düşeni yapmıştım, bugün dolabımın hala en güzel parçaları onlara aittir, ne zaman gitsem benim için harika hediyeleri de vardır. Lancome hikayesi de aynı, görevli beni kenara çekip "oldukça bakımlı bir hanımefendisiniz lütfen birlikte çalışalım" dediğinde şaşırmadım çünkü bu şuna benziyor, dershaneler gider Türkiye'nin en çalışkan öğrencisini alıp ona ev araba verir sonra da çocuk ÖSS 1.si olduğunda, bunu kendi başarılarıymış gibi lanse eder.  Yani aslında size verilen bedava ürünler de bir biçimde daha fazla paranın gelişini sağlamak için. Diğer yandan üzerinde görünür biçimde marka yazan bir şeyi giymeye hep karşı olmuşumdur. Düşünsenize Levis kot alıyorsunuz, 150 TL para veriyorsunuz yetmezmiş gibi markasını gösterip bir de reklamını yapıyorsunuz ! Yani şu son yıllardaki sistem bana daha uygun, hediye olarak geliyor ben de reklamını yapıyorum. 

Diğer bir konu instagram gibi sosyal ağların son yıllarda yaratmış olduğu bakımlı kadın imajı konusu, bu biraz abartıya mı kaçtı bilemiyorum. Ama bildiğim bir şey varsa, lütfen bakımlı olmakla makyajlı olmayı birbirine karıştırmayın bu 1, ikincisi ve en önemlisi hiç kimse için değil sadece kendiniz için bakımlı olun. Böylelikle erkeklerin "eşim evlendiğinden beri kendine bakmıyor / sadece dışarı çıkarken süsleniyor " gibi klişe ama gerçek olan söylemlerine maruz kalmazsınız. Çünkü bizde maalesef hata çocuklukta aileden annelerden başlıyor, kızlarına kocaları için süslü olmalarını öğretiyorlar, bu yüzden kızlar da sadece eş adayları ile buluşmaya giderken süsleniyor belki biraz bakım da yapıyor, evlendiğinde ise amaca ulaştığını düşünüp kendine bakmaya da gerek duymuyor. Halbuki insan bir başkası için değil kendisi için kendine bakmalı - bu dediğim muhtemelen feminist bir söylem olarak algılanacak ama hiç ilgisi yok, aksine oldukça insani bir söylemde bulunuyorum- insan kendisi için kendine baktığında, sağlıklı görünüp yaşlanmayı yavaşlattığında karşısındaki de otomatik olarak onu beğenecektir. Bu sadece cilt bakım ürünleri ile olmaz tabi, sağlıklı beslenme, sağlıklı yaşam asıl faktördür. 

Lancome etkilerine gelince bunu 1 ay sonra yazmaya başlayacağım, verdiğim söz üzerine makyaj ürünlerini de denemeye başladım, bir müddet kullanacağım. Hem makyaj ürünleri hem temizleyicileri hem de bakım ürünlerini kullandıkça topluca bahsedeceğim. Kalitede kim ne kadar ileri gitmiş açıkçası ben de oldukça merak ediyorum. 

Görüşene dek hoşça kalın                
                

9 Ekim 2016 Pazar

Müzik Hiç Susmasın Ama ...

Günlerden pazar, hava puslu mevsim kışa dönmüşse, seyahat de edemiyorsak yapılacak en güzel şey daima yazdığım gibi kitap, koltuk, çay üçlüsüdür. Bayram haftası İzmir'de Konak Pier'de Remzi Kitabevi'ni gezerken güzel bir cd görmüş, ancak sonra kitaplara dalıp hangilerini alsam diye bakınırken o cd'yi unutup çıkmıştım. İki gün önce de D&R'a gidip aynı cd'yi ararken Harun Kolçak'ın "Çeyrek Asır" isimli albümünü gördüm. Cd'yi elime alıp incelerken bir kaç dakika içinde pek çok duygu halini yaşadım. Önce çocukluğuma gidip hem hüzünlendim hem gülümsedim, ardından daha yakın geçmişe gidip Harun Kolçak'ın hastane odasında ölümünün beklendiğini anımsadım ardından bu kadar kısa sürede iyileştiğini görüp şaşırdım, üstelik dostları tarafından böyle bir albümle de onurlandırıldığını öğrenince mutlu olup sevindim. 


Demek insan nefes alıyorsa daima umut var! O gün almadım cd'yi ama eve geldikten sonra hayatımda bir taş eksikmiş gibi hissettim, üstelik de minik de olsa onun yaşamına benim de bir katkım olsun istedim ve bugün gidip aldım cd'yi. Şimdi bir yandan onu dinliyorum bir yandan yazıyorum. Üstelik de en sevdiğim parçalarından biri çalıyor https://www.youtube.com/watch?v=AEK5zIQ8veQ sanırım burcumun bana en uyan özelliklerinden biri bu, geçmişime çok bağlı olmam. Yeni şarkıcıların çoğunu tanımıyorum, ama eskilerin tamamı sanki hayatımızın bir parçasıymış gibi hissediyorum. Bunu en çok da onlar yitip gittiğinde anlıyorum. Bir de eskiler bence çok farklıydı, bize örnek olabilecek öğretici, her şeyi usulüne göre yapan insanlardı.


Vakit buldukça müzik dinlemeye özen gösteriyorum, ama teze çalıştığımdan genelde enstrümantal dinliyorum. Fırsat buldukça konserlere de gidiyorum(uz). Atmosferi olağanüstü olduğundan yılda en az 1 kez Harbiye'ye gitmeye özen gösteriyoruz. Bu yıl darbe teşebbüsü yüzünden Harbiye'ye ancak yıl sonunda (Ziynet Sali konserine) gidebildik. Temmuz'daki Pink Martini konserimizi iptal etmek zorunda kaldık ki, kendilerini izlemek en büyük hayallerimden biriydi, Türkiye'ye geleceğini duyunca sevinçten evin içinde dört dönmüştüm. Üstelik Sayın Saffet Emre Tonguç yanılmıyorsam İtalya'da verdikleri konserden Türkçe söyledikleri bir parçayı paylaşınca konser için daha bir heveslenmiştim ama kısmet değilmiş. Ama biliyorum ki bir kez gelmişlerse yine gelirler, ve umut ediyorum ki bir gün bu ülke Marc Anthony'i de ağırlayacak ya da kalkıp onu dinlemek için Amerika ya da Avrupa'ya biz gideceğiz. Çılgınlık mı bence hiç değil, hayat çalışıp, yemek yiyip uyumaktan ibaret değil bence! 

İki yıldır dikkatimi çeken bir durum var, ülkenin içinde bulunduğu siyasi durum, şarkıcıları da yoğun biçimde sarmalamış durumda. Eskiler bu durumu daha usulünce dile getirir ya da gösterirken, yeni nesil çok korkusuz ama bir o kadar da ayrıştırıcı ve nahoş biçimde dile getiriyor. Geçen yıl Sezen Aksu'nun Sanatta 50. Yıl kutlamaları kapsamında Harbiye'ye gitmiştik. Arka planda müthiş bir platform yapmış oradan geçmişten günümüze hem sanat camiasına hem de ülkenin siyasi gündemine dair görüntüler akıyordu. Ara verildiği zaman bazı seyirciler, görüntülere tepki gösterip "AKP ile yollar ayrıldı tabi şimdi böyle oldu" şeklinde söylemlerde bulunmuştu. O zaman durumu çok fark edememiştim, çünkü Sezen anımsadığım kadarıyla hiç bir siyasi söylemde bulunmamıştı, ama ardından 30 Ağustos'taki konserine yeşil, beyaz, kırmızı, sarı elbisesi ile çıkınca üstelik halkın tepkisiyle bir açıklama da yapınca işin rengi değişti. Babasının Gülen cemaatinden olduğunu evet biliyoruz ama O bizim "Minik Serçe"miz, beste makinamızdı. İster istemez üzülüyor insan, üstelik Tarkan'ın bu seneki çıkış parçası "Cuppa"nın sözleri de Sezen Aksu'ya ait, darbe girişimi öncesi piyasaya sürüldü, şarkının sözleri girişimin daha yapılmadan Sezen'in haberi olduğunu gösteriyor gibi kafama takılansa Tarkan'ın bunu bilerek mi yoksa bilmeden mi okuduğu kısmı oldu. 


Bu yıl Ziynet Sali, Harbiye'deki açılışını Mevlevi sema gösterisi eşliğinde "ne olursan ol gel" konseptinde bütünleştirici bir şarkı eşliğinde yaptı. Aynı konserde Derya Köroğlu da vardı. Onun gelişi aslında yalnız benim değil milletçe hepimizin geçmişimize ne denli bağlı olduğumuzu görmemi sağladı, o kadar ki O sahnedeyken Harbiye yıkılıyor sandım, eşim bile öyle bir havaya girdi ki (her yıl nazlanarak gelen eşim) "bize hemen bir Yeni Türkü konseri bul gidelim" dedi. Derya Köroğlu 2 parça söyleyip gitmek üzereyken hem seyirci hem Ziynet Sali bırakmayınca bir parça daha söyledi parça bitmişti ki "hadi bu da benden olsun bu sefer de ben gitmiyorum" dedi ve "Yıllardan Sonra" yı  https://www.youtube.com/watch?v=v9OhV7MXlgk söyledi. Sonra koşar adım gitti. Çok sevdiğim bir parçasıdır, ama o an acaba bilinçli bir seçim miydi diye düşünmeden edemedim. Çünkü çoğu insan bilmez ama Derya Köroğlu bu şarkıyı Deniz Gezmiş için yapmıştır, sözlere bakarsanız ne demek istediğimi daha iyi anlarsınız. Ben Deniz Gezmiş kısmından değil ama müziğinden çok hoşlandığımdan hala sık sık dinlerim. 

Ziynet Sali'den 2 gün önce SAÜ'de, son zamanlarda meşhur olan bir şarkıcının konseri vardı, (ismini yazıp yazmamak konusunda kararsız kaldım)ben de hazır dibimize kadar gelmiş diyerek gittim. Özellikle Türk sanat müziği ya da eski pop klasiklerini cover yapmasıyla meşhur bir isim, güzel bir ses. Fakat konserdeki herkesle beraber resmen şok geçirdik. Hep bir ağızdan "Öyle dudak büküp de hor gözle bakma, Bırak küçük dağlar yerinde dursun, Çoktan unuturdum ben seni çoktan, Ah bu şarkıların gözü kör olsun" diye güzel güzel şarkı söylerken Öyle söylemlerde bulunmaya başladı ki tedirgin olmadım dersem yalan olur, üstelik SAÜ konserlerine eşim gelmez, ben daima yalnız giderim, çocuklar şarkıcıya saldırmasın diye çok dua ettim. Allah'tan kimse bir şey söylemedi, tepkili olmalarına karşın beklemediğim şekilde kibar davrandılar. Sahnedeki bir kadın değil de erkek olsaydı aynı şekilde davranırlar mıydı bilmiyorum. Şarkının ardından "Biz 3 bahar önce sokaklardaydık siz neredeydiniz" diye başladığı sözüne, "kandırılanlar var kandırılmayanlar var" diye devam edip, "işte o günleri anlatan bir parça yazdık hadi hep beraber" diyerek parçanın içinde o zamanın başbakanına ve yanındakilere alenen "onlar hep böyle puşttu" şeklinde küfür etmek, oldukça nahoştu. Oradan çıktığımda bir kez daha aynı şeyi söylemeden edemedim, "kimse bu ülkede özgürlük yok demesin !" Evet ne müzik, ne sanat asla susmasın hep var olsun ama muhalefet ediyorsak da, hoşlanmıyorsak da bunu usulünce, ve terbiyeli şekilde yapalım. Eminim ki o konser salonundakilerin yarısı bir daha o kadının konserine gitmez. Üstelik onunla aynı paydada buluşmadığından da değil, muhalefet tarzını beğenmediğinden. Çünkü sizin bu biçimde adlandırdığınız kişinin bir ailesi bulunmaktadır, üstelik bu halkın neredeyse yarısının oyunu da almıştır. Yaklaşık 15 yıldır bu ülkenin başında kalabilme başarısını sağlamış bir ismi, sever ya da sevmezsiniz ama asla onu küçük görüp, hakaret edemezsiniz. Üstelik bu tür bir tavır birleştirici değil, ayrıştırıcıdır. Ve bence toplumun öncülük eden isimleri ayrıştırıcı değil, birleştirici olmalıdır. 

Not: Hiç bir vakit kısa yazamıyorum, hep uzun oluyor, anlatacak ne çok şeyim var ben de şaşıyorum kendime. Bu arada Ziynet Sali konseri muhteşemdi, geçen yıl şehit haberleri dolayısıyla iptal etmiştik, bu yıl kısmet oldu, bundan sonra da daima peşindeyiz. Özellikle 70lerin Gazino parçaları ve Orhan Gencebay parçalarıyla büyüledi bizi, şiddetle tavsiye edilir, ayrıca insan ister istemez şunu da düşünüyor, Orhan Gencebay bir konser verse de ölmeden onu da bir izlesek, Olmaz mı, ne güzel olur değil mi ???              

4 Ekim 2016 Salı

Burada Neler Oluyor !

Diyorlar ki çok geziyormuşum !!! Akşam haberleri izleyince az bile yapıyormuşum gibi geldi. Trafik kazasında polis öldürüp tahliye olan mı istersiniz, takıntı haline getirdiği radyocuyu sokak ortasında sırtından 30 kere bıçaklayıp bırakılan mı  - üstelik kadın daha önce aynı radyoda çalışanlardan birini bıçaklıyor, bir diğerine kezzap atıyor, bu arada malum trafik kazası malum şahısın ilk kazası da değil, kendisi defalarca kaza yapmış bir hız tutkunu bilesiniz, bir yandan evine tüp alacak parası dahi olmadığı için intihara kalkışanı mı istersiniz, yok yok! Siyasi olaylara, akademideki ayak kaydırmalara, yoğun kadrolaşmalara, kıskançlıklara vb şeylere değinmiyorum bile. Ülkenin resmen çivisi çıkmış! Gerçekten oturup da kafayı bunlara mı takayım, pazar sabahı evde sakin sakin kahvaltı ederken kendimi bir anda televizyondaki habere bağırırken buldum, sesimin tonunu o ayarda gördüğünden eşim resmen şok geçirdi. İşte bu yüzden haber vb şeyler izlemek yerine gezi ya da yemek programı izliyorum. İkisi de hoş bir mutluluk ve huzur veriyor. Aksi halde sinir hastası olmamak mümkün değil. 

Bir de diyorlar ki tüm bunlar eğitimle çözülürmüş, biz yıllardır eğitimi oturtamamışız, az okuyan bir milletmişiz. Eğitimi oturtamadığımız doğrudur da bunların çözümünün eğitim olduğu küllüyen yanlıştır. Bu ülkenin tek büyük sorunu vardır, o da hukuksuzluktur. Eğer insan haklarını temel alıp, eşit hukuk ilkesine sarılıp, düzgün yasalarınız olursa ülkedeki sorunlar yanlışlar düzelir. Uzun yıllar hukuk bürosunda çalışmış olmanın verdiği yaşanmışlıklarla hep şunu söyledim : kimin parası varsa haklı olan odur. Buyurun Sinan Çetin'in oğlu örneği, hiç şaşırmadım. Çünkü nice örneklerini gördük. Paranın açamayacağı kapı yok. Benim bu ülkede hukuk adına gördüğüm tek şey Hukukun Hukuksuzluğudur. Ve siz hukuku düzeltmediğiniz sürece isterseniz bu ülkedeki tüm nüfusu en üst düzeyde okutun ve herkes Prof. olsun hiç bir şey değişmez. Eğitim hiç bir şeyi çözmez. Sanıyorlar ki Avrupa ve Amerika'da herkes ünv mezunu, öyle bir şey yok, bence ünv eğitiminin en popüler ve yaygın olduğu ülkeler başında geliyoruz. Orada sistem ya da medeniyet yüksekliği  eğitimden değil, hukukun işlemesinden kaynaklanıyor. Eğer bir şeyler gerçekten çok okumaktan geçseydi, savcı, hakim, doktor olup eşlerini döven erkekler örneği ile karşılaşmazdık. Ya da okuyup bir yerlerin başına geçen insanların çalıp çırptığını görmezdik. Daha da vurgulu bir örnek vereyim akademisyen olup da -yani eğitimi en üst düzeyde olan çok okuyan insanların - odalarında öğrencilerini sıkıştırıp ZORLA öpmeye kalkıştığını, sonra da işi pişkinliğe vurdukları yetmezmiş gibi bir de utanmadan millete ahlak dersi vermeye kalktığını bilmezdik. Bel altı mı vurdum, hiç sanmıyorum, insanların özel hayatını asla deşmem, aksine çok saygılıyımdır, çünkü özeldir ama "duygular karşılıklı olduğu sürece" fakat verdiğim örnekte gönül rızası yoktur, kızın evli ya da bekar olması karşı taraf için mühim değildir. Üstelik sevgili hocamızın rededilmesinin sonraki aşaması "bu kız çok vefasız gelip gittiği yok, zaten asabi de, yollayalım gitsin! " yani bir de silip süpürme hareketi ve hatta çok eminim ki kızın sonraki hayatında da tüm işleri ters gitsin diye ellerinden geleni ardına koymayacaklardır. 

Yani özetle yanlışlıkları asla eğitimle çözemezsiniz, bu ülkede tecavüzcüsü, katili, hırsızı, manyağı, layığıyla cezaya çarptırılmadığı sürece, en okumuşu dahi hiç umursamaz biçimde kendinde her şeyi yapma hakkı bulduğu sürece ne söyleseniz boş. 

Sonra ben ne kadar da umursamaz mışım, ne yapayım ? Durmadan gündemi takip edip, boş mavallarla memleketi mi kurtarayım ben onun yerine işimi fazlasıyla ciddiye alıp, gün içinde deli gibi tezime çalışmayı tercih ediyorum, üstelik devleti ya da onu bunu dolandırmıyorum, köşe başında birilerini sıkıştırıp zorla öpmeye de kalkmıyorum. Kalan vaktimi kaliteli geçirmek yerine bunlara mı kafa yorayım, en güzel yıllarımın iş yerinde bunlarla heba olduğu yetmemiş gibi uzak durmak için çok çabalama karşın okulda bir dünya delisiyle de uğraşıyorum zaten.   

Not: - Seyahat bloğumdaki son yazıda -Nice yazısında - geç haber verdin denildiği için hemen haber ediyorum Pegasus yine kampanya atmış durumda, satın almak için 6 Ekim son tarih, üstelik akademik personel olan bir arkadaşım gezmek adına yurt dışına izin verip verilmediğini sormak için üniversitenin sorumlu kişisini aradığında olumlu cevap aldık, sadece süreç 1 ay sürebilir dediler özellikle yeşil pasaportlular için süreç bu şekilde, haberiniz olsun. Söylüyorum ki buralardayım deyip memlekete ya da düğüne deyip Amsterdam'a kaçmanıza gerek yok, bilesiniz!        

24 Eylül 2016 Cumartesi

Bahar Valsi / Spring Waltz

Sabah, hafta sonu demeyip soluğu okulda alınca günün yarısında dünden kalan işleri bitirmeyi başardım. İşleri bitirmenin verdiği huzur ve rahatlık sayesinde eve döndüğümde kendimi kitap, koltuk ve çay 3'lüsü ile ödüllendirmeyi de ihmal etmedim tabi, hele dışarıda böyle soğuk bir hava varsa, yapılacak en güzel şey kitap okumaktır. Dışarının soğuğuna inat sıcacık evimde bir yandan yeşil çayımı yudumlarken diğer yandan elimde Murathan Mungan'ın "Kadından Kentleri"ini okumaya başladım, kitap hikayelerle dolu, genelde sıkmıyor, tek seferde yarısı bitti, ama itiraf etmeliyim ki daha romantik hikayeler beklemiştim, oysa daha ilk hikayeden itibaren kendimi yalnız, çaresiz, ümitsiz hissetmeye başladım, tuhaf bir depresyona itelenmiş gibiydim, kolunda burma bileziği ile boynundan asılı olan o öksüz ufak kız bendim sanki, üstelik eşimin evde olmaması da o yoksunluğu vurgular gibiydi, içimde kim olduğunu bilmediğim arabesk bir parça çalmaya başladı. Her yer karardı sanki, bir ümitsizlik denizinin içinde yuvarlanır gibiydim. Halbuki çok değil daha 1 hafta önce Ege'ye has o tatlı sıcak ama rahatsız etmeyen eylül esintisinde dolanırken içim nasıl da bir an neşe ile dolmuştu. Üstelik günün sonunda odama çıkarken elimde -favori kitapçım -Remzi Kitapevi'nden satın aldığım kitap vardı. Suna Kıraç'ın - Vehbi Koç'un kızı- o gamsız lüks hayatının verdiği tasasızlıktan mı, yoksa harika bir gün batımı eşliğinde 
bir yandan çayımı yudumlayıp kitabı okurken diğer yandan koltuğa uzanmış Chopin'i dinlemekten mi, içim müthiş bir huzurla dolmuştu. Kendimi değil son yıllarda belki de 30 yıldır bu kadar huzurlu hissetmemiştim. Suna Kıraç etkisinden değil tabi Chopin tarafından büyülenmiş gibiydim. https://www.youtube.com/watch?v=KmzFDEu2RoA 


Kitabı kapatıp kendimi müziğe bıraktığımda ilk defa kim olduğumu bulduğumu hissettim, kimdim, hayattan ne istiyordum, beni huzurlu kılan ya da kılacak olan neydi ??? 

Yaz başından bu yana toplamaya başladığım sanat eserleri, bitmeyen Viyana aşkım, hüzne olan sevdam, tüm yaz izlediğim Frida Kahlo, Dali filmleri, gözümden gitmeyen Gustav Klimt eserleri, Gaudi için çıktığım Barcelona yolculuğu, sonbahar ve kışa olan tutkum sanki her şeyin cevabı ondaymış gibi, isminden başka hiç bir kelimeyi içermeyen o sonatla aydınlandı kalbim. Aslında hep bildiğim ama fark etmediğim sözleri fısıldadı sanki. İsmi gibi içimde bir bahar valsi başladı, kendini yeniden keşfetmenin verdiği o çocuksu heyecan, neye döneceğini bilmediğim değişim korkusunun hiç de korkulası olmadığını anlamanın verdiği güven duygusu...

Gözlerinizi kapatıp siz de bir deneseniz, sizde de aynı etkiyi yapar mı acaba ?

Bu arada kitaplara gelince, belirttiğim gibi Murathan Mungan'ı depresif buldum yine de bitireceğim, Suna Kıraç'ın eseri ise bu zamana dek okuduğum en soğuk kitap gibiydi, yine de okumayı bırakmadım, çıktığım yolculuk boyunca gittiğim tüm şehirlere o da benle geldi ama ne yalan söyleyeyim havanın 35 derece sıcağı bile kitabın verdiği soğuğu kıramadı. 

Görüşene dek sevgiyle kalın


             

9 Eylül 2016 Cuma

Uykum Kaçınca

Gece gece uykum kaçıp da ne yapacağımı bulamayınca belki yazarken yorulurum umuduyla bloğun başına oturdum. Açıkçası ne yazacağıma dair bir fikrim yok. Saat 9.30 gibi uykumun geldiğini düşünüp (aslında uyku değil sabahtan akşama aralıksız çalışmaktan kaynaklı yorgunluk çökmesi) yatağa gittiğimde, hemen uyuyamayacağımı anlayınca 2 gün önce okumaya başladığım Andreas Nenedakis'in "Büyükbaşlar" kitabını okumaya koyuldum. Sonra tekrar uykum geldiğini sanıp tekrar ışığı kapattığımda sanıyorum ki saat 10.30 civarıydı. Gözlerim kapalı ama beynimin içinde o kadar çok soru vardı ki netice itibariyle saat gece yarısını çoktan geçti ve bu işkenceye daha fazla dayanamayıp yataktan çıktım. Tez yazım dönemi yaklaştıkça, yazıp da bitirene dek böyle oluyorum. Şu an ki aslında tezle ilgili düşüncelerden çok, tezle yan yana götürmeyi düşündüklerimle ilgili... Neyi ne zaman yapacağıma dair plan yapmaya çalışıyorum, yapıyorum da ama sonra bir bakıyorum nefes almaya vakit yok. Teze çalış, düzenli periyotta haftada en az 3 gün spora git, evin işlerini aksatma, aileyi, arkadaşları ihmal etme, nihayet Eylül geldi İstanbul'daki sergileri kaçırma, "hayatta hiç bir şey için geç değildir" söyleminden cesaret alıp heveslendiğim iş için yaklaşık 10 aylık bir eğitim sürecine dahil olup bunu spor ve tezi aksatmayacak hale getir, tez dışında kitap okumayı ihmal etme,..liste böyle uzuyor da gidiyor. Hali ile beynimde onlarca soru...

Bu arada Andreas Nenedakis'İn "Büyükbaşlar" kitabı hoş, tavsiye ederim, kitabı bitirmiş değilim ama şimdiden beğendim, bu ayarda gideceği de belli. Kitabın başlığında "Büyükbaşlar - 1922" yazıyor ama Daha erken dönemlerden başlıyor, Girit'te değişen yaşamı, Osmanlı olmaktan çıktıktan sonra başından geçenleri anlatıyor. Kitap tarih kitabı değil, roman tadında, ben bunu okurken aklıma ilk gelen kitaplar İhsan Oktay Anar'ın "Puslu Kıtalar Atlası", Latife Tekin'İn "Berci Kristin Çöp Masalları" ve Henry Charles Luke'ın "Dans Eden Dervişler"i oluyor. İhsan Oktay Anar ve Charles Luke var olan bir devlet üzerinden kültürel unsurları tatlı tatlı anlatır, ama Charles Luke roman yazarı değil, bir seyyahdır. Latife Tekin ise "Berci Krsitin Çöp Masalları"nda çöplüklerde, konteynırlarda yaşayan insanlardan zamanla bir şehir inşa eder. O da diğerleri ile aynı tatlılıkta bir eserdir. Büyükbaşlar'a gelince onlar şehrin önde gelen zenginleri, tüccarları oluyor. Bürokratı, tüccarı, para ağaları nasıl el ele verip de karaborsa yaratıp köşeyi dönüyorlar çok güzel anlatıyor, ve o eski dönemlere ait tarihi kokuyu duymak da ayrıca bir haz veriyor. yazar şu ana dek gördüğüm kadarıyla hiç millet kayırmak gibi bir duruma girmemiş, daha çok kültürel olaylara yer vermiş gibi, o yüzden bir kez daha okumanızı tavsiye ederim. 

Geçen hafta kafama takılan bir kitap oldu, utanarak söylüyorum ki ben geçen haftaya kadar Gabriel Garcia Marquez okumamıştım. Arkadaşımın kitaplığında yazarın bir kitabına rastlayınca hemen ödünç aldım, oldukça da popüler eserlerinden biri "Benim Hüzünlü Orospularım", kitaba gece başladım sabah bitti. Sürükleyiciliğinden ziyade bir müddet sonra sıkıldığımdan, ama bir yandan da bu eser neden bu kadar kıymetli diye merakımdan hemen bitirmek istediğim için sabaha dek okudum.  Kafama takılan konu kitabın başlığı oldu. Çünkü, kitapta evet bir genel ev de işlenmekle birlikte odak noktası 90 yaşındaki  ana karakterin yaşlılıkla birlikte yaşadığı duygusal değişimlerdi. Tahmin ediyorum ki kitap dikkat çeksin düşüncesi ile böyle bir isim almış. Ayrıca belirtmeliyim ki, ben beğenmedim. hele ki 90 yaşında bir adamın 14 yaşında bir kızla önce birlikte olma çabası ardından aşık olup onu elde etme çabaları(tabi bunlar hep parayla oluyor) bana çok mide bulandırıcı geldi. Tıpkı Doğu'da ufacık yaşta kocaya verilen - yüklü meblağ karşılığı yaşlı adamlara satılan kızlar misali, ya da 13- 14 yaşındaki kızlarla (çocuklarla demeliyiz sanırım) birlikte olmak için Tayland'a giden orta yaş ve üzeri erkeklerin arzuladıkları gibi, kitaptaki adamın diğer saydıklarımdan neyi farklı ??? anlamadım, kitabın övülecek hiç bir yanı yok bence ! Ben yine de Marquez'e küsmeyip başyapıtı sayılan "Yüzyıllık Yalnızlık"ı da okuyacağım, yazar hakkındaki asıl kararımı o zaman vereceğim. Belki yazarım da, son zamanlarda okuduğum kitapları yazmayı çok ihmal eder oldum, ama canım yazmak istemiyor.

Bir de bir kaç aydır, iyi mi kötü mü olduğunu anlamadığım bir değişim var üzerimde, canım ne kalem oynatmak ne de okumak istiyor. Yazmanın kuralı duygusal istikrardır, bunu kaybederseniz isteneni veremez, onun yerine kendi içinizdeki karmaşayı yazarsınız doğal olarak da ancak bloğa yazı yazarsınız, okumak konusunda da daha fazla ve daha fazla seçici hale geldim. Eskiden iyi kötü ayırt etmez okurdum, biraz da teknik görmek için ama artık tahammülüm yok sanırım, sadece iyi olanları okumak istiyorum. Tabi bunda bu zamana dek okuduğum binlerce kitabın vermiş olduğu doygunluk var. Görmediğim teknik de kalmadı üstelik. Aslında son zamanlarda ilgimi çeken bir kitap oldu, bir yerde kahve yudumlarken veranda üzerinde ters bırakılmış haldeyken buldum onu. Jean Christophe Grange'in "Lontano" isimli eseri... Grange'i zaten oldum olası beğenirim, neredeyse tüm kitaplarını okumuşumdur. Sonunu en başından tahmin etmeme rağmen "Leyleklerin Uçuşu" da dahil hepsini beğenmişimdir. Hatta en garip ve mistik bulduğum "Taş Meclisi" olmuştur ama onu da beğenmiştim, dönemiyle kıyaslandığında da bugün de Grange tam bir üstaddır, işini iyi bilir.


Ve bu arada yazı yine uzun oldu , üstelik hala uykum yok, kısa tutmayı başaramıyorum. Ama bir yerde kesmek gerekir değil mi, bitirmeden size 2 de film önerisi yapayım Stephan Hawking'in hayatını anlatan "Herşeyin Teorisi"ni izleyin ama adamın yaşam hikayesini de okuyun çünkü gerçekler filmdekinden bambaşka ben yine de filmi de çok etkileyici buldum Eddie Redmayne'ın oyunculuğu şapka çıkarttıran cinsten, diğeri ise çok vintage tarzı bir film "Kod Adı UNCLE", baştan sona aksiyon, soğuk savaş dönemi, oyun içinde oyun, ve filmin (özellikle)müziklerine hayran kaldım, ritmi ve akışı da şahane, izleyin derim. 

Ve anladım ki bu şekilde de uyuyamayacağım biraz daha kitap okuyayım bakalım uyuyabilecek miyim?

Şimdiden herkese iyi bayramlar

Görüşene dek sevgi ile kalın  

            

22 Temmuz 2016 Cuma

Ne Unutur Ne De Unuttururuz !

Bundan tam 18 yıl önceydi, yeni doğum yapan ablam kucağında 3 aylık bebeği ile bizde kalırken eniştemin, "oğlumu çok özledim ne olur yarın gel" baskılarına dayanamayıp annemi de alıp ertesi gün yola koyulmuştu, Gece yarısı Antalya'ya doğru yol alan otobüs şoförünün yaşadığı uykusuzluk sorununa sabahın ilk ışıklarıyla yağmaya başlayan kar da eklenince, otobüs Isparta yolunda devrilmiş, yeğenimin ölümüne anneminse ağır yaralanmasına neden olmuştu. Hastanede "evladım yaşayacak mı" diye bir sağ tarafa, "annem yaşayacak mı" diye bir sola tarafa koşan ablama "çocuğunuz öldü" denildiğinde hiç tereddütsüz "o varsın ölsün yeter ki annem yaşasın, ben yine evlat doğururum ama ölürse annemi nasıl geri getiririm" diyecek kadar annesine düşkün olan ablam, arayıp da "kardeşim tepemize bombalar yağıyor, ev durmadan sallanıyor, darbe diyorlar ama burası savaş yeri söyle anneme hakkını helal etsin" dediği günden bu yana tam 1 hafta geçti. Hiç bir şeyden habersiz evinde(Sakarya'da) oturup tezi ile ilgilenen ben ve eşim darbe girişiminden böyle haberdar olduk. Allah biliyor ya televizyonu açana kadar inanmadım, dalga geçiyor sandım. Televizyonu açtığım zaman yaşadığım şoku ve çaresizliği ne yazık ki hiç bir zaman unutmayacağım. Hafıza en çok duygular açıkken beyne alır ve unutmayı imkansızlaştırır derler, doğru olsa gerek, çünkü çok yeni olmasına rağmen biliyorum ki :

*Haber kanallarındaki sunucuların suratlarında koca bir belirsizlik, kaygı ve şaşkınlık ifadesi ile -başta cumhurbaşkanı olmak üzere - yetkili ağızlardan güven telakkisi duyma çabalarını     

*Bir yandan Ankara'da durmaksızın bir yerlerin bombalandığı, çatışma çıktığı, insanların öldüğü haberlerini izlerken sık sık helallik isteyen ablamın İzmit'te yaşayan annem için bana mesaj atıp "Şimdi uyuyordur, panik atağı var arayıp da korkutmayalım, ama bana bir şey olursa ne olur söyle hakkını helal etsin kardeşim" yazılı mesajlarını

*Ablam Ankara'da, annem İzmit'te, bense tam ortada tüm çaresizliğimle "Allah'ım sen bu ülkeyi de, ablamı da insanları da ne olur koru" diye dua etmek dışında hiç bir şey yapamayışımı

*Sayın Tayyip Erdoğan ile yapılan ilk canlı bağlantıda, Tayyip Erdoğan'ın sergilediği DİRAYETLİ DURUŞU

*Sakinliği ile tanıdığımız Abdullah Gül'ün öfkeden gözü dönmüş şekilde yaptığı bağlantıyı

*Cumhurbaşkanımızın "halkımız sokağa çıkıp demokrasisine sahip çıksın" dediği andan itibaren sokaklara dökülen, askeri ikna etmeye çalışan, tankların önüne atlayan O MUHTEŞEM GÖNÜLLÜ YÜCE HALKI 

* Sabaha kadar okunan SELALARI

*Sokağa çıkma talimatından itibaren halkı sokağa çağıran MEGAFONLARI

*Ufacık askerleri ağlatana kadar döven, onların bir er olduğunu idrak edemeyecek kadar gözü dönmüş insanlıktan yoksun  O KORKUNÇ İNSAN MÜSVEDDELERİNİ 

*Devlet Bahçeli'nin sesini yükseltip "YARALI ASKERİN BAŞINDA BOZKURT İŞARETİYLE FOTOĞRAF VEREN BİZDEN DEĞİLDİR" söylemini

*Kemal Kılıçdaroğlu'nun Parti Grup Toplantısı'nda dile getirdiği "DEMOKRASİ" açılımını 

*Meclis başkanının "Meclisi hemen terk etmeliyiz" söylemine Bekir Bozdağ'ın "HAYIR TAM DA ŞİMDİ BURADA KALMALIYIZ, BURADAN KAÇAMAYIZ, GEREKİRSE BURADA ŞEHİT OLURUZ AMA BURADAN ÇIKMAMALIYIZ!" söylemini,

*Bu söylem karşısında Meclis başkanının yüzündeki mevcut korku dolu ifadeye eklenen fal taşı gibi açılmış O KOCAMAN 2 GÖZÜ

*Ankara'da Emniyete yapılan füzeli saldırıyı

* TRT spikerinin okuduğu darbe metnini  

*Üst rütbeli bir askerin kendisini engellemeye çalışan amcaya "bak git yoksa vururum seni" deyip de amca gitmeyince silahını çıkarıp adamı sırtından vurup yere yığdıktan sonra "sana git buradan dedim" diye bağırışını, 

*zavallı adamın tek kurşunla öyle sessiz bir köşede bir başına ölüşünü, ailesinin bunu televizyondan seyredeceği gerçeğinin boğazıma KOCA BİR YUMRUK halinde oturuşunu  

* Saatler geçip de televizyona görüntüler düştükçe içime oturan kederden, boğazımda oluşan düğümlerden 2 gün neredeyse hiç konuşamayışımı,

* (AKPli olun olmayın) gerek eski yöneticileri gerek yeni yöneticileriyle AKP ve Cumhurbaşkanı'nın bu işin üstünden en iyi şekilde geldiğini

* CHP + MHP'nin ilk andan itibaren darbe karşıtı duruşlarını, sağ duyulu oluşlarını hem Cumhurbaşkanına hem AKP'ye verdikleri destekleri  

Ve daha buraya ekleyemediğim yüzlerce vatanseverlik hikayesi ile bu memleketin ekmeğini yiyen insanların yaptığı vicdansızlıkları NE UNUTUR NE DE UNUTTURURUZ ! 

15 Temmuz Gecesi ne kadar kara bir lekeyse bir o kadar da Bu Milletin Şanlı Tarihine Yepyeni Bir Sayfadır. Hem Türkiye hem de bizler için büyük bir kırılma anıdır. Yalnız halkın o büyük vatanseverliğinden dolayı değil ayrıca Vatanını sevmesine rağmen milletine olan inancını kaybetmiş benim gibi insanların inancını da tazelediği için, 100 yıl sonra bize bir Kurtuluş Savaşı daha verdiği için, Topun tüfeğin üstüne atlayıp darbeye hayır dediği "demokrasiye" sahip çıktığı için, Siyaseti bir yana bırakıp bir bütün halde sokağa çıktığı, el ele verip birlik beraberlik sergilediği için. Beni Son 1 yıldır yaşadığım, umutsuzluk, inançsızlık ve boşvermişlikten döndürdüğü için. 

Çok değil bir 1 hafta öncesine kadar bırakın tarih öğrencisi olduğumu ya da doktora yaptığımı söylemeyi sorduklarında lise terkim ya da ev hanımıyım diyordum, halkımız adına o kadar umutsuzdum ki, insanlardan uzak durup sadece kendi kabuğumda yaşıyordum. Üstelik hayatımı da sadece kitaplarla başbaşa, yazarak sürdürmeyi düşünüyordum. Ama 15 Temmuz'dan bu yana yaşananlar her şeyi değiştirdi, kaybettiğim inancım alevlendi. O ilk gecenin belirsizliğine, tanklardan ya da havadan yağdırılan kurşunlara rağmen bu halk canını hiçe sayıp kendini sokaklara atıyorsa, bu halkı da bu halkın evlatlarını da en iyi şekilde, bıkmadan usanmadan aydınlatıp, bilgilendirmek benim ve benim gibilerin en temel görevi olmalı. Hocalarımızdan devraldığımız ve uzun yıllar süren eğitim hayatımız boyunca elimizde taşıdığımız o yanan meşalenin sönmesine izin vermemek, onu sağ salim yeni nesillere aktarmak, onlara ( tüm hataları ve doğrularıyla) nasıl büyük bir milletin evladı olduğunu anlatmak, daha güzel ve yepyeni bir Türkiye, vatanına bağlı, ahlaklı ve çok çalışan muhteşem bir yeni nesil var etmek, bunun için kabuklarımızdan çıkıp kendimizi bu insanlara adamak, kaybettiğim o inanca yeniden ve aşkla sarılmak benim ve benim gibilerin en temel görevi olmalı! 

Biz önce kendimize sonra dünyaya nasıl güçlü bir millet olduğumuzu kanıtlamak, tek başımıza da en iyi şekilde ayakta durabilmek zorundayız.  Çünkü bu olayların ilk anından itibaren aklımda durmadan dönen 2 tarihi cümle vardı, ne yaptıysam aklımdan uzaklaştıramadım ve onlar beynimde döndükçe hüzünlendim. Biri Nuri Bilge Ceylan'ın 2008 yılında Cannes'da ödül kazandığı zaman söylediği ve gönüllerimize taht kurmasını sağlayan "my lonely and beautiful country* " diğeri ise Mehmet Akif'İn İstiklal Marşı için dile getirdiği "Allah bir daha bu millete İstiklal Marşı yazdırmasın" söylemiydi. Nuri Bilge ne yazık ki çok haklıydı, bizim ülkemiz de insanımız da çok güzel ama bu evrende bir o kadar da yalnız ! O yüzden siyasetten arınmış, ama DEMOKRASİ'nin "GERÇEK DEMOKRASİNİN"ne olduğunu bilen ve buna sahip çıkan, işini en iyi şekilde yapıp, çok çalışmayı kendine düstur edinen yepyeni bir nesil var etmeliyiz, ne gençlerimize ne halkımıza ne geleceğimize karşı umudumuzu hiç kaybetmemeli, gerektiği yerde bu ülkenin umudu olup, taşın altına elimizi koymayı bilmeliyiz. Çünkü artık bu bir VAR OLMA SAVAŞIDIR, eğitimiyle, ekonomisiyle, insanıyla, kültürüyle ve aklınıza gelecek her unsuruyla hayatta kalma mücadelesidir. İç mücadelelerimizi bitirip, hep birlikte el ele demokratik ve güçlü bir Türkiye kurmak zorundayız, çünkü bu ülke tam 700 yıldır yok edilmeye çalışılıyor. Bu vatan elimizde kalan son topraktır, ve unutmayalım ki bize ne başka bir Türkiye ne de başka bir vatan var !

O yüzden 

Ne bir zamanlar dünyaya hükmetmesine rağmen içeride din - rüşvet - para derdine düşüp,  bilim - teknoloji- ekonomi ve askeride geri kalmışlığını karşı tarafa kafir demek suretiyle kendini ferahlatan ve bu kafa yapısından sebep yıkılmaya mahkum kalan koca imparatorluk Osmanlıyı 

Ne 1. Dünya Savaşında verdiğimiz milyonlarca şehidi, 

Ne Kurtuluş Savaşına adını yazdıran milyonlarca isimsiz kahramanı

Ne 60, 62,63,71,80 Darbelerini

Ne  15 Temmuz Gecesini

ve Ne de "Gerçek Demokrasiye" olan şiddetli ihtiyacımızı 

Lütfen, Ne unutalım ne de unutturalım !






Daha umut dolu 

Daha güzel bir Türkiye'de Görüşene dek sevgiyle kalın









* I dedicate this prize to my lonely and beautiful country which i love passionately.



        

15 Temmuz 2016 Cuma

Korkuyorsunuz Diye Ölüm Sizi Pas Geçmez !

Sabah telefonuma yağan mesajlarla uyandım. Herkes aynı soruyu soruyordu : Nice'ten döndünüz değil mi? Kimsenin bir şey söylemesine gerek yoktu, terör saldırısı olduğunu hemen anladım. Çünkü geçen hafta oradaydık ve oradayken böyle bir şeyin olacağını sezmiştim. Neden mi etrafta çılgın gibi polis ve görüntüleri beni oldukça korkutan askerler vardı, durmadan şehrin içinde geziniyorlardı. Askerlerin her biri şişirilmiş insan gibiydi, kendilerinden çekinmesem fotoğraflarını çeker yayınlardım o zaman ne demek istediğimi anlardınız. Eşim ve kuzenim bu olağanüstü güvenlik önlemlerini EURO 2016'ya bağlamıştı, çünkü hem Nice merkezde hem de Nice sahilde 2 adet koca Fan Zone vardı, ve akşam maçlar başlamadan 1 saat önce herkes buraya akıyordu. Nice deniz kenarı bir şehir olduğu için Fransa'nın ziyaret ettiğim diğer şehirlerinden çok farklı bir ruh haline sahip, daha enerjik daha genç, insanlar eline megafonu alıp, bankların tepelerine çıkıp deli gibi bağırıyor, ne dediklerine dair hiç bir fikrim yok.

Bu beni ilk başta bir miktar ürkütmüştü. Biz maç kuyruklarında beklerken birbirimizden ayrı düşüyorduk, hatta bir seferinde Fan Zone'un biri dolunca bir grup insan yığını ile sahildekine gitmek durumunda kalmıştık, eşime ve kuzenime bakıp : ayrı düşersek, içeri giremeyen olursa eve gitsin, orada buluşuruz, demiştim. Güvenliğe dair tedirginliğim kalmamıştı çünkü zaman içinde şunu fark etmiştim, özellikle de kuyruklarda tek başınıza kaldığınızda görüyorsunuz, içki içeni var, kalabalığa karışıp ot çekeni var, 1 sigarayı 3- 4 kişi paylaşanı var, deli gibi bağıranı var ama kimse kimseye dokunmuyor. Kimse kimseyi rahatsız etmiyor. Aksine çok arkadaş zanlısı. Neden mi çünkü Amerika'da ve İtalya dışındaki Avrupa ülkelerinde kanunlar ve yaptırımlar çok ağır, polis bizim polisimiz gibi eli kolu bağlanmış değil, bir yandan çok koruyucu, kollayıcı, ama her hangi birine en ufak bir rahatsızlık vermeye kalktığınızda işiniz bitti, hele üzerine yürüyün silah ya da benzeri bir şeyle gidin, anında çekip öldürüyor. Çünkü kanunen buna hakkı var. Fransa - İzlanda maçının olduğu akşam sahildeki Fan Zone'a giderken kalabalıktan olsa gerek(farkında değilim) yola inmişim, sonra birisi belimden tuttuğu gibi beni kaldırıma çıkardı baktım polis gülümser şekilde parmak salladı sanıyorum ki "yola inmemelisin", dedi. Ama aynı akşam polisin biri, beni tehdit olarak algıladı, burnumun dibine kadar geldi, aramızda yarım metre mesafe yoktu, uzun uzun bakıştık, kendisine neden bilmiyorum tek kelime açıklama yapmak gelmedi içimden, o sebeple biz oradan ayrılana dek polis ve arkadaşları da etrafımızdaydı ve beni izlemeye devam etti. Beni tehdit olarak algılamasına sebep olan hareketleri düşününce onca güvenlik önleminin maçla ilgisi olmadığını ve terör hareketi beklediklerini çok net anladım. Fan Zone lardan içeri girmek de çok zor, İsviçre havaalanında yaşadığımız kadar sıkı bir aramadan geçirilip alınıyorsunuz. Ayakkabı çıkarmak bir yana 

İsviçre'de iç çamaşırına dek soyulan insanlar gördük. Yine de biz o akşam çok eğlendik, eve döndüğümüzde konuyu konuşurken "Nice'de terör beklediklerini, yoksa bu denli çok güvenlik olmayacağını" iddia ettim. İnanmadılar. Öyle olsa bile Nice'deki güvenliğin aşılamayacağını söylediler. Durum canlı bomba ise ne yazık ki, engellemek çok zor. Çünkü adam kendini öldürüyor onu kim nasıl durduracak kimden korkacak, canı istediği yerde patlatır kendini. Ve evet devletler daima nerede saldırıya uğrayacaklarını bilir. Yıllar önce İzmit'te peş peşe 3 saldırı yapıldı, istihbaratçı bir arkadaşım vardı. 3 saldırıdan hemen önce her seferinde arayıp, uyardı, parklara sakın gitme, belediye araçlarını kullanma vb, İlki evime çok yakın bir parkta patladı, yoldaydım oraya doğru gidiyordum çünkü evime gitmek için o yoldan geçmeliydim, patlamayı duydum, 2.sinde belediye otobüsüne bomba bağlanmıştı polisler bombayı buldu, 3.sünde deniz taşıtında 2 terörist vardı, deniz taşıtındaki halk tarafından etkisiz hale getirildiler. Ama o zaman canlı bomba olayı yoktu. İnsanların zarar görmeden terörristlerin etkisiz hale getirilmesi daha kolaydı. O zaman hem dünya hem de ülke siyaseti farklıydı. Bugünse bambaşka, terör her yerde. İtalya'ya vardıktan bir kaç gün sonra, seyahat ederken kuzenimle trendeki yemekli vagondan kahve alıyorduk ki, orada çalışan İtalyanlar Türk olduğumuz öğrenince söyledikleri ilk şey "havaalanı patlamasından haberiniz var mı, çok üzüldük" demek oldu. Herkes bu konuyu konuşuyordu, İtalyan kanalları sabahtan akşama kadar durmadan bu haberi verdi. Türkiye'dekinden daha fazla ayrıntı ve görüntü gördük diyebilirim. Bu yılın başlarındaydı, eşime "Brüksel'e uçup oradan yine bir Benelüks turu yapmak istiyorum ama ya Brüksel havaalanını havaya uçururlarsa" dediğimde bana "yok artık Avrupa'da, havaalanında kolay değil o işler" dedi, 1 gün sonra havaalanında patlama oldu (aslında Avrupa'da havaalanına girmek daha basit, Türkiye'deki dış kapıdaki güvenlik taramamsı Avrupa'da yok). İstanbul'da Sultan Ahmet civarında 2 günlük minik bir gezi tatil yaptım, 3 gün sonra aynı yerde patlama oldu, İstanbul'dan ayrıldık 2 gün sonra Atatürk'te patlama oldu, Nice'den döndük 1 hafta sonra patlama oldu, yani diyeceğim o ki, öleceğiniz gün gelmişse ölüm sizi her yerde her şekilde bulur. Terör saldırısında ölmezsiniz de oturduğunuz yerde kalp krizi geçirir ve ölürsünüz. O yüzden hayatınızı korkuyla geçirmeyin, eve kapanmayın, onların istedikleri zaten bu. İnanın zerre korkmuyorum, gelecek yıl daha uzun bir Nice tatili düşünüyorum. Siz de düşünün, başlıkta da yazdığım gibi Korkuyorsunuz Diye Ölüm Sizi Pas Geçmez, vaktiniz gelmişse her yerde bulur. Belki batıl inanç diyeceksiniz ama ben her sabah evden çıkarken Ayetel Kürsi okurum, beni koruduğuna inanırım, korumasa bile o inanç rahat olmamı sağlar. Diğer yandan kötü bir insan olmadım, vicdanım hep rahat, mala, mülke, hayata tapmıyorum, ölmekten neden korkayım ? Ve umuyorum ki tüm bu saldırılar devletlere bir ders olur ve ne koşulda ve kime karşı olursa olsun bir terör örgütünü desteklememeleri onlarla iş birliği yapmamaları gerektiğini anlarlar. 





17 Mayıs 2016 Salı

Belgenin İzinde - Esporat Adaları


Dışarıdaki depresif havayı benim kadar seven başka biri daha yoktur sanırım. Kitap okumayı sevenlere has bir durum mu bilmiyorum, ama depresif havanın keyfi başka oluyor, dışarıda soğuk bir rüzgar eserken, pencerenin önündeki ağaç şiddetli rüzgara dayanamayıp Şamarcı söğüt gibi sağa sola sallanıyor, gökyüzü alabildiğine kararmış, yağmur bulutları her an patlamaya hazır. Sizse çayınızı almış, koltuğa kurulmuş sıcak ev ve güzel bir kitabın keyfini sürüyorsunuz. Belki de elinizde, havaya uyum sağlamaya çalışırmış gibi bir Stephin King romanı var, o yüzden dışarının fırtınalı grisi ile içerideki en ufak tık sesi yerinizden hoplamanıza neden oluyor. 

Hayal edip yazması bile oldukça keyifli geldi, tez okumasına erken başladığım için birazdan yukarıdaki hayalimi gerçekleştirmeyi planlıyorum, yanıma sıcak bir şeyler alıp, gri hava ile ya bir Stephen King ya da Edgar Alan Poe eseri okuyacağım. Ama ona geçmeden önce bana daima güneşi çağrıştıran adaları anımsamamı sağlayan bir belgeden bahsetmek istiyorum. Az önce tezle ilgili bir belge okurken "Esporat Adaları" ismine rastladım, belgeye göre Osmanlı Devleti buradan vergi almaktadır, ve ben de doğal olarak  kendimi bir anda internette Esporat Adaları'nı ararken buldum. Osmanlıca'da yabancı kelimeyi genelde elif ile başlattıklarından sterlini ısterlin, Sporat'ı Esporat şeklinde yazmaları alışıldık bir durum. Esporat Adaları yazınca da karşılığı çıktı. Tahminde bulunduğum üzere Esporat Adaları ile Ege Adaları kastedilmektedir. Yunanistan'a ilk gittiğimde uçaktan adalara bakarken 12'den fazla ada var diye düşünmüş, neden 12 Ada dendiğini merak etmiştim. Bugün Esporat Adaları'nı araştırırken sebebini öğrenmiş oldum, meğer Osmanlı Devleti gayrimüslim bölgelerinde 12'li denen bir sistem uygulamış. Bu sisteme göre her 10 hane birer temsilci çıkarır, bu temsilciler de aralarında bölgeyi yönetecek 12 kişiden oluşan bir ihtiyar heyeti seçermiş. Yani 12 Ada'daki 12 sayısı ada sayısı değil, 12 üyeli meclisle yönetilen adalar anlamına geliyormuş. Toplam ada sayısı ise irili ufaklı 20 adadan fazlaymış. 12 ada ismi ise Türkçe verilmiş bir isim olup önce Yunanca'ya ardından diğer batı dillerine aynı biçimiyle çevrilmiş. En azından vikipedinin söylediği bu. Bu adalardan bir kaçını görme şansım oldu, sırf turistik sebeplerden "keşke bizim olsalardı" dediğim çok olmuştur. Sıcak bölgelere has beyaz taş evleri, rengarenk salkım saçak çiçekleri, taze meyve sebzeleri, yerel ürünleri ile bizim adalarımızdan pek farkı yoktur. Sadece Santorini'yi ayrı tutmak mümkün (zaten o 12 ada dahilinde değil)çünkü ada, oluşum şekli itibariyle değil bizim adalarımızdan dünyadaki diğer adalardan da farklıdır.

Onun dışında Rodos, Patmos, Simi gibi adaların bizim adalarımız ya da sahil bölgelerimizden pek bir farkı yok. Ama Yunanlıların geçen sene "Türkiye'ye vize vermiyorum" çıkışı, turist acentalarını zor durumda bıraktı, önceden sattığı tatil paketlerinin ellerinde patlamasına neden oldu, acentalar kurtuluş olarak Yunan turlarına İtalya'yı da dahil edip, müşterilerine İtalya'dan vize alıp turları İtalya'dan başlatmak durumunda kaldılar. Bir önceki yıl ve şu an var olan kapıda vize uygulaması ama oraya kadar gidip de kapıdan geri döndürülme riski gibi durumlar düşünülünce işin tadı fazlasıyla kaçtı, işte o durumda insan "keşke bizim olsaydı" demeden edemiyor. Ve adalar bana hep güneşi çağrıştırıyor, çünkü ada geziyorsanız en ideal mevsim yazdır. Ve yaz demek genelde güneş demektir. 

Bakmayın depresif havayı sevdiğime güneşi de çok severim ama boş boş gezinebiliyorsam, benim için güneş demek deniz, kumsal, parmak arası terlik, sıcak esen rüzgarla gelen tatlı yosun bazen buram buram kokan taze çiçek kokusu, sofralardan eksilmeyen zeytinyağlı taze fasülye, annemin bitmeyen "kızım çocuklara göz kulak ol, açılıp boğulmasınlar" bağırtısı, yeğenlerimin suya girdiğim andan itibaren tepemden ayrılmadıklarından vücudumda bıraktıkları tırnak izleri, ailemizin en şeker ama bize oranla biraz iri olan kızının küçük yeğenimle bana bakıp "ne olurrrr teyze beni de suya atın" söylemi, ufak tefek yeğenimle ben gövdesinden o ayağından tutup da, ağırlığından dolayı diğer yeğenimi fırlatamayıp yan çevirip suya bıraktığımızda onun her sene tekrar eden "balina gibiyim değil mi, bana bunu ima etmek istiyorsunuz değil mi, lanet olsun sizi terk ediyorum diyerek suya dalıp da 2 adım öteye gidemeyişi, onun sahte gözyaşlarıyla bizim kahkaha dolu yıkılışlarımız demek. güneş demek, gündüz yapılacak tez çalışmaların soğuk meyve eşliğinde akşam yapılması, keyfi kitap okumalarının ise sahil kenarına bırakılıp kafayı yerleştirecek uygun bir pozisyon bulma çabaları içinde bir çırpıda okuyup bitirmek demek...eve tıkılıp çalışmak zorunda değilsem güneşi de sevdiğim doğrudur. 

Bir belgenin peşinden gidip, acaba neresidir derken tüm o tatlı yaz hatıraları beynime üşüştü, yazların o tatlı hatıralarını sayfalar dolusu yazabilirim, ama deppresif havayı da kaçırmamak gerek, o yüzden yazıyı daha fazla uzatmadan doğruca Edgar Alan Poe okumaya gidiyorum. İşinizi benim gibi erkenden bitirdiyseniz belki siz de birazdan yapacağım gibi koltuk, çay, kitap üçlemesini denersiniz,

Görüşene dek Hoşça kalın