18 Haziran 2015 Perşembe

Bazıları hisseder bazıları da ıslanır

Sabah yüzümde kocaman bir tebessümle uyandım. Çünkü rüyamda çok güzel bir çiçek bahçesinin içinde dolaşıyordum derken önce hoş bir meltem esmeye başladı, sonra o meltemin içinde tatlı tatlı dolanırken  hafif bir yağmur geldi, öyle sert soğuk değil ama içimi ısıtan güzel bir yağmur. Öyle ki içim mutlulukla doldu ve o mutluluk ruhumu ele geçirmiş olacak ki, gülümseyerek uyandım. Ve tüm gün, o ruh hali sağa sola koşturdum. İşin en güzel yanı ise akşam üzeri havanın rüyama nispet yaparcasına esip yağması oldu. Gökyüzü yıkılıyor benimse midemde kelebekler uçuyordu. Nedenini bilmiyorum ama herhalde başka hiç bir ikili yoktur ki beni bu denli mutlu etsin. Kaç insanın yağmuru görünce yüzünde güller açar bilmiyorum. Belki de evde olmayı, ve yazmayı seven ruhumdan kaynaklanıyordur. Üstelik rüzgar ve yağmurun getirdikleri inanılmaz. Sanki beynimde gizli bir bölme var ve o bölmenin açılması bu ikilinin koşup gelmesine bağlı.

Sıcak bir bitki çayı (normal zamanlarda) , diz üstü bilgisayarı, dökülmek için sabırsızlanan kelimeler, sağa sola savrulan yapraklar, camı döven damlalar daha ne olsun! Akşam üzeri fırtına çıktığında önce balkon kapısına koştum, kapının eşiğinde durmama rağmen tüm o soğuk iliklerime işledi. Rüyamdaki gibi tatlı tatlı esmiyordu ama gözlerimi kapattığımda verdiği o özgürlük duygusunu hiç bir şeye değişmem. Bir an bu anı sonsuza dek yaşayabileceğimi düşündüm. Sonra her yağmur yağdığında gözümü yumduğum zamanlar olduğu gibi yine aynı anıya sürüklendim. Bir sonbahar sabahı, daha dünyadan bihaber gencecik bir kızım, İskenderun'da bir otel odasındayım, gece pencereyi açık unutmuşum sabah toprak kokusu ve yağmurun sesine uyanıyorum. Gökyüzü gri bulutlu. Yanımdaki yatağa bakıyorum. Bana bir gece önce kederli biçimde "Agora Meyhanesini" söyleyen kadını arıyor gözlerim. 50'lerinde adı Aysel, kısa süre olmuş tanışalı ama hemen giriyor gönlüme ve artık o benim Aysel Ablam. Kimdir, nedir bilmiyorum. Yer olmadığı ama ablamla eniştem güvendiği için onunla kalıyorum. Bir annesi var biliyorum. Ona bakmakla yükümlü. Çok seviyorum Aysel Abla'yı, tıpkı 3 günlüğüne gittiğim İskenderun'u aylarca kalacak kadar sevdiğim gibi. Sırlarla dolu bir kadın Aysel Abla, ruhu çok yorgun belli, çünkü gözleri o yorgunluğun ağırlığını taşıyor. Çok konuşmuyor ama  odada her akşam farklı bir şarkı söylüyor bana, hepsi Türk sanat müziği tabi, ama hepsi gamlı hepsi kederli. Hiç şikayet etmiyorum, Türk sanat müziğine aşığım çünkü, tek üzüntüm onun sesindeki ve gözlerindeki keder. O keder öyle işliyor ki içime bir daha hiç çıkmıyor. Ne zaman yağmur yağsa ben bir İskenderun sabahına uyanıyorum, bir sonbahar sabahı, gökyüzü gri bulutlu... ruhum zaman ve mekan değiştiriyor adeta. Neden ben her yağmurda aynı sabaha uyanıyorum bilmiyorum, yarım kalan neydi de ruhum hala orada bilmiyorum. Tek bildiğim o sabah o boş yatağa baktığım ve tüm eşyaları durmasına rağmen Aysel Abla'nın bir daha geri gelmediği..Ne olduğu sorduysam da söylemediler, ben ortaya çıktığımda fısıltıya dönen konuşmalardan duyabildiklerim "fırtına, yağmur, kayalıklar ve kan" ve tüm bunlardan tek çıkardığım, Aysel Abla'nın o kederli sesiyle bir daha ne bana ne de hiç kimseye şarkı söyleyemeyeceğiydi. Ve ne zaman yağmur yağsa ben o sabaha uyanmaya devam edeceğim, ve  ne zaman yağmurla birlikte rüzgar gelse bana onun "Agora"sını fısıldamaya devam edecek. Ve ben ne zaman gözümü kapasam, aradan geçen 15 yıla rağmen onun beline dek uzanan siyah saçları ve keder dolu gözlerini görmeye devam edeceğim. İlginç olansa tüm bu kedere ve her seferinde aynı toprak kokusu ve aynı sonbahar sabahına gitmeme rağmen, her seferinde kendimi kuşlar gibi özgür ve mutlu hissettiğimdir. 

Kim bilir gözleri hüzünle bakan ama dudağından tebessümü eksik olmayan o kadın, İskenderun'un o yağmurlu sonbahar sabahında, kayalıklara çıkıp yaşamına son verirken, sırtında bir kanbur gibi duran kederini geride bırakmanın özgürlüğünü ve mutluluğunu hissetmiştir. Ve kim bilir belki de bu yüzden her yağmur yağdığında ben de aynı sabaha uyanıp aynı özgürlüğü ve mutluluğu yaşıyorumdur.



Not: Ben aslında dün gece bitirdiğim Agapi'yi yazacaktım, ancak hep söylediğim gibi yazının bile kendi kaderi var. O yine benim planladığım gibi değil, kendi istediği gibi oldu, parmaklarım da sadece aracılık etmiş oldu.          


11 Haziran 2015 Perşembe

Sevgi Fırtınası

Arkadaşlarım arayıp yazmıyorsun, iyi misin diye sorunca en son ne zaman yazmışım diye baktım hemen hemen bir 40 gün olmuş. Bunun son 20 günü neredeyse koşturmaca ile geçtiğinden yazmaya da vakit olmadı tabi. Halbuki yazmayı düşündüğüm iki film vardı. Biri "Doubt" diğeri "Sevgi Fırtınası". Ancak ikisini de yazmaya vaktim olmadı. Çok uzun uzadıya yazabilecek olmasam da ikisini de tavsiye ederim. Üstelik ikisi de beklenmedik bir sonla bitiyor. Özellikle Sevgi Fırtınası'nın sonu beni kahretti. Buna rağmen uzun zaman sonra Richard Gere'yi izlemek, özellikle fırtına çıkmadan evvel ev ve denizin göründüğü sahneyi görmek eşsizdi. Tam gerçekten aşkı bulmuşlarken Richard'ın ölümü tam bir şok etkisi yarattı. İşte o an insan aslında gerçekten neyi önemsediğini bir kez daha anlıyor. Yaşadığımız tüm koşturmacının ne denli anlamsız olduğunu. Sevdiklerimizin ne denli kıymetli olduğunu, o acıyla nasıl da yaşanamayacağını, gerekirse o ilişkiyi hiç yaşamamak ama her daim onun sağ ve mutlu olduğunu bilmenin verdiği huzur için bile ne denli şükredilmesi gerektiğini. Sonu üzse de Richard Gere'yi izlemek gerçekten güzeldi. Filmden büyük beklentileriniz olmasın tabi, neticede romantik bir yapım ve benim gibi yaşlılar için çekilmiş :) 

Diğer film ise 2008 yapımı ve yayına girdiği yıl Oscar'a da aday olan "Doubt". Filmin başrollerinde Meryl Streep ve Philip Seymour Hofman var, bunu söyledikten sonra oyunculukları hakkında sanıyorum ki yorum yapmaya gerek yok. Her ikisi de Oscarlı müthiş oyuncular. P.Seymour'un rahibi canlandırdığı filmde Meryl rahibeyi oynuyor. Gelenekçi anlayışla yenilikçi anlayışın çatıştığı kilisede ortaya atılan bir dedikodu, ve dedikodunun sebep olduğu olaylar dizisi öyle ustalıkla işlenmiş ki ne yalan söyleyeyim filmin sonuna dek beni "Şüphe" içinde bırakmayı başardılar. Bir taraftan yargısız infaz diğer yandan Tanrı'nın adaleti, ayrıca ırkçılık ve gelenekçi-yenilikçi çatışmasının işlendiği filmin tek kusuru filmin çok kısa sürmesiydi. Pat diye bitmesi karşısında epey hayrete düştüm. Ardından Sevgi Fırtınası'nı izleyip o da beklemediğim şekilde bitince elinden oyuncağı alınmış çocuklar gibi oturup ağladım. Mutsuz bir toplum olduğumuzdan insanlar mutlu sonları sever. Çünkü kendisi yaşamayacağını bilse bile hayal etmek ve her güne o umutla uyanmak güzeldir. Onca insanın hayallerini nasıl çalarlar diye isyan edip ertesi gün Amerikan Sinemacılar ve Yazarlar Birliğine bir daha mutsuz son yazmamaları konusunda sıkı bir fırça çekmeye karar verdim, malum ben ana sponsorlarıyım o sebeple benden çok çekinirler :) Şaka bir yana sırf P. Seymour'u ve Meryl Streep'i seyretmek adına izlenecek bir film. Farkındaysanız Amy Adams'dan hiç bahsetmiyorum. Çünkü American Hustle'dan dolayı kendisine birazcık sinir olmuş gibiyim. Jenifer Lawrence gibi bir hatunun yerini almaya çalışmasından hoşlanmamıştım, dolayısıyla üzerine çarpıyı attım. Tabiki de şaka yapıyorum :)

Aslında yazılacak çok şey olmakla birlikte, örneğin macerası bol Ankara günleri gibi: son 3-4 günümü Melih Gökçek'e taptığını söyleyen insanlara Ankara'nın korkunç ulaşım problemini haykırmakla geçirmiş olmak gibi, 2 yıl sonra görme imkanına sahip olduğum dünyalar tatlısı ve "sana çok benziyorum bu yüzden çok mutluyum teyzooooş" diye durmadan gelip gidip beni öpen yeğenimin (diğer yeğenim Damla'nın aksine) fiziksel olarak bana bu denli benzeyip de kafasının nasıl oluyor da bir dünyaymış gibi olduğu, ya da üniversiteden çok kale gibi olan Ankara Dil Tarih'e girmek adına güvenliğin yaptığı bir hata ile yaşadığım unutulmaz komedi, yabancı bir edebiyatçının Ankara'da verdiği bir konferans esnasında Orhan Pamuk'u övmesinin ardından aldığı eleştirilerin sebebini bir türlü anlayamamasının nedeninin sorup da kendisine toplumumuzda okumayı bilmediklerini ve politize olmayı açıklarken yeğenimin bir anda dile gelip Türkçe şekilde "seninle konuşabiliyor olamasam da seni çok sevdim bebişşş" demesinin üzerine misafirin yeğenime dönüp yarım bir Türkçe ile "ben de seni bebiiişşş"demesi ve yeğenimin hem utanç hem şokla arkama saklanması gibi..Resimde gördüğünüz gibi neredeyse benden uzun o boyla nasıl saklanacaksa :) Yeğenim sağ olsun onca yorgunluğa rağmen öyle eğlendirdi ki yazıdaki gülen yüz bolluğundan da anlaşılacağı üzere üstümde hala o komik ve çılgın ruh hali mevcut. Paragrafın başında da yazdığım gibi anlatılacak çok şey olmakla beraber tez beni beklediğinden burada kesmek en iyisi. Özetle, keyfim yerinde, oldukça iyiyim, sağ olun.

Görüşene dek sevgi ile kalın :)