2 Ağustos 2014 Cumartesi

"Hayat" ve "Hüzün"

İnsan ağustosun göbeğinde doğup da sıcaktan nasıl bu denli nefret eder anlamış değilim, ama durum benim için tam olarak böyle. Evde yalınayak gezebiliyor olmanın dışında sıcağın hiçbir faydasını görmedim. Hele, serin ve rüzgarlı balkonumda bir yandan yağmurun sesini dinleyip bu yazıyı kaleme alıyor bir yandan da dumanı tüten çayımı içiyorken, sıcak hava gözüme bir kez daha korkunç görünüyor. Sıcak havaları bir zamanlar severdim,  yağmur ve soğuk hava yaşlılık alameti midir, yazarlık sevdası mıdır, yoksa romantik miyim, ya da hep  böyleydim de farkında mı değilim bilmiyorum. Ama tek bildiğim seyahat programlarımı (son 15 yılın seyahat fotoğraflarında genelde şemsiyeliyim, sol üstteki de onlardan biri) ya da yazılacak yazılarımı bile havaya göre planladığım. Yolculuğa çıkılacaksa –benim için- en doğru mevsim, sonbahar ya da kıştır. Yok yazın ortasında gidilecekse muhakkak soğuk bir şehre gidilecek ya da gittiğimiz ayda henüz çok ısınmamış henüz ilk baharın son demlerini yaşayan bir nokta seçilecektir. Düşünsenize dışarıda sert bir rüzgarla gelen yağmur, siz şemsiyenizin altında deli gibi koşuyorsunuz, soğuktan saklanmak için kendinizi sıcak bir cafeye atmışsınız,  karşınızda 600 yıllık opera binası, yağmur deli gibi pencerenize vuruyor, şehrin ışıkları geceyi doldurmuş, (malum sonbahar ya da kışları hava 5 gibi kararır). Garson içinde sıcak kahvenizin olduğu tepsiyi getirirken, siz opera binasının dışındaki dev ekrandan Mozart ya da Vivaldi konseri dinliyorsunuz. Ve tüm bunları yaşamak varken, iki adım attığınızda sıcaktan bayılmak üzere olduğunuz yaz mevsimini sevdiğinizi söylüyorsunuz !  gerçekten mi ?

Yağmurda kitap okumanın tadı da başka tabi, geçen haftadan beri elimde Ayşe Kulin’in “Hayat” ve “Hüzün” isimli eserleri.  Dün gece Hayat’ın sonuna gelmiştim ki, evliliğini sonlandırmasında etkili olduğunu söylediği şarkıyı http://www.youtube.com/watch?v=_64nc_NLE_I açıp dinlediğimde, şu an yaptığı etkiyi yapmadı. Çünkü gece hava oldukça sıcaktı ve şarkının içeriği dolayısıyla tam bir kış şarkısıydı. Sevgili Kulin, “Londra dönüşü” diyor“kar” diyor “Tombe La Neige” diyor ve sen ateş gibi bir sıcakta tüm bunları anlamaya çalışıp, hareket etmeye bile mecali olmayan bedeninle, “bu kadının derdi ne” diyorsun. Fakat bugün hayal etmesi zor değil, Robert Koleji’nde okumuş, edebiyattan, politikaya iyi eğitim almış bir kızın, oldukça zengin ve yakışıklı olması dışında hiçbir meziyeti olmayan bir adamla evliliğini kısa sürede sonlandırması gayet doğal. Hatta bunu yapmasa tuhaf olurdu, ama garip olan, bir annenin, yanında iki çocuğuna rağmen, sıkıntıdan patlıyorum diyerek aniden gidebilecek cesareti bulabilmesi.  Ayşe Kulin’in eşini terk etmesi bir yana, kitabı beni oldukça şaşırttı. Sanıyorum ki kendi hayat hikayesi olduğu için, gerçi “Veda” ve “Umut”ta da ailesinin hikayeleri vardı ama o zamanlar Kulin henüz doğmamış, sahneye girmemişti. Evliliğini anlattığı kısma gelene kadar kitabı çok sevdim ve tabi tüm karakterleri de, ama eşiyle geçen yılları, kayınvalidesini yazdığı sayfaları bir türlü sevemedim. “Hüzün”e başlamış olmama rağmen elim bir türlü okumaya varmıyor. Evet biliyorum, kayınvalidesinden,  boşanma faslından dolayı çok çekmiş, bu kitap belki de bir yanıyla dolaylı yoldan bunun bir intikamıdır bilemem ama, bence insanlar bırakın biten bir ilişkinin ardından kitap yazmayı, bence lafını bile etmemeli. Kötü bitmişse, gideni ya hiç anmamalı, ya da ondan sevgi ve saygıyla bahsetmeli. Çünkü öyle ya da böyle yaptığımız seçimler, karakterimizin bir yansımasıdır. Elbette her ilişki doğru ya da sonsuz değildir, olamaz da… Çünkü bir yandan –karşılıklı- büyürken bir yandan da –karşılıklı- değişirsin.  Ve önemli olan insan kalabilmeyi başarabilmektir, sesini yükseltmeden, suçlamalara girişmeden güzelce ayrılmayı başarabilmek. Sürekli kötü anılar yerine iyileri olduğunu da anımsamak… Ve yıllarını paylaştığın insanı sevgi ile anmak bu denli zor olmasa gerek.

Eşini, ve onun ailesini anlattığı kısımları atlarsak –çok özel olduğunu düşündüğüm için diyorum- iki kitap da güzel, kah DP’li, darbeli, çocukluğunun ve iki çocuklu dul olarak döndüğü yılları ile geçen Ankara  günleri, kah yazları kiraladıkları evleri ile Büyükadalı tatil günleri, bir yandan kolej yıllarında anneannesinde kaldığı Narmanlı Apartmanı ve Nişantaşı yılları, okuma sevdası ile gittiği Londra ve kaldığı iki yıl içinde sahip olduğu iki evladı ve biten okul hayalleri ile döndüğü İstanbul’u…Bugün pek çoğunu tarih sayfalarından ya da edebiyat, siyaset, televizyon dünyasından tanıdığımız arkadaş çevreleri ve anıları ile güzel bir kitap olmuş (örneğin Güneri Cıvaoğlu çocukken Kulin’in  annesi Sitare’ye aşıkmış). Hazır hava da serinlemişken, alın okuyun derim. Bu güzel hava her zaman gelmez.


Not: Kitaplığımı düzenlerken  Maeve Binchy’nin kitaplarını görünce (Yıldızlı ve Yağmurlu Geceler, Gizlidir Bütün Aşklar, Yalnız Kadınlar Sokağı, Aşıklar Korusu, Aşk Bir Kere, İtalyanca Aşk Başkadır, Aşk Mutfakta Pişer vd), size aslında Maeve Binchy’den ve onun “Yıldız ve Yağmurlu Geceleri” nden bahsedecektim. “Yıldızlı ve Yağmurlu Geceler”in bir gecede bana nasıl bavul toplattığından, Binchy’nin ilk romanımı yazmamdaki etkisinden, (o kadar ki ondan dolayı ilk romanım İrlanda’da geçiyordu,) beni dünyanın bir ucuna sürükleyişinden, nasıl dünya tatlısı bir insan olduğundan (yani ölmeden evvel öyleydi) vb…  Ama son yıllarda hep dediğim gibi yazının bile kendi kaderi var. Planladığım gibi değil, kendi istediği gibi oldu yine.