11 Aralık 2014 Perşembe

Teşekkür

Az önce, daha evvel yazdığım bir kitapla ilgili bir şeye bakmak için bloğumu açınca, istatistik kısmında yazan rakamları gördüm, rakamlar beni hem şaşırttı hem sevindirdi, bu yüzden bir teşekkür yazısı yazmak elzem oldu. Blogları ne zaman açmışım diye de baktım, Temmuz 2012, yani dolu dolu 2 yıl olmuş. Arkadaşlarımın arzusu üzerine açtığımda, (bir kaç yazı hariç) hiçbir yerde reklamı olmaksızın (google plus ve nadiren facebook dışında) 2 yıl sonra 20.000 rakamını aşacağımı söyleseler, "yok artık kim okuyacak onları" derdim. Ancak yazmaya başladığım andan itibaren arkadaşlarımın yolladığı mesajlardan minik de olsa bir okuyucu kitlesi yakaladığımı anladım. Zamanla bu kitle büyümeye başladı, çoğu zaman beni mutlu eden yorumlar olduğu gibi, 3-4 kişi köşeye çekip sen o konuda nasıl böyle dersin diye ciddi ciddi fırça atan insanlar da oldu. Olumlu ya da olumsuz ama neticede okunduğunu gösteren bu yorumlar zamanla daha ciddi boyutlara ulaşmaya başladı. Nedenini anlayamadığım bir biçimde özellikle politik çevrelerde olan arkadaşlarımın da ilgisini çekti. Doğal olarak getirileri de oldu. Bazen yazdıklarım hakkında şehir efsaneleri dolaştı "senin bir önce kaleme aldığın yazı var ya "valla billa ben geçenlerde bir gazetenin köşesinde okudum gördüm, Taha Akyol mu desem Bekir Coşkun mu" :))  ben tabi önce koca bir "yok artık" deyip ardından merak edip baktım nedir ne değildir diye, arkadaşım pek haksız değilmiş tesadüfen aynı konu hakkında yazmışız, yazdıklarımın %95'i gazete köşesinde de mevcuttu, konu sınırlı ve aynı sorgulama ile ele alınmış, tahminimce benzerlik oradan geliyordu. Yazıyı ilk yazan kişi ben olmasam, 6 ay sonra biri dönüp bana gazeteden yazıyı çalmışsın dese (öyle bir huyum olmamasına rağmen) inanabilme ihtimalim var ancak tutup da Bekir Coşkun ya da Taha Akyol'un herhangi bir yerden yazı çalacağına ölsem inanmam. Aynı konunun aynı sorgulama ve aynı kaynaklara bakılıp yazılmasından birbirinin kopyasıymış gibi durması görülmemiş bir şey değil. 

Bu arada en çok okunan ve okunmaya devam eden yazım hangisi diye merak edip baktım ilk sırada değişmez biçimde Sağlıklı Yaşamla ilgili yazım, 2.sırada Ayhan Sicimoğlu, 3.sırada Frida Kahlo geliyor. Bu gayet anlaşılır, sağlıklı yaşama olan ilgi giderek artıyor, google dan aratınca da bir şekilde blog da çıkıyor demek ki. Ayhan Sicimoğlu da şaşırtıcı bir sonuç değil, kendisi yazıyı hem twitterden paylaştığı hem de yayınladığım tarihte kendi resmi sitesine eklediği için http://www.sicimoglu.com/ayn-roportaj.html oradan gelen bir yoğunluk oluyor. Ve tabi özellikle seyahat bloğumdan yazı beğenip yayınlayan tatil.com'u da unutmamak gerekir. 

Bu arada son zamanlarda ne yazdığımı merak ederek hızla bir göz gezdirdim. Son bir yıl neredeyse ağır depresif geçmiş. Nasıl bir bunalım halidir o ??? Bazen öyle oluyor sanırım cidden geldi mi üst üste geliyor. İyi şeyler için de geçerli bu olumsuz olanlar için de. Benim yaklaşık son 1 yılım da ciddi anlamda sıkıntılı olaylarla geçti, ruh hali ister istemez yazıya da yansımış. Neyse ki o günler artık geride kaldı, 2 yazı önce söylediğim gibi tüm eski defterleri kapattım, kocaman yeni bir defter açtım kendime. Ama o defterde beni üzecek kimselere yer yok artık. Bir de uzun süredir hak ettiklerimi elde etmenin mutluluğu da var üstümde. Ve geldi mi iyi şeyler de peş peşe geliyor Çok Şükür ! 

Blog sayesinde tanıştığım insanlar da oldu. Ve onlarla kurduğumuz sağlam dostluklar da...Ama biliyorum ki bazı yersiz korkulara da sebep oldum bu yüzden Türkiye'den sonra en çok izleyici oranı ABD'den geliyor. Birinden özellikle bahsetmeden geçemeyeceğim, "teşekkür ederim" dışında tek kelime Türkçe bilmeden inatla her yazımı (önceleri)google translateden çevirip (sonraları) sırf daha düzgün anlamak adına ücret ödeyip profesyonel çeviri sitesine üye olan, bıkmadan usanmadan her yazımı okuyan ve sonrasında okuduğunu göstermek için her seferinde bana yazı hakkında fikirlerini yazıp yollayan o güzel insana koca bir teşekkür, sonra kim olduğunu bilmediğim, üstelik yabancı ülkelerden oldukları için(Amerika'dan sonra Rusya, Fransa, Almanya, İngiltere...diye gidiyor) niye ya da nasıl bulup da sürekli biçimde takip ettiklerini anlamadığım insanlara da, kimse okumazsa biz okuruz sen yeter ki yaz diyen sevgili arkadaşlarıma da kocaman teşekkürler. Zaman zaman(hatta çoğu zaman) ben istemedim siz zorla yazdırdınız, ama ne de iyi yapmışsınız. Şimdi kayıt altındaki o bunalım halleri her daim görme şansım var. Ve onlardan çıkaracağım bir sürü ders. Gün  gelirde unutmaya kalkacak olursam tek tek açıp onları okuyacağım ! 

                 

2 Kasım 2014 Pazar

Her Şey Güzel Olacak-mış !

Arkadaşlar, "yeterliliğin de bitti yazmıyorsun" diye sitem ediyor. Canım istemiyor ki ne yazayım ? Çılgın okul koşuşturması bitince garip bir yorgunluk ve miskinlik çöküyor insana. Yetişilmesi gereken dersler, yetiştirilmesi gereken sunumlar - makaleler, çalışılması gereken sınavlar olmayınca hayat garip biçimde yavaşlıyor. Muhtemelen herkes için olağan bir süreçtir bu. Ve insan kendisiyle baş başa kalıyor ilk kez. Düşünme fırsatı oluyor kendi hakkında, olanlar hakkında, hayat hakkında...Bütün yıl ne yaptım diye gözden geçiriyorum, epey yol kat etmişim aslında, pek çok şeyin üstesinden gelmişim. Ama bir de gelemediklerim var. Saçlarıma düşen aklar, gözlerimin etrafına yerleşen ince çizgiler gibi. Bir de geçmeyen "yorgunluk hissi"...

"Yorgunluk hissim" için arkadaşlarımdan biri 30'lardasın artık ondan mı? diye sordu ama 30'larda olmakla ilgisi yok bence, yıllar önce bir hocam da (üstelik erkek olan bir hocam) şöyle demişti: "30'lu yaşları kabullenemedim alışana kadar ciddi bir bunalım yaşadım" Aynı şeyi yaşayacak mıyım diye epey merak etmiştim ama bende öyle olmadı, aksine 30 yaşla beraber çok daha farklı hissetmeye, düşünmeye başladım. Tuhaf ama hoş bir dönüşüm yaşadım aslında. Konuştuğum pek çok kadın da benimle aynı düşüncede, bir bayan için 30'lu yaşlar iyidir, hayatın tüm zorluklarına rağmen yaşanılan dönüşüm, gösterilen kararlılık, kendine duyulan güven had safhada oluyor. Ne istediğinden çok neyi istemediğini bilmek harikadır. Ama eskiye oranla daha keskin oluyor duygular, mutluluklar da yukarıda üzüntüler de...  Eskiden aynı insana defalarca güvenebilirken yaş ilerledikçe bundan eser kalmıyor örneğin. Bir kez sarsılmaya başladığında güven duygusu yerini şüpheye bırakıyor mesela. Belki eski saflığın yerini tecrübeler aldığındandır artık. Fakat ne olursa olsun her yanı ile seviyorum bu yaşları. Şu an olduğum yaştan 1 yaş dahi küçük olmak istemezdim. Ve bana getireceklerini de merak etmiyor değilim. Öyle ki 40'ları da iple çekiyorum. "Hayat 40'ında başlar" diyenlerin bir bildiği vardır muhakkak. 

30'lu yaşlarda olmak değil ama yazdan beri saçıma düşen beyazlar çökertti beni. Aynaya baktığımda kendimi gözlemleme fırsatım oluyor artık ve sanıyorum ki bu sıralar en çok bu beyazların yıkıklığı var üstümde. Belki öyle abartacak kadar yok ama neticede siz genç ve sağlıklı kalmak için sürekli spor yapıp, sağlıklı beslenirken, onların yine de var olmaya başladığını görmek yıkıcı. Çünkü üzüntüler üst üste bindiğinde sizi alt ediyor. Ve tüm uğraşlarınızın dış müdahale ile yıkıldığını görmek pek sevindirici değil. O dış müdahaleyi önlemek için insanlara yüklediğimiz değerleri gözden mi geçirmeli ?  

İyi şeyler de oldu aslında, üzerinde çalıştığım pek çok şeyin neticelenmesi gibi, hayalini kurduğum bazı şeylerin çok çalışmam sayesinde gerçekleşmesi gibi...Çalışarak ve doğru insanların desteği ile istediğim her şeye ulaşabileceğimi görmem gibi...Bu yüzden iyi yanından da bakmak gerekir bu yıla, ama kayıplarla kazanımları tartmaya kalktığımda kayıpların acısı kazanımların mutluluğunu o kadar bastırıyor ki, iyi yanı göremiyor insan. Fakat büsbütün hayatı da boş vermiş değilim, çünkü ben boş versem  o bırakmıyor peşimi bu yüzden bir dostun da dediği gibi "her şeyin iyi olacağına" inanmak istiyor insan. Tüm çabalarımız, tüm umutlarımız zaten bu yüzden değil mi, "her şey daha iyiye gitsin" diye...Belki de eskinin üzerine çizik atıp yeni sayfalar açmalıyız kendimize, umut ve iyimserlik dolu yeni sayfalar. Ben çarşamba itibari ile yeni bir sayfa açıyorum mesela.  Belki siz de öyle yapmalısınız! Evet öyle yapın ve sonra oturup hep birlikte neyi ne kadar değiştirebildiğimize bakalım. 


Not: (İstediğiniz)Spor ve sağlıklı beslenme ile ilgili yazıyı güncellenmiş deneyimlerim eşliğinde kaleme alma niyetim var ama şu an yazma isteğim yok, üstelik deneyimleyeceğim yeni bir şeyler var, o yüzden de bekliyorum biraz. Onun da neticesi eşliğinde (eğer olumlu bir sonuç alırsam) toptan yazacağım söz.          

11 Ekim 2014 Cumartesi

Halil İnalcık'ın Peşinde

Bir - iki yıl önceydi, turizm acentesi olan bir arkadaşım, kendisiyle çalışmamı istemiş, yurt dışı turları için benim bir program hazırlamamı ve insanları gezdirmemi teklif etmişti, hatta iyi de ücret önermişti ama ben her zamanki huysuzluğumla "ben öyle herkesle her yere gitmem" deyip kabul etmemiştim. Hiç de pişman olmadım açıkçası, çünkü insanları memnun etmek zordur üstelik herkesin zevk aldığı unsurlar da farklıdır. İlkbahar ve sonbahar ayları genelde kültür turizmi yoğundur, "insanlara etrafı gezdirirken bir yandan da sürekli anlatacak kişinin tarihçi olması hoş olur, hatta bizim asla bilemeyeceğimiz yeni rotalar çıkarırsın sen" demişti arkadaşım. Nereden bulacağım yeni rota derken(aslında daima var) ama artık gezmekten bıkkınlık da gelmişken,  Emine Çaykara'nın hazırladığı "Tarihçilerin Kutbu Halil İnalcık" kitabını elime alınca beni heveslendiren onlarca güzel rota çıktı ortaya. Hem de öyle böyle değil, söyleşi niteliği taşıyan kitap, kesinlikle "muhteşem ötesi", şiddetle öneririm çünkü, 1.si Halil İnalcık'ı ve dolu dolu geçen hayatına dair bir çok şey öğreniyorsunuz, İngiltere'de Bernard Lewis ya da Churcill ile geçen anılarından tutun da Amerika'da başkan Eisenhower'lı ziyaretlerine kadar, kitapta yok yok... 

Örneğin, Viyana'nın bir kısmının Rus işgali altında olduğu dönemde, Rus askerlerden kaçmak için taksi şöförüne şehrin en lüks oteline götür beni deyip de gittiği otelin Rus askerlerin kaldığı otel, otelin olduğu muhitin ise Rus işgali kısmı olması bavulunda sakladığı afişlerden dolayı epey korkulu anlar yaşatır...Anılara bakıyorsunuz anıların kendisi bile tarihe damga vuracak biçimde 2.si, söyleşi içinde müthiş bir tarih akıyor ama nasıl bir tarih, hudutu yok, her şeyden bir miktar ama sıkmadan yormadan keyifle okutuyor 3.sü, İnalcık gittiği yerlerde özellikle sevdiği mekanları öyle bir sıralıyor ki, daha evvel gezdiğim ve yeter dediğim yerlere şimdi Halil İnalcık'ın gözüyle bakıp yeniden gitme isteği yaratıyor. Alın size yepyeni rotalar. Örneğin Viyana'ya geri döneceksin ama seyahate Kahlenberg Tepesi'nden başlayacaksın. Niye ? Çünkü 1683'te Türkler Viyana'yı kuşattığı zaman, Leh-Alman-Habsburg ordularının karargahı olmuş. Aşağıda Türkler muhasar ediyor, tepeden Viyana görünüyor, onlar da Türklere karşı harp planını orada yapıyor. Kilisesi müzesi de vardır. Kahlenberg Tepelerinden Leh süvarileri süratle inerken, Alman orduları top tüfek ateşiyle eşlik ediyor...diye devam ediyor Halil İnalcık, ya da Durham'a varacaksın "Durham, İskoç-İngiliz eski hududu üzerinde, tarihi bir şehir. Orada beni otele çevrilmiş eski bir kale burcunda ağırladılar. O oda seçkin misafirlere verilirmiş, gezginci hakimler geldiğinde orada ağırlanırmış, fakat gece gözlerimi bir açtım kapkara bir burç ...Tavanı yok, belki de baykuşlar var , korktum. Bunu da okuyunca içimden İngiliz vizesine bir kez daha saydırıyorum, zaten son aylarda içimde bir Edinburg hevesi var, sırf İngiliz vizesi ile cebelleşemeyecek olmaktan ötürü ötelenmiş bir hayal şimdilik, ama bir biçimde yine İngiltere'ye gidersem soluğu bu sefer Edinburgh'da alacağım kesin. 

Kitabı okurken insan heyecan doluyor, yaşama isteği duyuyor. Koca bir ömre sığan güzel anılar, dolu dolu bir yaşam belli ki şanslı bir adammış. Ve çok da çalışmış tabi, o güzel sayfaları geçip de yazar İnalcık'a "Hocam ne güzel anlatıyorsun, benim de peşinizden oraları dolanasım geldi, öyle isimlerden bahsediyorsunuz ki" derken ben de aklımdan geçen yıl sonunda gittiğim Strazburg'u geçiriyorum. Neden Strazburg Üniversitesine gidip "Annales Okulu"nun doğduğu yeri görmedim niçin Braudel'in Marc Bloc'un oturup yazı yazdığı masayı, çalışmalarını yaptığı odayı ziyaret etmedim (birkaç gün önce onu okuyordum oradan kafama takıldı) diyordum ki Halil İnalcık alıyor sazı eline "bak söylemeden geçemeyeceğim Annales Okulu çok önemlidir benim hayatımda, bizim Barkan(Ömer Lütfü) Braudel'in okulundan Strazburg'dan mezundur, zaten onun da yakın arkadaşı olmuştur. Barkan sayesinde benim hayatıma da girdi bu ekol..." Eh bu kadar olur diyerek gülümsüyorum. Zaten 3 saniye önce neden ziyaret etmedim diye hayıflanmamın üzerine bu da gelince, üniversiteyi bu sene ziyaret etmenin farz olduğuna ikna ediyorum kendimi. Yalnız Fransızlar inatla İngilizce konuşmuyor, adamlarla nasıl anlaşırım bilmem ama bu sefer üniversiteyi ziyaret etmeden dönmek yok, bu arada Marc Bloc ile ilgili bir dipnot vereyim Halil İnalcık'ın söylediğine göre Komünist olduğu için Almanlar tarafından yakalanıp idam edilmiş.

Demek bir daha ne yapmıyormuşuz, öyle yoğun biçimde okumalar varken araya Emine Çaykara'nın "Halil İnalcık"ını almıyormuşuz, yoksa geri kalan her şey iptal, gerçi ben diğerlerine mani olmasın diye geceleri 1er saatle kısıtladım ama içimde sürekli şekilde onu okuma isteği. Bir yandan sınavım geçsin hemen bir köşeye çekilip onu bitireceğim hevesi öbür yandan acaba yolculuk esnasında mı okusam düşüncesi çünkü eminim oralarda çok ama çok işime yarayacak, çünkü üzerimde nasıl bir ilahi faktör varsa, elimdeki kitap sayfasıyla olduğum yer genelde denk düşüyor. Geçen yıl Almanya'dan Fransa'ya geçerken eşime dedim ki "Biliyor musun Avrupa, Almanları neden sevmezmiş, çünkü Alsace Loren'den dolayı" deyip olayı anlatıyordum ki, eşim yol kenarındaki levhayı gösterdi ve ekledi "Alsace - Loren'deyiz" oradan geçeceğimizi bile bilmiyordum halbuki...Ama bana böyle şeyler sürekli olduğundan hiç yadırgamadık gülüp geçtik sadece. Şimdi biliyorum ki kitabı götürürsem kesinlikle böyle bir sürü şey denk gelecek ve gittiğim yerlerde beni yönlendirip farklı noktalara da sürükleyecek ama diğer yandan hemen sınav ertesi bitsin istiyorum. Kısacası siz bu kitabı okuyun, bayılacaksınız. Aslında bir yandan da iyi ki okumuşum diyorum, sınav yaklaşmasın stresi yerini çabuk geçsin de kitabı okuyayım hevesine bıraktı. Ama bu sefer de zaman geçmez oldu.                

30 Eylül 2014 Salı

Ya Yunan İzmir'i İşgal Etmeseydi !

Bu nasıl bir başlık öyle demeyin, Kurtuluş Savaşını okurken, kendimi "iyi ki Yunan İzmir'i işgal etmiş" demekten alamadım. Bilindiği üzere Osmanlı Devleti 1. Dünya Savaşından yenik ayrıldı (en azından Mondros'u imzaladığında güney cepheleri çökmüş durumdaydı ve müttefikleri de savaşı bırakmıştı).  Mondros'u imzalayan Osmanlı yenik olduğunu bilmekle beraber, durumunun pek de içler acısı olmadığına ya da Mondros'a dayanarak sonucun pek de kötü olmayacağına inanmış/ ya da inandırılmış/ yahut inanmak istemiştir. Ancak Mondros'un imzalanmasının üzerinden daha 1 hafta geçmeden işgaller başladığı gibi, Fransız, Yunan, İngiliz kuvvetlerinden oluşan 61 parçalık filo da 13 Kasım 1918'de İstanbul'a gelip demirler. Bu durum karşısında basın da hükümet de elbette olayı protesto eder ama neredeyse hepsi bu. Ta ki 15 Mayıs 1919'da İzmir'e Yunanlılar çıkana kadar. Yunanlıların çıktığı ana kadar ciddi bir halk direnişi yok, hatta işgalin fikrine bile direniş yok. Neden, çünkü:
1-Halk 1912'den beri süregelen savaşlardan yorgun, her evden cenazeler çıkmış, kimse daha fazla savaş istemiyor
2-Tanzimat'tan beri Avrupa'yı model alma ve yüceltme durumu var, bu yüzden özellikle İngiliz ve Fransızlara karşı (özellikle bazı kesimde) hayranlık söz konusu
3-İngiliz ve Fransız sayesinde toplumun medeni milletler seviyesine çıkacağına inananlar var
4-Wilson ilkelerinde yer alan 12.madde ve toplumların kendi kaderlerini belirleyecek olması esasının kendilerini de kapsadığını düşünüyorlar.

Peki Yunanlılar ne yapıyor da, savaştan bunca yılgınlık gösteren halk bir anda direniş fikri ile yanıp tutuşuyor?
Aslında daha İzmir'e adım attıkları andan itibaren Yunanlıların sıradan işgalciler olmadığı etnik bir temizlik için geldiği çok iyi biliniyor. Zaten Türk halkını da hükümetini de korkutan olay Yunan'ın geleceği haberi, yoksa diğerlerinin varlığı ve işgaline çok da karşı değiller. Nitekim Yunanlılar Balkanlarda da pek çok kez etnik temizliğe girişmiş girdikleri bölgelerde ne bir Müslüman ne de bir Türk yapısı bırakmış. 15 Mayıs'ta İzmir limanına çıktıklarında, Gazeteci Hasan Tahsin (Osman Nevres)'in silahından çıkan merminin Yunan bayraktarı vurması ile birlikte Yunanlılar, feci bir kıyama başlar. Etraftaki kamu binalarından kendilerini seyretmekte olan sivillerden tutun da, Mondros Antlaşması gereği silahını bırakmış ve teslim olmak için kulübelerde bekleyen Osmanlı askerlerine kadar herkese ateş açmış, yetmemiş sağ kalanları tekmeleyerek, sürükleyerek öldürmüştür. Neden bilmiyorum ama en çok da kulübelerde silahsız biçimde teslim olmayı bekleyen askerlere üzüldüm, yani siviller beni o denli etkilemedi. Sanıyorum ki şundan, sivil zaten sivildir, yani memleketi kurtarması adına kendisinden bir şey beklenmez ama asker memleketi koruyacak yegane varlıktır, elinden silahı alınmış biçimde bu duruma düşürülmüşse gerçekten de bu bir vatan için en çaresiz anlardan biridir. Hem bir de şu yönü de var, kim bilir kaç yıldır evinden uzakta, belki çocuğunun ilk adımını bile görememiş yıllardır savaşıyor, çektiği onca zorluğa rağmen(özellikle güney cephesinde askerler uzun süre aç ve yalın ayak savaşmıştır) bir biçimde savaştan sağ çıkmayı başarmış, bırakışmanın ardından eve gidebileceği söylenmiş, çektiği onca çilenin sonu geldiğine inanmış, büyük bir umut ve özlemle eve gideceğini düşünüyor, uzun süredir omuz omuza çarpıştığı arkadaşları ve hatta komutanları ile kulübenin altında durmuş hayallerinin çok da uzak olmadığına inanmışken (ya da tam tersi Yunanlıların muhakkak kötü bir şeyler yapacağını bilerek ve öylece savunmasız halde, başına gelecek kötü şeyleri sıralarken) bir anda (elinde silahı ve sığınacak bir siperi de yokken), tepesine kurşun yağıyor, yetmiyor sağ kalanlar Yunan askerlerinin dipçikleri arasında hakaretler, yumruklar, tekmelerle ölüm gemilerine dolduruluyor. Ve bu gemilerde müttefik komutanları serbest bıraktırana kadar aç ve susuz bırakılıyor. 

Gerçekten çok üzücü, o askerler ve bir millet adına. Gerçekten çok vahşi ve insanlık dışı bu ayıba imza atan Yunanlılar adına. Ve tabi onları destekleyen İngiltere ve Lloyd George'u da unutmayalım. Yunanlılarla başlayan vahşi işgaller sonrasında Mülümanlar da Yahudiler de toplumun aşağılanan sınıfı oluyor, elinden alınan malı mülkü bir tarafa da ezilen gururunu ne yapacaksın? Adamların tiyatroya girişi, hatta toplu taşıma araçlarını kullanması bile yasak. İşte bu koşullardan yeni bir millet yeni bir hareket doğar, o yüzden Lloyd George ve finansörü olan 2 Yunanlıya bence büyük bir teşekkür gerek. 

Düşünsenize İzmir'i işgal eden aslında ilk anda planlandığı gibi İtalyanlar olsaydı ne olurdu? Hiç, evet hiç bir şey olmazdı. Carolli'nin Mandolini'ni izleyenler ne demek istediğimi az çok anlar. Filmdeki gibi, kibar İtalyanlar (filmde Türk kızı değil tabi) Türk kızlarına gönlünü kaptırır, bir yandan her yerde aşk kelebekleri uçuşurken diğer yandan memleketi tatlı tatlı işgal ederler. Bu arada filmdeki gibi minicik bir direniş kuvveti de çıkar elbette, ama yani böylesi kibar adamlara kim ne diye karşı dursun değil mi ama? Yani direnişin halk desteği olmaz. Nitekim güney bölgesi(Bodrum civarları) İtalyanlar tarafından işgal edilmiştir ancak İtalyanlar halka kötü davranmak bir tarafa daha onlara yaranmaya, kendilerini sevdirmeye çalıştırmıştır. Bu bence işgalin en tehlikeli olanı...Zaten Sivas Kongresinde doğu ve batıdaki müdafa-i hukuk cemiyetleri arasındaki problemden de bu dediğim neticeye çıkabiliriz. Batı taraf doğu ile birleşmek istemez çünkü, her kesimin sorunun farklı olduğunu düşünmekle beraber Mustafa Kemal ve yanındakiler tüm işgallere karşı çıkarken Batı yalnızca Yunan'a karşıdır, diğer işgallere karşı değildir. Bu sebeple doğu ile birleşmek istememektedir. 

Sonra bu olayların bir benzeri Kilikya'da Fransız komutası altındaki Ermeni Lejyonunda da gözlemlenmekle beraber, bir müddet sonra Fransız komutanlar duruma müdahale edip lejyonu dağıtmış, yetmemiş bir de Ermenilerin peşine düşmüştür. Ermenilerin Anadolu halkına yapmak istedikleri ile Yunanlıların yapmak istedikleri arasında bir fark yoktur. Ama bence büyük fark Fransız başbakanı ile İngiliz başbakanı arasındadır. Sonuçta Lloyd George desteklemediği müddetçe Yunan bu tür bir kıyama girişemeyeceği gibi önce Clemenceau ardından gelen Poincare sayesinde Fransız daha temkinli ve dikkatli yaklaşmış. Bu durum Lloyd George'un cehaleti ve politik hırsından kaynaklanırken, Clemenceau ve Poincare'ın ön yargısız, bilgili ve ayrıca da öngörülü olmasından kaynaklanmıştır. 

O yüzden Lloyd Geroge'a ve Yunanlılara politik hırslarından dolayı belki de bir teşekkür borçlu olabiliriz, tarihin bir cilvesi olarak ise Lloyd George'un ve Yunanlıların yaptığı kıyamları an be an İngiltere kamuoyuna duyuran ve halkın Lloyd George ve Anadolu işgalindeki desteğini çekmesini sağlayan, bu sayede yıllarca suçsuz yere hapislerde çürütülen Türklerin hapisten çıkarılması konusunda İngiliz Kraliyet Hukuk Bürosunu harekete geçirip, başbakanın üzerine salan kişi Toynbee olmuştur. Hani şu Türkler Ermenileri katletti diye dünyaya yayan adam. 

Stanford Shaw diyor ki, Anadolu'dan an be an yayınladığı raporları ve daha sonra yaptığı çalışmalarından dolayı Toynbee, Türklere ve İslam'a verdiği zararları en azından kısmen telafi etmeye çalışmıştır.  Ama niyeyse ben durumun böyle olduğuna inanmaktansa, bunun da politik bir manevra olabileceği kanısındayım. Yani muhtemelen desteklediği ve desteklendiği politik isim, Lloyd George'un muhalifi konumuna geçmiştir, o da şimdi yeni hedef olarak kendini onu bitirmeye adamıştır. Makalenin kenarına "Toynbee'de bir Fatih Altaylı gördüm" diye yazmışım. Ne demek istediğimi anladınız sanırım. Ama tabi bu benim fikrim, adam gerçekten de doğru yolu bulmuş olabilir. 

Not: Kurtuluş Savaşı'nı okurken durmaksızın gözümün önüne Regine Deforges'in "Mavi Bisiklet" serisi geldi. Kitap Fransa'da geçer, 2.Dünya Savaşı yıllarında Almanlar Fransa'yı işgal eder ve roman başlar, Fransa'da yer altı direniş örgütlerinin oluşmasından tutun da Yahudilere yaptıklarına kadar her şeyi çok iyi anlatan çok da sürükleyici bir romandır. Savaşı ve işgali size birebir yaşatması bir tarafa insanın psikolojik olarak verdiği tepkileri de müthiş aktarıyor. Bugün hala dün gibi anımsıyor olmam bundandır. Yalnız ben 3.cildini (sanıyorum ki "Şeytan Hala Gülüyor" olması lazım) bitirememiştim çünkü yapılan işkencelere ruhum dayanmadı. Ama ilk 2 ciltte işkence yok, fakat çok çok iyi bir roman. Şiddetle tavsiye ederim. Onu okurken neden bizde benzeri bir roman olmadığını düşünmüştüm, sonra Milli Mücadele dönemini okurken bir kez daha aynı soruyu soruyorum, böylesine şanlı bir mücadeleye imza atmış bir toplumun neden Mavi Bisiklet düzeyinde romanları yoktur?         

                     

29 Eylül 2014 Pazartesi

François Georgeon ve "Sultan Abdülhamid"

 Ecole des langues Orientales'i bitiren ve Centre National de la Recherce Scientifique da Türk ve Osmanlı Araştırmaları bölümü yöneticisi olan François Georgeon ve "Sultan Abdülhamid" adlı eseri, yeterlilik okumalarına dahil ettiğimiz kitaplardan biri olmuştu. Ancak ben kitabı ararken "Osmanlı İmparatorluğunda Yaşamak" adlı eserini görünce önce ona merak sarmış, fakat onda verdiği ve benim bir Türk olarak kesinlikle yabancı olduğum bilgileri görünce iyice meraklanıp acaba Sultan Abdülhamid'de ne anlatıyordur diye diğerini de okumaya başlamıştım. Osmanlı'da Yaşamak kitabı farklı yazarların makalelerinden oluşurken Sultan Abdülhamid yazarın kendisine ait. "Osmanlı İmparatorluğunda Yaşamak"ı da ayrıca ele almak lazım çok ilginç şeyler var, şeytan aracı denilen bisikletin kadınları baştan çıkaracak, feminizme önayak olacak diye toplumun, basının, erkeklerin yaşadığı korkuları görseniz tam evlere şenlik modunda ben epey bir kahkaha attım. Ama en çok da François Georgeon'un kaleme aldığı yazıları beğendim, İstanbul'da Ramazan ile ilgili uzunca bir makale kaleme almış (Jön Türk devrimine kadar memurlar toplamda günde 4,5 saat çalışırmış gibi hem ciddi bilgiler var hem de halkın tutumu ve tavrı ile ilgili komik hikayeler), ayrıca Osmanlı Selanik'indeki kentsel dönüşümle ilgili harika bir makale de cabası ve tabi daha başka makaleler de...Sultan Abdülhamid'e gelince, ara ara okurken kıskançlıktan öldüğüm eserler olur, neden bunu ben yazmadım dediğim. İşte "Sultan Abdülhamid" tam da böyle bir kitap. Okurken bunu söylediğim 3.kitap oldu bu. Çok beğendim çünkü:
1.si yazar taraf olmamış, önyargısız işe dalmış, eldeki tüm verileri değerlendirmiş ve doğrusuyla yanlışıyla ortaya bir padişah portresi çıkarmış. 
2.si meraktayım, bu zamana kadar hiç bir Türk yazar böylesine ayrıntılı ve çok yönlü bilgilere sahip olup da yazamamışken, bu adam bunca bilgiye nasıl erişmiş ? Bu bence aynı zamanda yazarın çok yönlü, ve entellektüel olmasıyla alakalı bir durum.
3.sü Öyle bir anlatım biçimi tutturmuş ki, sanki birisi kitabı elimden alıp kaçıracakmış gibi satırları hızla atlayarak okuyup, sonra ne yaptım ben diye hayıflanıp tekrar aynı satıra döndürdü beni, müthiş bir heyecan müthiş bir sürükleyicilik, o kadar ki bir yandan yemek pişirirken bir elimde onu okuyacağım diye kaç kez kendimi yaktım bilmiyorum özellikle s.554'ten sonrası acayip sürükleyici
4.sü Yazarda müthiş bir yorum kabiliyeti var, insan sonuç bölümünün bile her satırını heyecanla her tarafını çize çize okur mu, eh oluyormuş meğer 
5.si İlber Ortaylı hep Sultan Abdülhamid için "O o yüzyılın gördüğü son imparatordu derken acaba bu sözü François Georgeon'dan almış olabilir mi?
6.sı adam size bir siyasi tarih anlatmıyor, yanında mimari var, kültür var, psikoloji var, din var, felsefe var, para var, umut var, hayalkırıklıkları var, özlem var...
7.si elbette bazı minicik eksiklikleri mevcut, yandaki bazı bilgiler hatalı gibi, ama inanıyorum ki konunun özü o olmadığından yoksa eminim asıl konu o olsa onun da aslını faslını çok iyi araştırır ve yazardı.
8.si kullandığı eserlere baktığımda şaşırdığım 2 nokta oldu, ilki Abdülhamit hakkında yapılmış ve de yazılmış ne çok yabancı eser ve anı olduğu, bir diğer nokta ise yazarın Türkçe eserlere ve anılara da oldukça hakim olduğu
9.su hiçbir vakit Ayşe Osmanoğlu'nun anılarını okumaya fırsat bulamamış olmama karşın, ben Abdülhamit'İn Hatıra Defterinden bazı anıları yeri gelip de dile getirdiğimde bana muhalefet edip gerçek anısı Ayşe Osmanoğlu'nun Anılarıdır bu dediklerin doğru değildir diyen insanların (ki ben kendi dediklerime doğru demedim sadece orada öyle anlatıyor, o halde Ayşe Osmanoğlu'nu okumak gerekir demiştim, bir kaç hocama) da Ayşe Osmanoğlu'nu okumadıklarını ve sırf bana muhalefet amaçlı konuştuklarını anlamış bulundum, çünkü kitapta Ayşe Osmanoğlu'ndan alıntı çok ve ne ilginçtir ki benim dile getirdiklerimle aynı ! 
10.su yazar anılardan oldukça yararlanmış olmasına rağmen, ortalıkta göze çarpan bir anı çatışması ya da bir tarafa meyl eden bir anı yığını yok. Aksine çok düzgün şekilde bilgiyi verip ardından olayı anılarla süslemiş. 

Bu 10 maddenin üzerine bir 10 madde daha ekleyebilirim gibi geliyor, ama bir yandan bu kitabı okurken bir yandan geçen gün yazdığım "Vahdettin nasıl bir padişahsın sen" yazıma kızıp, adama niye vatan haini diyorsun (ki kesinlikle demedim) diye söylenen arkadaşın bir de eklediği İlber Ortaylı'lı cevaba binaen düşününce Abdülhamit'i neden sevdiğimi bulmak (bir de bu eserde de görünce) hiç zor olmadı. Hani benim anlattığım anılara itiraz edenlere cevaben olsun şimdi niye sevdiğimi yazacağım kısımlar. "Kardeşi sultan Reşad'ın cihat ilan ettiğini duyunca üzülür; ona göre bunun ancak tehtid düzeyinde kalırsa bir etkisi olabilir. Fansızlarla İngilizler Çanakkale Boğazı'na saldırınca endişe genelleşir: istanbul, Antant Devletlerinin eline mi düşecek? O zaman sultanın Konya'ya, Abdülhamid'in de Bursa'ya nakledilmesi söz konusu olur. Kesin olarak karşı çıktığı böyle bir olasılığa isyan eder, bulunduğu yerde ölmeye hazır olduğunu bildirir. 'Hiçbirimiz payitahtı terk etmemeliyiz. Bahusus kendileri ölünceye kadar burada kalmalıdırlar. Biz bütün hanedan, en küçük ferdimize kadar burada memleketi müdafaa ederek ölmeliyiz.' Ve Osmanlıların, 29 Mayıs 1453'te Konstantinapolis'in fethedildiği gün silahı elinde Türklere karşı çarpışırken ölen son Bizans İmparatoru XI. Konstantinus Drageses kadar olamamasına hayıflanır." Dipnot Ayşe Osmanoğlu'nu gösteriyor ikimiz de aynısını anlatmamıza rağmen benim anlattıklarım uydurma ama O'nun anlattıkları doğru ya o bakımdan belirteyim dedim.  Ayrıca cihadı ilan etmede hayıflandığı noktaya da dikkat çekmek isterim, bu onun zekasını da gösterir.

Şimdi gelelim neden Vahdettin'i sevemediğime, sevgili Ortaylı'nın da dediği gibi adam neredeyse savaşın bitimine yakın tahta geçmiş ne yapsın, hain olarak değerlendirmemek lazım. Ama burada ayırt edici olan kısım birinin kendi halkından kaçıp gemiye binip İngiltere'ye sığınması, diğerin ise daha Selanik'teki Alatin Köşkü'nden bile getirilmeye çalışılırken "burası İstanbul'un anahtarıdır vermeyiz, gerekirse savaşır ölürüm" deyip o yaşlı haliyle hiç bir şeyi engelleyemeyeceğini bilmesine rağmen, ait olduğu kimliğe, bir zamanlar yönettiği vatana halkına sahip çıkmaya çalışıp, beni götürmeyin savaşıp da öleyim demesi. Çok ilginçtir Sultan Abdülhamid'in verdiği bu örneği ben de hep verirdim sanıyorum ki bir 10 - 15 yıl önceydi bir roman okumuştum Erguvan Güzeli diye, roman Bizans'ta geçer, kral, XI.Konstantinus Drageses değildir, başka biridir daha erken bir dönemdi ve Araplara karşı mücadele etmektedir. Onun toprağını korumak adına yaptıkları o kadar takdire şayandı ki heyecandan İstanbul'un 1453'te alındığını unutup, Allah'ım inşallah Araplar şehri alamaz diye dua edip durmuştum. Burada kişinin kimliği önemli değil, Kral Drageses ya da Abdülhamit ya da Kaçaznuni...Bunların hiç önemi yok, önemli olan kendini nasıl gördüğü, kendini yalnızca kendisini düşünen bir diktatör mü yoksa halkını korumaya çalışan bir padişah olarak mı görmektedir? 

İşte sevgili arkadaşım, Vahdettin'i sevemezken Abdülhamit'i sevmem bundandır. O bakımdan İlber Ortaylı'nın ya da başkasının söylediği, durumu benim açımdan zerre kadar değiştirmez. Onunki sadece saltanata sahip çıkıp, tarihi korumaya çalışmaktır ki bunun ben de tamamen arkasındayım. Bir tarihçi olarak durum böyle olmakla beraber insan olarak sevip sevmeme hakkım kusura bakma da kimseye değil yalnızca bana aittir.  

28 Eylül 2014 Pazar

"Her"

Uzun zamandır bir film izlemek için kendimi zorlayıp duruyordum, ve nihayet bugün tonla övgü alan "Her"i izledim. Ama övüldüğü kadar güzel bir film mi tartışılır. Film, başı, sonu, ortası her bölümü ile karışık duygular yüklüyor insana. İlk yarım saat için çok etkilendiğimi söyleyebilirim hatta bende bir "Lost in Translation" etkisi de yaptı. Kendi kendime bir insanın yalnızlığı işte böylesine güzel resmedilebilir diyordum ki işler çığrından çıkmaya başladı. Her'in kahramanı Theodor eşiyle boşanma aşamasındadır, insanlar için mektup yazan bir şirkette çalışmaktadır. Muhteşem mektuplara imza atan Theodor, bilgisayardaki işlerini halletmek ve hayatını kolaylaştırmak için bir gün bir işletim sistemi satın alır. İşletim sistemi kadındır, yapay zekaya sahiptir, işin kötü tarafı sezgileri de vardır, ve iletişim kurduğu oranda insanlaşmaktadır. Theodor, işletim sistemine merhaba deyip de işletim sistemi yani Semantha da ona merhaba dediği an, Theodor'u bilmem ama ben Sementha'ya aşık olmaya hazırdım. Nitekim kısa bir süre sonra Theodor da aşık olmaya başladı. Sonrası biraz karmaşık,hepsini anlatmayacağım gerisini merak ediyorsanız oturup izleyin. Ben öyle çok aman aman beğenmedim. Ama bazı noktalar var dikkat çeken:

1.si film insanın düştüğü acziyeti gözler önüne seriyor. Adam o kadar çaresiz ve yalnız hissediyor ki, asla dokunamayacağı, göremeyeceği bir varlığa deli gibi aşık olmaya başlıyor...Ne yazık ki bu aynı zamanda insandan vazgeçmişliği de gözler önüne seriyor. İnsanın kanını donduran nokta ise bunun gerçek hayatta da var olduğu. Henüz yapay zeka ile çıkan bir arkadaşım yok ama (yani o teknoloji geldiğinde eminim ki o da olacak) sanal hayatı gerçek hayata tercih eden bir sürü arkadaşım var. Ve bu kızlar öyle eline yüzüne bakılmayacak tipler de değil aksine hem çok güzeller hem de müthiş işlere sahipler (avukat, psikolog, mühendis). O halde sorun ne? Ya da adamı daha ilk andan itibaren Sementha'ya bağlayan? Ya da insanlar neyi istiyor da bulamıyor? İşte bunun cevabı Theodor'un Sementha ile konuştuğu andan itibaren durmadan gülümseyen yüzünde saklı..Çünkü Sementha, Theodor'u dinliyor, önemsiyor, ona anlayış gösteriyor...Evet bu çok önemli, Theodor tüm sorunlarını döküyor Sementha dinliyor, yaptığının yanlış ya da doğru olduğuyla ya da aslında Theodor'un kim OLMADIĞIYLA, EKSİK TARAFLARIYLA ilgilenmiyor, onu suçlamaya çalışmıyor. İstediği tek şey arkadaşı olmak ve dinlemek, ya da ne yapacağını bilmediği anlarda Thedoro'a yol gösterip işleri onun için kolaylaştırmak. Üstelik Sementha oldukça bilgili ve de eğlenceli biri, zaman zaman Theodor'un en güzel mektuplarını alıp ona okuyor, bu denli duygusal bir adamın böylesi bir şeye neden bağlandığını anlamak zor değil. İnsan gerçek olmadığını bile bile onu istiyor, evet elbette, gerçek ya da değil ne önemi var ki önemli olan adama nasıl hissettirdiği...Yanında var olan bedenlerle hiçbir şeyi paylaşamazken olmayan bir bedene her şeyi anlatabilmek, gülüp eğlenmek, içinden çıkamayacağın durumlar için yönlendirme almak işte bu durum insanları (gerçek hayatta da) karşı cinsten uzaklaştırıp sanal olana yönlendiriyor. İnsanoğlu konuşmayı unutmuş çünkü konuşmaya hasret ve ama en çok da dinlenmeye, birileri tarafından gerçekten dinlenmek, ya da cidden sevdiği bir şeyi bir başkasıyla paylaşıp konuşabilmek 

2-Theodor öyle mektuplara imza atıyor ki, o mektuplardan müthiş bir edebi aşk filmi çıkarmış, o yüzden de biraz umutlanmıştım sanırım ama ne yazık ki film sağlam bir edebiyatla - bilim kurgu arasına sıkışıp kalmış yani bence olmamış. Ama işte bazı sahneler var ki, gerçekten müthiş Los Angeles'ın ışıklı binalarını gören yatak odalı sahneleri insanın mutsuzluk ve yalnızlığını kalbe hançer gibi saplıyor. Sanıyorsunuz ki o evlerdeki herkes çok mutlu, ve yalnız olan, öylesi çaresiz hisseden sadece sizsiniz. Kocaman bir eve, pahalı mobilyalara, üst düzey teknolojiyle birlikte her şeye sahipsiniz, ama işte o an şehir size bangır bangır "yalnızlığınızı" , "sevilmediğinizi" ve belki de buna hiç bir zaman "istediğiniz anlamda" sahip olamayacağınızı söylüyor işte o kocaman ışıklı mutlu gökdelenlere bakarken insanoğlunun hayatta kalma çabası büyük bir acziyet ve de içleracısı...Bunu okurken Bertie Higgins'in Casablanca'sını da dinleyin http://www.youtube.com/watch?v=iLdqKUkkM6w  belki ne demek istediğimi bir parça hissettirir.

Filme dönecek olursak, film biterken Sementha şöyle diyordu Theodor'a "düşünki bu bir romandı, çok sevdiğin ve biteceğini bildiğin bir roman, hani bitmesin istersin ama merak da edersin sonunu, cümleler kelimeler gözünde büyür, öylece zamanda asılı kalmak istersin..."bu sözleri duymadan 10 saniye önce düşündüğüm şey inanın tam da buydu, keşke elimden bırakmaya kıyamayacağım bir roman olsaydı izlediğim, çünkü olabilme ihtimali varmış ama olmamış. Öylesi bir kitap okumayalı da çok zaman oldu hem, epeydir hasretim. Geçen gün DR'da dolanıp kitap ararken fonda çalan şarkılar çok hoşuma gitti, sordum sattıkları bir cd'ymiş "Happy Hour" Bertie Higgins de oradan, cd o kadar güzel ki bazen tüm gün dinliyorum iyi geliyor, ama işte eksikliğini hissettiğim güzel bir roman ama günümüzün olay örgüsüyle ilerleyen duygudan uzak romanları gibi değil, hani biraz Edith Warthon'un "Masumiyet Çağı" tadında bir şey istiyorum, sizi alıp o duyguları iliklerinize kadar hissettirecek bir şey...Filmi nasıl bulursunuz bilmem ama ben Happy Hour'umla iyi gidecek bir şey bulur ve de söylerseniz hiç itiraz etmem. Hatta pek de sevinirim aslında...

Sevgi ve Kitapla Kalın         

4 Eylül 2014 Perşembe

"Kadınlar Ne İster"miş ?

Eskiden insanlar boşandığında ya da birileri birilerinden ayrıldığında onlarla beraber biz de oturup kara kara düşünür, karşımızdaki gibi derin düşünceler dalardık. Fakat artık zaman o kadar değişti ki eşinden ya da sevgilisinden ayrılan öyle bir "oh be kurtuldum" havasındaki o dalıp gitmelerin yerini içli kahkahalar aldı. Günüm henüz dün boşanan bir arkadaşımla kahkaha atarak başladı, işin ilginç yanı nişanlısı tarafından terk edilen başka bir arkadaşımın kahkaha dolu sohbeti ile kapandı. Tabi bu kahkahalar işin görünen yanı, herkes eve çekildiğinde ve insan kendi ile baş başa kaldığında derin bir sessizlik, acı, pişmanlık, keşkelerle dolu saatler başlıyor. Ki zaten arkadaşlarıma da hep söylerim o acıdan kaçmamak lazım, yaşamak lazım ki, ileride farklı psikolojik sorunlara yol açmasın. Bu yazı nereden çıktı,,, aslında uzun süredir var olan bir dolmuşluk hali, bir de yaz dedi "kızlar" öyle erkeklerin hep poflandığı "yahu bu kadınlar ne ister" söylemine cevap olsun. Sizi mi kıracağım!

Kafamın bir tarafında Emile Durkheim'ın "İntihar" adlı eseri, diğer yanında sorunları bitmeyen kadınlar, 10 aydır evli olup mutsuzluktan ölen mi( o da gerçi bugün yarın boşanıyor), 2 çocuğu olup da boşanan mı, nişanlı olup da terk edilen mi... bu örnekleri çoğaltmak oldukça mümkün, çünkü nereye dönsek farklı isimler ama aynı sorunları görüyoruz. Sanırım 30'lu yaşların olayı bu, 20'li yaşlar düğünlerle geçiyor 30'lar boşanma...Asıl soru şu, topluma ne oldu, ya da toplumda ne değişti? Erkeklerin cevabını duyar gibiyim "kadınlar çalışma hayatına atıldı"  evet, hepinizi tüm kadınlar adına alkışlıyorum, bu kadar basit ve beyinsiz olduğunuz için. Ama tabi aslında şöyle bir gerçeği de barındırıyor cevabınız, "kadın milleti çalışmaya başladı, bu yüzden artık bizi çekmiyor, halbuki eskiden hakaret ettiğimizde, dövdüğümüzde ya da ona bir hizmetçi olması dışında hiç muamelesi yaptığımızda hiç bir yere gitmez bizi çekerdi" Evet artık kadınlar, tüm bu hakaretlere katlanmak istemiyor, bir hiç muamelesi görmek istemiyor, ya da özetle "mutlu olmak istiyor" ve siz tüm bunların kabahatini kendinizde değil, kadınların iş hayatına atılmasında görüyorsunuz öyle mi? Aslında bir yanı ile evet, çalışan kadının terk edebilme gücü oluyor, çalışmayansa ne yazık ki  evde oturmak zorunda kalıyor, ama hala farkında olmadığınız nokta şu: kadın çalıştığı için gidiyor değil, mutsuz olduğu için gidiyor, iş sadece süreci hızlandırıyor, ayakta kalışını sağlamlaştırıyor. Ve ona gidebilme imkanı sağlıyor.       

Lisanstayken, çok yakın iki kız arkadaşım (biri yaklaşık 10 yıldır aynı kişi ile birlikteydi, diğeri yıllardır evliydi) ciddi biçimde feministti. Ve benim neden öyle olmadığımı sorguluyorlardı, o zaman onları anlayamıyordum, Evlendikten sonra ilk iş onlardan birini arayıp "evet ben de artık feministim" dediğimde arkadaşım "aramıza hoş geldin o zaman" demişti. Sanıyorum ki kadın milletini ilk kez o zaman anlamaya başladım. Evlilik meğer, erkek arkadaşınla kafede oturup tarih sayfalarını tartışmaktan ibaret değilmiş. Meğer bir de ortada "kadın" ve "erkek" diye ayrılmış iki farklı yaratık varmış. Sadece o mu, durmaksızın ilgi isteyen, ilgi göstermediğinizde büyük bir kaosa dönen "ev" isimli bir canavar varmış. Ve siz eğer bir kadınsanız okuyorsanız da çalışıyorsanız da hatta kocanızdan daha fazla yoğunsanız da (fark etmiyor) artık evi de çekip çevirmek zorundasınız, kocanıza da çocuğunuzmuş gibi bakmak zorundasınız, işinizi gücünüzü hatta ödevinizi yapmak zorundasınız ha bir de tabi öyle ya "kendiniz" diye bir unsur var ona da baksanız fena olmaz hani. Dönem öyle bir dönem haline geldi ki, eğer kadınsanız "süper kadınlar" olmak zorundasınız. süper aşçı, süper hizmetçi, süper anne, muhteşem derecede bakımlı süper bir eş ...böyle gidiyor da gidiyor. Ve erkek milleti hata affetmiyor bunların hepsi olmak zorundasınız. Şimdi burada 2 sorun ortaya çıkıyor. 

1- Böyle olan kadınlar tanıyorum, ama yine mutsuz. Bir nebze mutlu olması için ya bavulu alıp ara ara yola düşüyor, ya da başına bir kaza geliyor da eşi etrafında dolanmaya başlıyor. E bir gıdım mutluluk için her seferinde bavulu mu toplamalı, ya da her seferinde başa bir kaza gelip de ölümün kıyısından mı dönülmeli? Demek burada sorun kadında değil. 

2-Süper kadın isteyen beyler, pardon da, siz dünyadaki son 100 erkek falan mısınız, ya da siz süper erkeklersiniz de yanınızdakini eleştirmek konusunda kendinizi dehşet bir hakka mı sahip görüyorsunuz?  Evet öyle görüyorsunuz, ve bunun suçu ne yazık ki sizi öyleymiş gibi yetiştiren ebeveynlerinizde ve toplumda yatıyor (Durkheim kesinlikle okunmalı bu konuda). 

Ama ne yazık ki size iki kötü haberim var:

1- Kadınlar da toplum da artık değişiyor, çünkü artık kadınlar küçümsenemeyecek bir güç. 
2- Hiçbiriniz vazgeçilmez değilsiniz. Evet kesinlikle değilsiniz. 

Kadınlar artık boşandıktan sonra, vebalıymış gibi kendini toplumdan soyutlamıyor, ya da kafalarını öne eğmiyor aksine, artık neyle mutlu olmayacağını eskiye oranla çok daha iyi biliyor, ve bir erkek için artık kendi mutluluğunu feda etmeyeceğinden çok daha emin oluyor. Şimdi böyle olunca ne kadar da sinir bozucu görünüyor değil mi, ne kadar bencil, ne kadar da kendini düşünen insan tipi, halbuki siz öyle mi istemiştiniz, en sevdiğiniz yemekleriniz pişecek çamaşırlarınız ütülenecek, çocuklarınızı doğrulcak sonra o çocuklara bakılcak, siz kendi hayatınızın içinde yuvarlanıp eğlenirken karınız hasta çocuklarınızın başında da duracak, evin akan damıyla da uğraşacak, işe gidip sırtınızdaki maddi yükü de hafifletecek, size sürekli süslenip de püslenecek...Ve siz ona karşılığında beklediği tek bir teşekkürü, ufak bir anlayışı, minnettarlığı ya da bir miktar ilgi ve sevgiyi çok göreceksiniz. 

Kadınlar ne ister biliyor musunuz? Bir miktar ilgi, bir miktar değer görmek...Akıllı bir adam bir kadını nasıl mutlu edeceğini çok iyi bilir, aptal bir adam da bir kadını kaybetmeyi...Silkelenin artık hayat bir oyun değil, sana şunu pişirdim hayatım diyen bir kadına gülümseyen bir yüzle "ellerine sağlık, harika olmuş" dediğiniz için, ya da bugün evi temizledim, gömleklerini ütüledim diyen bir kadına yine her yer mis gibi olmuş, iyi ki varsın (örnekler çoğaltılabilir) dediğiniz için hiç bir şey kaybetmezsiniz, aksine kazanırsınız. (Bu konuda şu linki de çok beğendim http://www.ailehaber.com/kadinlar-ne-ister-erkekler-ne-anlar-7517h.htm) Çünkü kadınlar sizden fiziksel bir yardım istemiyor, ama bu zaten senin görevin diyen adamı da istemiyor, onlar zaten tüm zorluğuna rağmen süper kadınlar olmaya razı, istedikleri tek şey, biraz anlayış ve iki tatlı kelam etmeniz...Siz hem ne bunları yapın, hem de üzerine bağırın çağırın, kovun, hırpalayın sonra kaçtığı için gittiği için suçlu olan, boşanan, toplumun huzurunu dengelerini bozan yine"kadın" olsun.

Dün boşanan arkadaşımı artık eski olan eşi yemeğe çıkarmaya çalışıyor olmuyor elinde yiyecek bir şeylerle kapısında beliriyor, nişanlısı tarafından önce terk edilip sonra barışma çağrısına olumlu yanıt vermeyen arkadaşım nişanlısının takibatından kurtulmak için çeşitli yollara başvuruyor. Boşanan başka bir arkadaşım eski eşi ile oturmuş okey oynuyor, adamın derdi kızı yeniden tavlamak tabi, ablamla eniştem boşanmaya gittiğinde isim benzerliğinden eniştemi daha mahkemeye çıkamadan nezarete aldıklarında eniştem gitme diye yalvarınca kıyamayıp ablam da nezarete girip sabaha kadar onunla oturuyor bunu öğrenen hakim cidden ayrılacak mısınız diye epey bir şok geçirmiş tabi, annem bir gün eve gelip yıllar önce boşanmış olduğu kocasını kast ederek "baban reçel tarifi verdi, bir de onu deneyim bakayım" diyor ve inanın buna benzer tonla örnek... biz konuşurken artık epey kahkahalarla anlatıyoruz da yani beyler bence asıl soru kadınlar ne isterden ziyade bu erkeklerin derdi ne olmalı? Yani neden kadınları önce hırpalayıp kovuyor, sonra da gitmesine içerliyorsunuz? Yani gerçekten biri de çıkıp bunu yazsa biz de mantıksız olarak gördüğümüz olayın içinde bir mantık var mı görsek mesela, ne güzel olurdu.          

2 Ağustos 2014 Cumartesi

"Hayat" ve "Hüzün"

İnsan ağustosun göbeğinde doğup da sıcaktan nasıl bu denli nefret eder anlamış değilim, ama durum benim için tam olarak böyle. Evde yalınayak gezebiliyor olmanın dışında sıcağın hiçbir faydasını görmedim. Hele, serin ve rüzgarlı balkonumda bir yandan yağmurun sesini dinleyip bu yazıyı kaleme alıyor bir yandan da dumanı tüten çayımı içiyorken, sıcak hava gözüme bir kez daha korkunç görünüyor. Sıcak havaları bir zamanlar severdim,  yağmur ve soğuk hava yaşlılık alameti midir, yazarlık sevdası mıdır, yoksa romantik miyim, ya da hep  böyleydim de farkında mı değilim bilmiyorum. Ama tek bildiğim seyahat programlarımı (son 15 yılın seyahat fotoğraflarında genelde şemsiyeliyim, sol üstteki de onlardan biri) ya da yazılacak yazılarımı bile havaya göre planladığım. Yolculuğa çıkılacaksa –benim için- en doğru mevsim, sonbahar ya da kıştır. Yok yazın ortasında gidilecekse muhakkak soğuk bir şehre gidilecek ya da gittiğimiz ayda henüz çok ısınmamış henüz ilk baharın son demlerini yaşayan bir nokta seçilecektir. Düşünsenize dışarıda sert bir rüzgarla gelen yağmur, siz şemsiyenizin altında deli gibi koşuyorsunuz, soğuktan saklanmak için kendinizi sıcak bir cafeye atmışsınız,  karşınızda 600 yıllık opera binası, yağmur deli gibi pencerenize vuruyor, şehrin ışıkları geceyi doldurmuş, (malum sonbahar ya da kışları hava 5 gibi kararır). Garson içinde sıcak kahvenizin olduğu tepsiyi getirirken, siz opera binasının dışındaki dev ekrandan Mozart ya da Vivaldi konseri dinliyorsunuz. Ve tüm bunları yaşamak varken, iki adım attığınızda sıcaktan bayılmak üzere olduğunuz yaz mevsimini sevdiğinizi söylüyorsunuz !  gerçekten mi ?

Yağmurda kitap okumanın tadı da başka tabi, geçen haftadan beri elimde Ayşe Kulin’in “Hayat” ve “Hüzün” isimli eserleri.  Dün gece Hayat’ın sonuna gelmiştim ki, evliliğini sonlandırmasında etkili olduğunu söylediği şarkıyı http://www.youtube.com/watch?v=_64nc_NLE_I açıp dinlediğimde, şu an yaptığı etkiyi yapmadı. Çünkü gece hava oldukça sıcaktı ve şarkının içeriği dolayısıyla tam bir kış şarkısıydı. Sevgili Kulin, “Londra dönüşü” diyor“kar” diyor “Tombe La Neige” diyor ve sen ateş gibi bir sıcakta tüm bunları anlamaya çalışıp, hareket etmeye bile mecali olmayan bedeninle, “bu kadının derdi ne” diyorsun. Fakat bugün hayal etmesi zor değil, Robert Koleji’nde okumuş, edebiyattan, politikaya iyi eğitim almış bir kızın, oldukça zengin ve yakışıklı olması dışında hiçbir meziyeti olmayan bir adamla evliliğini kısa sürede sonlandırması gayet doğal. Hatta bunu yapmasa tuhaf olurdu, ama garip olan, bir annenin, yanında iki çocuğuna rağmen, sıkıntıdan patlıyorum diyerek aniden gidebilecek cesareti bulabilmesi.  Ayşe Kulin’in eşini terk etmesi bir yana, kitabı beni oldukça şaşırttı. Sanıyorum ki kendi hayat hikayesi olduğu için, gerçi “Veda” ve “Umut”ta da ailesinin hikayeleri vardı ama o zamanlar Kulin henüz doğmamış, sahneye girmemişti. Evliliğini anlattığı kısma gelene kadar kitabı çok sevdim ve tabi tüm karakterleri de, ama eşiyle geçen yılları, kayınvalidesini yazdığı sayfaları bir türlü sevemedim. “Hüzün”e başlamış olmama rağmen elim bir türlü okumaya varmıyor. Evet biliyorum, kayınvalidesinden,  boşanma faslından dolayı çok çekmiş, bu kitap belki de bir yanıyla dolaylı yoldan bunun bir intikamıdır bilemem ama, bence insanlar bırakın biten bir ilişkinin ardından kitap yazmayı, bence lafını bile etmemeli. Kötü bitmişse, gideni ya hiç anmamalı, ya da ondan sevgi ve saygıyla bahsetmeli. Çünkü öyle ya da böyle yaptığımız seçimler, karakterimizin bir yansımasıdır. Elbette her ilişki doğru ya da sonsuz değildir, olamaz da… Çünkü bir yandan –karşılıklı- büyürken bir yandan da –karşılıklı- değişirsin.  Ve önemli olan insan kalabilmeyi başarabilmektir, sesini yükseltmeden, suçlamalara girişmeden güzelce ayrılmayı başarabilmek. Sürekli kötü anılar yerine iyileri olduğunu da anımsamak… Ve yıllarını paylaştığın insanı sevgi ile anmak bu denli zor olmasa gerek.

Eşini, ve onun ailesini anlattığı kısımları atlarsak –çok özel olduğunu düşündüğüm için diyorum- iki kitap da güzel, kah DP’li, darbeli, çocukluğunun ve iki çocuklu dul olarak döndüğü yılları ile geçen Ankara  günleri, kah yazları kiraladıkları evleri ile Büyükadalı tatil günleri, bir yandan kolej yıllarında anneannesinde kaldığı Narmanlı Apartmanı ve Nişantaşı yılları, okuma sevdası ile gittiği Londra ve kaldığı iki yıl içinde sahip olduğu iki evladı ve biten okul hayalleri ile döndüğü İstanbul’u…Bugün pek çoğunu tarih sayfalarından ya da edebiyat, siyaset, televizyon dünyasından tanıdığımız arkadaş çevreleri ve anıları ile güzel bir kitap olmuş (örneğin Güneri Cıvaoğlu çocukken Kulin’in  annesi Sitare’ye aşıkmış). Hazır hava da serinlemişken, alın okuyun derim. Bu güzel hava her zaman gelmez.


Not: Kitaplığımı düzenlerken  Maeve Binchy’nin kitaplarını görünce (Yıldızlı ve Yağmurlu Geceler, Gizlidir Bütün Aşklar, Yalnız Kadınlar Sokağı, Aşıklar Korusu, Aşk Bir Kere, İtalyanca Aşk Başkadır, Aşk Mutfakta Pişer vd), size aslında Maeve Binchy’den ve onun “Yıldız ve Yağmurlu Geceleri” nden bahsedecektim. “Yıldızlı ve Yağmurlu Geceler”in bir gecede bana nasıl bavul toplattığından, Binchy’nin ilk romanımı yazmamdaki etkisinden, (o kadar ki ondan dolayı ilk romanım İrlanda’da geçiyordu,) beni dünyanın bir ucuna sürükleyişinden, nasıl dünya tatlısı bir insan olduğundan (yani ölmeden evvel öyleydi) vb…  Ama son yıllarda hep dediğim gibi yazının bile kendi kaderi var. Planladığım gibi değil, kendi istediği gibi oldu yine.                         

4 Temmuz 2014 Cuma

Yağmur Yağıyor Ruhuma

Nedenini bilmediğim bir iç ferahlığı ile uyandım bu sabah, yüzümde koca bir gülümseme, nedendir acaba derken, uzun zamandır duymadığım o ses çalındı kulağıma..hem de sağnak...Bir yağmur nasıl olur da daha gelmeden, böylesi içine doğup mutlu eder insanı, bilmiyorum...Ama mutlu ettiği kesin...Hem de çok...Balkona koşup kapıyı açtım hemen, damlalar yaprakları dövüp toprak suya doyarken, sıkıntım da akıp gitti sanki...Yalnız benim mi, kuşlar kediler bile açığa çıkmış da dans ediyor gibiydi...Rus bir misafirim var bir kaç gündür, onun da canı sıkkın epeydir, koca bir gülümseme ile "günaydın, çok mutluyum bugün acaba nedendir?" diye sorunca "çünkü, hayat güzeldir." diye cevap verdi. Yine sordum : "Dün güzel değil miydi peki, ya da bir önceki gün?" Ne bileyim ben tarzında kafasını sallayıp, gülümseyen bir yüzle yağmuru gösterdi. "Bak, nihayet yağıyor" Tam da, yağsa ne güzel olur diye günlerdir hayalini kurarken...Yağmur onda da aynı etkiyi yapmış olacak ki, onun da yüzünde güller açtı tüm gün. Yemeğe beklediğim eşimin eve gelmeyeceği anlaşılınca, bize de bolca muhabbet faslı doğdu tabi...Yemeğin hemen sonrası, soğuk ve rüzgarlı balkonumuzda aldık soluğu, bir yandan çayımızı içerken phd'si tarih olduğundan misafirimin aslında Rus dili ve edebiyatı mezunu bir filolog olduğunu öğrenmek, bir anda sohbetin rengini değiştirdi. Rus edebiyatı ile büyümüş bir insan olarak, bir anda heyecan bastı her yerimi. Ama diğer yandan o kitapları nasıl okuduklarını ve incelediklerini anlatırken, kıskançlıktan öldüm.Çok sık yaşadığım bir duygu değil ama evet deli gibi kıskandım...Anlattığı her şeyin içinde olmak istedim, istedim ve istiyorum. Neden olmasın ki? 

En sevdiği Rus yazarları sordum tesadüf mü bilmem ilk sıraya Tolstoy'u, 2. sıraya Turgenyev'i koydu. Gülümseyerek "İnsan Ne İle Yaşar"ın en beğendiğim eser olduğunu söyledim. İsmi Türkçe söylediğim için hangi kitap olduğunu bilmediğini söyledi, sonra İngilizcesini uydurdum, o da olmadı. Kitaplığa koşup kitabı ararken bir yandan da konusunu anlatmaya başladım. Hemen anladı "Kesinlikle, en sevdiğim eserlerden" dedi...İnsan ne ile yaşar acaba diye sayfaları hızla karıştırırken, kitabın ilk sayfasına yazdığım bir şiire takıldı gözüm...Yüzümde koca şapşal bir gülümseme, şiirle pek aram yoktur ama aylardır mırıldandığım fakat bir türlü tek cümle oluşturup da google'dan arayıp bulamadığım ve yıllar öncesinden bildiğim bir şiir vardı. "Ne Yapıyorsun" diye kendi kendime mırıldanıp duruyordum, meğer şiir "Ne Yapıyorsun" diye başlıyormuş !

Bir yere yazmış olduğumu da biliyordum da, genelde yazma işlerim çok ani geliştiğinden ve nerede bir boşluk bulsam (bir fişe, ayakkabı kutusunun üstüne, gazete köşesine, iş başvuru formuna vb...) oraya yazmayı alışkanlık edindiğimden nerede olduğunu bulamıyordum. Meğer Tolstoy'un ön kapağının içine yazmışım hem de tersten, demek yazmaya başladığımda aceleden kitabı ters tuttuğumun farkında bile olmamışım, üstelik bir de tarih atmışım üstüne. Ben Tolstoy'un peşinde koşarken, bunu bulmak cidden güzel bir sürpriz oldu, çünkü acıklı da bir hikayesi vardır bu şiirin, hoş kendisi zaten her şeyi  döküyor söze:

" Yağmur Yağıyor Ruhuma

Ne Yapıyorsun?

Sürekli arayan ruhunun saydamlığı içinde kendisiyle birlikte biteviye büyüttüğü boşluğu doldurmaya mı çalışıyorsun? O boşluğu yamamak üzere şehvetle sarmaya hazır durduğun ruhun seni reddetmesini, bozguna uğramayı kabullenemiyor musun bir türlü? Bu yüzden mi uzaklaşamıyorsun ondan? Asla kulağına bir şeyler fısıldamayacak sesini duyabilmek, en ufak bir deviniminin yarattığı bir esintiyi hissedebilmek teninde hiç değilse, yüzünde beliren bir anlık tebessümü yakalaybilmek için mi yanından ayrılmıyorsun?

Bir gün ona sahip olmana izin vereceğine duyduğun inanç mı seni yanında alıkoyan, etrafında pervane yapan? Ruhunun kendi saydamlığı içinde büyüttüğü boşlukla bir başına kalma, onun yokluğunun boğucu havasında varlığını yitirme korkusu mu? 

Bir sığıntı bir dilenci, varlığını efendisini memnun etmeye adamış bir hizmetçi hissiyle yaşamaya, yanında yakınında durma nedenini bildiğinden takındığı anlayışlı tavırlarıyla seni yaralamasına bu yüzden mi katlanıyorsun? Bu yüzden mi varlığının başka bir bedende tecelli ettiğini varsayıp onun kanından biriyle derme çatma bir hayat kurmaya çalışıyorsun?

Sana teslim etmediği varlığına, başka bir bedene sarılarak sahip olabileceğini düşünerek avunacağını mı umuyorsun? 

O da sana benziyordu biraz biliyor musun? Onun da içinin titrediği, karşı karşıya geldiğinde ne yapacağını bilmediği biri vardı hayatında..." Theophile Gautier

Theophile Gautier bu şiiri Giselle için yazmış, yani kardeşinin eşine, tabi Giselle bunu hiç bir vakit bilmemiş, Gautier ona yakın olmak arzusu ile Giselle'nin kız kardeşi ile evlenmiş, rivayet olunur ki Giselle de Theophile'e aşıkmış aslında...Düşünüyorum da son satıra bakınca Gautier belki de bunun farkında olarak yazmıştı o  son satırları. Onlar birbirinin farkında mıydı bilmem ama, şiiri okuduğumda etkilenmiştim, bırakıp da gidememeyi ne güzel anlatıyor diye düşünmüştüm, hala da öyle düşünüyorum aslında. Bir de orjinal dili ile okuyup anlayabilseydik keşke o zaman çok daha güzel olurdu sanki... 

          

17 Haziran 2014 Salı

Dans Eden Dervişler

Dönem nihayet bitti, işin güzel yanı tüm kargaşa ve zorluk da dönemle birlikte geçip gitti. Üstelik tüm o stres ve zorluğun daha 5 gün öncesine kadar bana ait olduğuna inanmak çok zor. Sanki her şey yıllar öncesinde yaşanmış ve kalmış gibi, sanki daha geçen haftaya kadar tüm o sıkıntıları yaşayan ben değilmişim gibi...Eh şikayet edecek değilim, huzur güzeldir. Sakin bir kafayla kendi dünyamda kalmak kadar dinlendirici ve huzur veren başka bir şey olamaz. Tatilin en güzel taraflarından biri de ne istiyorsam onu okuyabilecek olmam. İlk etapta kitaplığımdaki romanlardan birini okumayı düşündüm ama bir türlü karar veremedim, içimden hiç birini okumak gelmedi, üstelik de yola çıkmam gerekiyordu. Masamın üzerinden hızla resimdeki kitabı aldım. Okumaya başladığımda ne denli doğru bir kitapla buluştuğumu anladım. Sanıyorum ki ruh halimi 5 gün içinde bu denli iyi bir duruma getiren bu kitap oldu. Ruhumu okşadı resmen. 100 kitapta 1 tane iyi denk gelir ya işte bu da o 1 tanelerden biri. Kitabın yazarı Harry Charles Luke, Osmanlı'da, Kıbrıs'ta, İngiltere'de, Barbados'ta ve daha pek çok yerde İngiltere adına görev yapmış bir isim. Osmanlı ve Kıbrıs'ta geçirdiği zamanlardan alıntılar yaptığı kitap aslında seyahatname olmakla beraber çok tuhaf biçimde, romanımsı, şiirimsi, mistik sizi içine çekip hapseden zaman zaman güldüren çoğu zaman hayrete düşüren bir havaya sahip. Kitabı okumaya başladığımda yoldaydım, kağıt kalem bulma ihtiyacı duydum ancak bulabildiğim tek şey, tarihinden geçen seneye ait olduğunu anladığım bir seyahat dergisi oldu Her yanı dolu olan derginin tek boş yaprağı sırtı dönük duran resimdeki adamın olduğu sayfaydı, ben de mecburen ona yazdım. Kitapla dergi sayfasını bir arada çekip atma sebebim, kitabın ne denli sürükleyici ve değerli olduğunu göstermek için. 

Toplam 10 bölümden oluşan kitabın en değerli bölümleri Konya, Kamil Paşa'lı Kıbrıs, Mucizeler ve Rahipler ile Patrikler üzerine olan kısmı. Bu bölümlere geçmeden evvel ilginç bulduğum bir nokta şu ki, kitap tuhaf biçimde 3 zaman dilimine sahip gibi. Bir bakıyorsunuz Mevlana ile Selçuklu dönemindesiniz, bir bakmışssınız Mehmet Reşatlı Osmanlı'da ama ayrıca tuhaf biçimde bugündesiniz. Garip bir zaman yolculuğu gibi. Kitap aslında Abdülhamit / Mehmet Reşad ve İttihat Terakki dönemi ele alınmış, ama ifade biçimleri ve geri kalan her şeyiyle bugün yazılmış gibi durması çok şaşırtıcı. Mevlanalı Konya'yı anlatttığı kısım İhsan Oktay Anar'ın Puslu Kıtalar Atlas'ını andırıyor ama bir farkla, Harry Charles, İhsan Oktay gibi boğmuyor, yazıyı tuhaf ağdalı bir hale sokmuyor aynı mistisizmin içinde ama gayet aşina olduğumuz kelimelerle aktarıyor. Bu bölümün içinde verdiği bir yemek listesi var, bugün yediğimiz her şeyle aynı. Kültür ve geleneklerimizi kaybediyoruz diyenlere duyrulur. Haşlanmış armut dışında 100 yıldan fazladır aynı yemekleri yemekteyiz. Bunun dışında kitabın içi müthiş hikayelerle dolu, kimi gerçek kimi efsanevi, ilerleyen günlerde hikayelerden parça parça yazıp atmayı düşünüyorum, hikayeler zaten beni benden aldı götürdü. Tüm bunların yanında yaşadığı dönemde yaptığı gözlemler, duydukları, İslam'a ve Hırsitiyan nüfusa bakışı, onların inançları gelenekler, Kamil Paşa'nın emekli olup Kıbrıs'a yerleşmesi ve orada geçirdiği son günlerine dair yazdıkları bence çok önemli. Yazarın İslam'a bakışı, yanlışlıklarının olduğuna inanmasına karşın, derin de bir hayranlık şeklinde. Özellikle Sultan Abdülhamit'in halifeliği nasıl kullanabildiği ya da Afrika'dakilerin nasıl Müslüman edildiği, Afrika'da Müslümanlığın neden istenilen şekilde etkin hale getirelemediği, devletin Gayr-i Müslimlere yaklaşımı, Anadolu'nun içindeki saçları kınalı kafaları açık Türk kadınları, Anadolu'nun Ermeni, Rum, Arnavut nüfusu...Üzerlerine giydikleri pantolondan saçlarının özelliğine kadar yaptığı anlatım, Sabetay Sevi'li 1666 ve dünya mucize yılı, her şey çok tuhaf ama bir o kadar da ilginç ve çekici. Tıpkı bugün gibi, insanlık değişti sanıyoruz ama sanki hep aynı, 1666 öncesindeki inanca göre 1666 yılında çok büyük olaylar meydana gelecekmiş, bizdeki Maya takvimi ve dünyanın sonu hikayeleri gibi...Yalnız bir müftünün bir rahip ile ilgili verdiği bir belge var ki dudak uçuklatıyor...Aman kimse görmesin dedirten cinsten...Sonra rahip ve patriklerle ilgili olan kısım önemli, kimdiler ne yapar, ne yer ne içerlerdi? Ayrıca İstanbul Piskoposluğu'nda görev yapanlarla ilgili istatistikler var. Bunlardan biri patrik olduğunu öğrenince sevinçten ölüyor, biri de hakkında sürgün kararı çıkacağını öğrenince yeniçeri oluyor :)
Mucizeler kısmında halkın nelere inandığını anlattığı bazı olaylar var, ama bahsi geçenler daha çok Rumlardı...Anlattığı mucize hikayesi yazar adaya varmadan 5 yıl önce gerçekleşmiş, aslında gerçekliğinden emin değil, onun amacı halkın bakışını göstermek, fakat hikaye çok tatlı, üstelik öyle betimlemeler ile anlatmış ki, bir ara adanın en ücra köşesindeki o uzak ve sarp  patikasından yürüyen Maria olduğumu düşündüm. Aç, sefil, yırtık kıyafetim ama içimde umutlarımla rüyamda gördüğüm Aziz'in peşinden minik kilisenin yolunu tutan sanki o değil de bendim.  Tuhaftır, bilmem neden, reenkarnasyona kesinlikle inanıyor da değilim (üstelik bir ara reenkarnasyona uğradığını iddia eden insanlarla uzun zaman geçirmiş olmama rağmen) ama inanıyor olsaydım kesinlikle eski dönemlerde yaşamış bir Rum köylüsü olduğuma inanırdım. Bunu aileme de defalarca söylemişimdir, onlar da cevaben "Rus desen anlarız da Rum olmaz" demiştir. Bizim nineler Rus dedeler Çerkez (dolayısıyla doğan çocuklar bilmiyorum artık ne oluyor ama mevzuyu dile getirmiyoruz tabi yoksa bizimkiler kızıyor) ama Türkiye'ye sığınınca nineler de dedeler de hepten Müslüman olup Türkleşmiş, o yüzden Rum söylemine kızarlar. Yazarın Rumlarla ilgili hikayeleri "İzmir Büyücüleri"ni hatırlattı. O da II. Abdülhamit'li Osmanlı İzmir'inde geçiyordu. Ve ikisinin anlattıkları birbiri ile tutarlı. 
Kitabın sevmediğim tek yanı Nasreddin Hoca kısmı oldu. Sanki mistik hava orada dağılıp gitti gibi, ama oraya dair önemli bir ayrıntı, daha 1910'lu yıllarda Nasreddin Hoca hikayelerinin farklı dillere çevrilip dünyanın farklı ülkelerinde yayınlandığı. Yazar onunla ilgili bir sürü fıkra anlatmış, bu fıkralardaki Nasreddin Hoca ya çok zeki ve alim ya da çok saf ve aptal. Ama ne olursa olsun kitap enfes, arabada, yemekte, yatakta, kuyrukta kısacası boş bulduğum her anda büyük bir zevkle okudum, elimde yenileri olmasa aslında bir kez daha okurum ama bu kitap "İzmir Büyücüleri"ni de tetikledi. Sanıyorum önce bir kez daha İzmir Büyücüleri'ni okuyacak sonrasına ise sonra bakacağım. Sevgi ve Kitapla Kalın. 

                         

8 Haziran 2014 Pazar

Taylor, Kymlicka, Zizek ve Habermasla Yola Düşünce ...

Sırt çantam ne zamandır kapının kenarında gitmek için bekliyordu, onu daha fazla bekletmeye içim elvermedi. Ani bir kararla attım sırtıma düştüm yola, biraz kafa dinlemek için kısa ama iyi bir boşluk diye düşünmüştüm. İçine bir kitapla makale atmayı da unutmadım tabi, millet giderken gideceği yerle ilgili şehir rehberi atar, bense her zamanki gibi ders dönemiyle alakalı bir kitap. sözde kafamı dinleyecektim, öyle de oldu (!), kafamda tonla kargaşa...O yüzden kafa dinleme olayını bir daha ele almak lazım, kafa dinleme derken kast ettiğimiz şey aslında huzura erişmektir, ama insan kendiyle başbaşa kaldıkça gerçekten "kafasını dinliyor" içindeki tüm kargaşayı, öfkeyi, yorgunluğu her şeyi...o sesler bir türlü son bulmuyor. Bu yüzden ilk günün ardından kafamı dinlememeye karar verdim ve çıkardım çantadakileri eldekiler Nermin Abadan Unat ile Taylor, Kymlicka, Zizek ve Habermaslı çokkültürlülük tartışmaları. Ne yalan söyleyeyim çokkültürlülük tartışmaları çok iyi geldi, zaman zaman ne dediklerini anlayacağım diye kafam bir dünya oldu. Bir ara öyle uyuşmuştum ki yanlışlıkla su diye alkol mü kullandım, hatta içine bir de toz mu attılar diye düşünmedim değil. Şaka bir tarafa tarihi çok sevsem de ben ya sosyolog olmalıymışım ya da yazar. Çünkü istemiyor olmama rağmen durmadan düşünen bir beyne sahibim ve bu durum sosyolojide işe yarıyor gibi, adamcağızlar yemeyip içmeyip düşünüyor, biz toplumu nasıl düzeltiriz? Habire ortaya farklı teoriler atıyorlar, Türkiye'de sosyolojinin durumu nedir bilmem ama Türk toplumunun durumu (faceden gördüğüm kadarı ile) kes kopyala yapıştır hali. Adamlar kendi duygularını dile getirmekten bile aciz, hemen bir yazar ya da şairin sözünü bulup yapıştırıveriyor. O kadar düşünmekten ve üretmekten uzak ve sıfır bir toplum, ama tabi sırf düşünebiliyor olmanız sosyolog olabileceğiniz anlamına gelmez, öncelikle bu işin sağlam şekilde alt yapısını almak gerekir. Yoksa düşündüğümüz şeyin, yanlış ve eksik taraflarını görmekten çok uzak oluruz. 

Gelelim çokkültürlülük mü aksi mi tartışmalarına, size burada okuduğum her şeyi yazıp anlatmaya kalksam ne benim vaktim ne sizin sabrınız el verir. Çokkültürlülük tartışmaları aslında soğuk savaş bitiminde, sömürgelerin bağımsız olması, ulus devlet inşaaları ve bu esnada ezilen azınlık tartışmaları ve Avustralya, Kanada gibi devletlerin asimilasyonu bırakıp çokkültürlü politikayı benimsemesi ile ortaya çıkmıştır. Ve tabi bunun ortaya çıkışında modernizmin ve Avrupa tekelciliğinin karşısına dikilen postmodernizmin de etkisi büyük. Zaten en büyük tepki, o zamana kadar (ve aslında halen) kendini ulaşılması en yüksek nokta, ve yaşayan tek çağdaş uygarlık olarak görüp dünyanın geri kalanını kendine benzetmeye yani "evrenselleştirmeye" çalışan Batı'nın tekelciliğine...Batının modernizmine ve tekelciliğine karşı, geri kalanın çokkültürlülüğü ve farklılıkların ayakta alkışlanması ve böylece başlayan "kabilecilik çağı"...Yukarıda bahsi geçen sosyologların hepsi farklı ülkelerde yaşamış, her biri sorunu kendi ülkesinden ele almış, üstelik her birinin sözlerinde önemli doğrular olmakla birlikte ben yalnızca bir tarih öğrencisi (ve üç dönemdir bir şekilde azınlıklarla ilgili ders alan bir öğrenci) olarak konuya baktığımda diyebilirim ki, yukarıda liberalizm ve onun getirdiği bireyciliği eleştiren sosyologlar ne denli haklı yanlara sahip olsa da kendi devlet modelim için ulus-devlet en iyisidir. Her ne kadar içinde bulunduğumuz çağ kabilecilik çağı olarak adlandırılsa da, kabilecilik ve çokkültürlülük politikaları benim ülkemi yıkmaktan başka işe yaramaz. Ayrıca, bir kültürün korunması neden illaki devlet eliyle olmalı anlamış değilim. "Ne Mutlu Türküm Diyene" sloganı altında birleştirilmiş ve anayasasından din argumanını da çıkartıp, ülkesindeki her bir vatandaşa "birey" olarak bakan bu sayede Laza, Çerkez'e, Kürt'e, Türk'e, Yahudi'ye, Ermeni'ye aynı mesafede durup, tek bir bayrak altında belli sınırlar içinde olup, halkının güvenliği refahı için çalışan bir devlet politikası neden kötü olsun? Her bir grubun sahip olduğu etnik ve kültürel özellikleri korumak neden devletin sorumluluğu olsun? "Liberal sistem ve bireyciliği içimizi boşaltıp bizi değerlerimizden yoksun bir hale getiriyor" söylemine katılmıyorum. Evet batının tekelciliği ve tüketimini sahiplenmiş ve özenti halinde bunu uygulayan bireylere sahip olduğumuz doğru olabilir ama bu durum, değerlerimizi kaybettiğimiz anlamına gelmez, kızların bir örnek gibi 501 Levis kot giymesi ya da hepsinin film yıldızları gibi görünür hale gelmesi bu insanların bizim özümüzde var olanları kaybettiği ve kültürün parçalandığı anlamına gelmez. Arkadaş çevreme ya da yeğenlerime, onların arkadaşlarına, girdiğim ortamlara baktığımda söyleyebilirim ki, insanlar dış görünüş olarak daha bakımlı hale bürünüyor olsa da özünde hepsi aynı insan...Çocuklarımızı yazları yüzmeye yollarken halen bir taraftan da Kuran Kurslarına gönderiyoruz, daha çok ufak yaşlarda onları oruçla tanıştırıp, bir taraftan da israfın ne denli kötü olduğunu öğretiyoruz. İnsan olarak mutluluğumuzun komşumuzun da mutluluğundan geçtiğini anlatıyoruz. Paylaşmanın değerini, birileri açken tok yatamayacağımızı işliyoruz. Büyüklere daima saygı göstermeyi, onların tecrübesinin önemini vurguluyoruz. En azından kendi geniş ailem adına konuşacak olursam bu anlamda çok başarılı evlatlar yetiştirdiğimizi söyleyebilirim. Dışarıdan bazı şeyleri saklıyor olmak, ya da öyle değilmiş gibi görünmek, var olan tüm değerlerimizi yitirdiğimiz anlamına gelmez. Ve bölgesel geleneklerimiz de biz yaşattığımız sürece yaşamaya devam ediyor ve edecektir. Bence burada konuyu uç boyutlarda çokkültürlülük mü liberalizmin bireyselciliği mi diye ele almak yerine sorunun asıl odak noktasına bakmak gerekir. 

Türkiye bir göçmen ülkesi değildir, yüzlerce yıla dayanan tarihi geçmişi etnisitesi olan bir devlettir. Kanada, Amerika Avustralya gibi daha tarihi bile olmayan yeni bir kıta değildir, zaten bir birlik beraberliği vardır. Gelenler emek gücü olarak değil, mülteci olarak gelmektedir. Ve bunu söylediğim için üzgünüm ama beğenmiyorsanız gidersiniz, aynı şeyi yurt dışında yaşayan ırkdaşlarım içinde söylerim, hiç kimsenin hiç bir toplumun huzurunu bozmaya hakkı yoktur. Ya gittiğin yerin kurallarına uyar, sorun teşkil etmeden yaşarsın, ya da başına geleceklere katlanırsın. Ayrıca şuna da inanıyorum ki Stephen Castles'in Göçler Çağı'nın son sayfalarında dile getirdiği "ülkeler artık çok kültürlü yapılara doğru evrilmektedir, bu sebeple politikalarını artık buna göre evriltmelidir" söylemini çok Amerikanvari buluyorum. Çokkültürlülük Amerika'nın, Kanada'nın Avustralya'nın problemidir. Geri kalanın değil. Amerika kendi problemlerini de dünyaya satmaya çalışıyor bence..."Siz de çokkültürlülüğü kabul edin sizin de problemleriniz var"...yok kardeşim ben çokkültürlü bir etnisiteye sahip değilim, biz yüzlerce yıldır bir arada aynı tarihi yaşadık burada, hepimiz Osmanlıyız hepimiz Lazız, Çerkeziz,Kürdüz ama neticede Türküz bu kadar Tabiki de tüm kültürleri kabul ediyor ve saygı duyuyorum, ama diyorum ki tarih bize ulus-devletlerin huzurunu işaret etmektedir. Azınlıklar azınlık oldukları her yerde acı çekmiş ve çekmeye de devam edeceklerdir, bu sebeple en güzeli kendi vatandaşıyla, ortak bir tarih ve ortak bir idea içinde yaşamaktır. Ayrıca son olarak demek istiyorum ki Batı'nın üstün olmadığı varsayımının karşıtı çokkültürlülük politikası olmasaydı ya da çokkültürlülük Batı'nın biricik ve tek olduğu savına alternatif olarak üretilmeseydi beki bugün tartışıldığı manada yapaylık ve zorlamaya sahip olmaz, bireyselcilik eleştirisine karşı çok daha iyi bir sav üretebilirdi.               

30 Mayıs 2014 Cuma

Ovanes Kaçaznuni

"Ben Ermeni yurdunu ve Ermeni halkını seviyorum...Bu fakir ve sert tabiatlı ülke ile bu cahil, pasaklı, içine kapalı, kendine aşık ve çıkarcı halkı seviyorum. Sadece erdemlerinden dolayı değil; tüm kusurları ve yaraları ile bir arada...Seviyorum çünkü kendimi onun ayrılmaz bir parçası olarak hissediyorum; kanı kanımdan, canı canımdan...kişisel mutluluğumu onun kollektif mutluluğuna bağlamışım."    
                            Ovanes Kaçaznuni

Dün gece Yahudi Meselesine son verince, bugün kendi istediğim bir şeyi yaptım ve Kaçaznuni'nin 1923 yılında Taşnaksutyun Parti Konferansına hazırlayıp sunduğu raporu okudum. Mehmet Perinçek sayesinde Türk okuyucularla buluşan minik bir kitap haline getirilmiş bu rapor bir nevi itirafnamedir aslında. Rapora geçmeden önce Kaçaznuni kimdir, bakmak gerekir. 1918'e kadar Kafkas parlamentosunda Taşnak temsilcisi olarak görev almış, Trabzon ve Batum'da Türkler ile yapılan barış görüşmelerinde Ermeni heyetinde bulunmuş, 1918 yılında Ermenistan bağımsız olduğunda, devletin ilk başbakanı olmuştur, ayrıca Taşnak Partisi'nin kurucularından ve en önemli liderlerindendir. 1919 Ağustosuna kadar Ermenistan'ı 13 ay yönetmiş. 1920 yılında Ermenistan'da Bolşevik iktidarının kurulması ile tutuklanmış, 1921 yılında Bolşeviklere karşı yapılan karşı devrimci ayaklanmanın bastırılmasından sonra ülkeyi terk etmiştir. Sovyet Ermenistanı' na yıllar sonra dönmüş 1938 yılında ise ölmüştür.

Onu bu zaman dek okuduğumuz Ermenilerden farklı kılan nedir dersek, 1923 yılında Parti Konferansına sunduğu ve Avrupa kütüphanelerinden toplatılmış olup Ermenistan'da da yasaklanmış olmasına rağmen Mehmet Perinçek sayesinde elimize ulaşan itirafnamede anlatıp ele aldıklarıdır. Sayfaya özellikle yukarıdaki sözleri ile başlamak istedim, hem tüm anlatılanlar içinde en sıcak bulduğum sözler olduğu için hem de belki yaptıklarını bağışlamamıza yarayacak sözler olduğu için. Vatanını ve insanını seven, vatanı ve insanı için mücadele edip savaşan insan değerlidir. Tıpkı bizim de ülkemizi, insanımızı sevdiğimiz gibi, ülkemiz uğruna öleceğimizi bile bile gözümüzü kırpmadan cepheye gidip bir daha dönemediğimiz gibi...Ama Ermeniler ne iyi yapmış da saldırmış bize demiyorum, hala iyi ki Ermeni iddialarını sürdürüyorlar demiyorum, hayır, ama sadece anlıyorum diyorum. 3 milyonluk nüfus, Azerbaycan, Gürcistan, Türkiye ve İran ile çevrili küçücük topraklar, dışarıya açılan ne bir deniz ne bir kapı, komşularla neredeyse 100 yıldır süren sorunlar, kendini idare etmekten korkan bir millet, istememesine rağmen bağımsız kalan bir millet. 1920 yılında nefret ettiği Bolşevikler idareyi aldı diye, çok şükür halk açta açıkta kalmayacak diye sevinen bir başbakan...Onlar geldiğinde büyük bir çıkmazdaydık, azıcık daha geç kalsalar onları biz çağıracaktık, iki buçuk yıl boyunca bu ülkeyi biz Ermeniler yönetti ve bir o kadar süreden beri de Bolşevikler yönetmektedir. Bu süreç içinde biz Gürcistan, Azerbaycan, Türkiye ile savaştık, Bolşevikler savaşmadı. Biz, Akbaba'da, Zod'da, Zengibasar'da, Vedibasar'da, Milin deresinde ...birçok çatışmaya girdik, Bolşevikler şubat ayaklanması dışında içeride çatışmaya girmedi. Biz bitmez tükenmez savaşlar ile ülkeyi sürekli silah altında tuttuk, üreten elleri savaş meydanlarında meşgul ettik, Bolşevikler halkı bu korkunç durumdan kurtardı.

Bizim dönemimizde halk savaş meydanlarında ya da açlıktan ölmekteydi. Bugün ise Ermenistan halkının tok olduğunu, buğday ihtiyacının hemen hemen hiç bulunmadığını duymaktayız...Çok çalıştık fakat dış dünya ile bağlantı kuramadık. Güney Kafkasya demiryolu fiilen bize kapalıydı. Bolşevikler yolu açtı. Bugün Erivan, Culfa üzerinden İran ve Azerbaycan'la Bakü üzerinden Doğu Rusya ve Güney Kafkasya ülkeleri ile, Batum üzerinden ise Rusya ve Avrupa'yla bağlantı kurulabilmektedir. Bizim dönemimizde Ermenistan karanlık içindeydi; güneşin batışından yarım saat sonra her türlü hareket ve çalışma dururdu. Zira aydınlatma için malzeme yoktu. Bolşevikler Bakü'den gaz yağı getirdiler ve ülkeyi karanlıktan kurtardılar. Elbette bu öyle büyük bir iş değil ama bu küçük işi bile becerememiştik. 
         
Bolşeviklere müteşekkir olmalıyız. Onlar bizi devirerek, bizim başlattığımız işi daha güvenilir raylar üzerine oturttular. Kendi çalışmalarımızın ağırlığı altında ezilirken onlar gelip yerimize geçtiler...Ama biz gerçekten bağımsız bir devlet kurmayı ne zaman düşünmüştük? Coşkumuzun ve sarhoşluğumuzun zirveye ulaştığı anlarda bile, bağımsız olmayacağımızı kaçınılmaz olarak birilerine bağımlı olacağımızı bilmiyor muyduk? elbette biliyorduk bu yüzden ilk günden itibaren mandacı arıyorduk. mesele, kime ne derece bağımlı olma meselesiydi...

1915 yaz ve sonbahar döneminde Türkiye Ermenileri zorunlu bir tehcire tabi tutuldu...Türkler ne yaptıklarını biliyorlardı ve bugün pişmanlık duymalarını gerektiren bir husus bulunmamaktadır!

Biz Türkiye'de gürültü çıkarttığımız vakit, bu gürültü sayesinde büyük devletlerin dikkatlerini çekip onların bizim lehimize aracılık edeceğini sanıyorduk. Şimdi ise böyle bir aracılığın kaç para ettiğini artık biliyoruz...Bize vaad edilen devlet Lozan'da bir Home (etnik gruba verilen özerklik)'a. Home ise Sibirya'da Ruslarca verilen koloniye...Üstelik Home Lozan'ın sonlarına doğru talep olmaktan çıkıp Türklere karşı dostane bir tavsiyeye dönmüş Türkler de nezaketen reddetmişti...Eğer Avrupa bize Türkiye'de yardım etmeyi beceremediyse Rusya'da asla yardım etmez ve edemez. Ayrı ayrı kişileri dizginlemek açısından terör belki Kürt elebaşlara veya Çar memurlarına karşı bir anlam ifade edebilir ancak itiraf etmeliyiz ki Bolşevikler farklı bir kumaştan yapılmadır. Biz birini öldürürsek onlar bizi kitlesel halde yok eder...Önümüzde duran 2 seçenekten biri Milliyetçi Türkler ötekisi Bolşevik Ruslardır. Seçme imkanımız böylesi sınırlı olmasaydı, Rusya'ya ve özellikle Bolşeviklere bir yığın itirazımız olurdu. Ama bizim bedbahtlığımız, ülkemizin elini kolunu bağlayan coğrafi konumdur.

Kitabın pek çok farklı yerinden toplayıp attığım bu sözler evet bir başbakana ait, bağımsız Ermenistan Devleti'nin ilk başbakanına. Birilerine isyan edip baş kaldırmakla devlet yönetmenin aynı şey olmadığını İttihat Terakki örneğinde görmüştük ve şimdi onun bir zamanlar müttefiki olan Taşnaksutyun'dan aynı itirafları duymak hiç şaşırtıcı gelmedi...Duruma tüm çıplaklığı ile Kaçaznuni'nin gözünden bakınca Türk topraklarından istedikleri 6 vilayet hatta denizden denize Ermenistan hayallerini anlamak güç değil, de şunu bilmiyorlar mı ki, öyle bir devlet var olabilse buna Rusya izin verir mi, yüzyıllarca sıcak denizlere inme hayali kurmuş Rusya ve tabi diğer Avrupa devletleri ve itirazları da...Yani görünen o ki, Ermenistan'a gökten altın yağmadığı müddetçe Türk toprakları üzerindeki Ermeni iddiaları son bulmaz. Ve Ermenilerin bugün yaptığı ile 100 yıl önce yaptığı arasında bir fark yok, o gün de Türklere düşmandı bugün de, bu sayede belki sesini Avrupa'ya duyurdu ama asıl soru şu, kendini her siyasi krizde ortaya sürdürecek bir koz yapmak dışında ne elde etti? Avrupa kamuoyunda reklamı yapılınca Türkiye ile ya da Azerbaycan ile kapıları açıldı da dış dünya ile bağlantı mı kurdu, ya da eskiden fakirdi de şimdi zengin mi oldu? 100 yıl önce nasıl Avrupalıya hizmet edip kendi halkının acılarına sebep olmuşsa bugün de aynını yapmakta değil midir? Elbette öyledir ama mesele tüm siyasetçiler bakımında Kaçaznuni'nin ilk başta söylediği gibi değildir. Mesele mutlu Ermeniler ve Ermenistan değildir, mesele Kaçaznuni'nin de dediği gibi siyasetçilerin daima var olup tüm yanlışlarına rağmen, konumlarını sürdürmeleri meselesidir. Halkı acı çekmiş, çeksin kimin umurunda, halkı açmış olsun kimin umurunda, yeter ki siyasiler konumlarını kaybetmesin, kaybetmesin ki çocukları özel okullarda, kendileri pahalı arabalarda gezebilsin...Halk mı boşver canım onu, halk dediğin nedir ki, siyasiler zengin olsun diye yaratılmış insan müsveddeleri...Hepsi O...