20 Nisan 2014 Pazar

........ve son........


Yine hayattan kopmanın verdiği ağır yük var üzerimde, ekrana bakmaktan mı, telaşla koşturmaktan mı bilmem, her yanım sızlıyor gibi ama en çok da kafamın içindekiler ağır geliyor. Dün akşam üzeri bıraktım çalışmayı, açtım televizyonu "I Love You New York" diye bir sinema filmi oynuyordu, 11 farklı kısa filmden oluşan bir yapıt. 3 kısa hikayeyi sevdim yalnız, gerisi bana çok uzak. Hele ki söz konusu New York ise... Çocuğun biri bağırıyordu "seni çok seviyorum New York", o bağırıken ben de içimden bağırıyordum "seni hiç sevmiyorum New York, aidiyetsizliğin, yoksunluğun, kimsesizliğin kenti, o devasa kalabalık içinde yalnızlığınızı yüzünüze haykıran, size bir hiç muamelesi yapan kent, seni hiç sevmiyorum." İki küçük hikaye vardı, belki 5 belki 6-7 dakikalık, o kısa dakikalar ve geçişler içinde hıçkıra hıçkıra ağlattı beni. Bir de bir restaurantın kapısında sigara içerken tanışan bir çiftin garip öyküsü. Kadının içeride kocası otururken dışarıdaki adama yaptığı tavizkar kura içerledim, "neden" diye sordu adam, "içeri gideceğim kocamın karşısına oturacağım o her zamanki gibi yine görmeyecek beni", dedi kadın. Adam kadına beklenen soruyu sorduğunda bu sefer garip biçimde "hayır" dedi kadın. Anlayamadım, adam da anlamamış olacak ki, "öyleyse tüm bunlar niye" diye sordu adam. "Bir şeyler değişsin istedim, belki bir dahakine diye cevap verdi" ve içeri gitti kadın. Anlayamadım, ama cürretine kızdım. Belki ben bekarken dahi asla yapmayacağım için, hakkında onlarca kitap yazıp o hiç bir vakit bilmesin diye farklı bir isimle basmayı göze alıp, aşkından ölsem de tek kelime etme cüretinde bulunmayacağım için. Ama sonra değişti herşey, kadın içeri girdiğinde gördüm ki, dışarıdaki adam zaten 40 yıldır evli olduğu kocasıymış...Sonra "Su ve Ateş"i gördüm. Strassbourg'dayken, afişini görmüş acaba seyretsek mi demiştik. Fransa'da bir Türk filmi. İzlememiştik iyiki de izlememişiz orada. Filmi izlerken içim dışıma çıktı yine, ağlamaktan helak oldum tüm gece. Özcan (Deniz) son kurşunu karısının elinden kendine sıkarken, bir tane de bana sıkın da Allah Aşkına bitsin bu eziyet, dedim..Uyandığımda yüzüm gözüm şiş, koca bir ruh karartısı... 


Saat 6.50, günlerden pazar, penceremi açtım, soğuk bir rüzgar karşıladı beni...Gökyüzü hafif gri, eşortmanlarımı giydim, "yürüyeceğim" deyip iliklerime kadar üşüme arzusuyla düştüm yola. Özellikle ince giyindim, belki buz tutarsa yüreğim rahatlarım sandım...Belki şanslıysam biraz yağmur da yağar. Nafile...Evden çıktığımda koca bir güneş karşıladı beni, neyseki o tatlı esinti hala var, ve biraz da serin...Uzun zamandır görmediklerim çalındı gözüme, meğer ben kafamı kumda tutarken, doğa tüm renklerine bürünmüş...alı al moru mor çiçekler sarmış her yeri...Gözlüğümü kafama attım, olduğu gibi yalın, bir perde olmadan görmek istedim...Işık zorladı gözümü ama önemi yok...Meğer ne uzun zaman olmuş, görmeyeli, meğer ne zormuş hayata kör yaşamak...Bir ara gelincik tarlalarından geçtim, yüzüme çarpan o tatlı rüzgar çocukluğumdan sahneler getirdi bana, içinde ablam vardı, bir de ben, ve yıkık dökük bir kaç araba, koca bir gelincik tarlası...Özlemiş miyim ne?.. İnsan acıya özlem duyar mı, duyuyormuş meğer...Güya rahatlamak için düştüm yola, sonra yine ağlarken buldum kendimi, gözlüklerimi geçirdim gözüme...Uzaklara baktım biraz, nasıl güzel göründü her yer, nasıl yemyeşil, bir başka gelincik tarlası düştü gözüme, bu sefer ablam yok ama, nasıl olsun o o yıllarda yoktu ki, bir arkadaşımla ben varım sadece, yalınayak gezinip, sırt üstü yattığımız, hayaller kurduğumuz "Fısıltılı Tepeler"de... Tepeler rüzgara fısıldarken biz sırt üstü yatıp tatlı hayaller kurardık...Çocukluğumun büyük kısmının geçtiği o tepeler... beni özgür kılan... beni ben yapan...bir zamanların mutlu çocuk hikayesine ev sahipliği yapan tepeler...yıllar sonra üzerine kentsel dönüşüm projesiyle 15 katlı binaların yapıldığı, bir zamanların yalınayak gezdiğimiz şimdileriyse koca bir metropole dönen tepeler...Şimdi orada yaşayan zavallı çocuklar hayallerini nerede kurar ki?

Sonra gökyüzüne takılıyor gözüm, bir tablo olmuş sanki...Unutmabeni mavisi...Sahi bir zamanlar paletimi elime alıp ne şahane resimler yapardım ben, öyle böyle değil, sahi sahi Türkiye birinciliğim vardı benim...hep bir mavi bir yeşil olurdu içinde, ve oradan oraya koşan bir kız, bir de hep rüzgar, zaten o değil mi bana onca hikayeyi, onca şiiri, onca resmi yazdırıp yaptıran...Bazen rüzgarla gelen bir yanık odun kokusu, beraberinde getirdiği anılarla yazdırırdı sayfalarca, bazen bir yağmur kokusu döktürürdü dizeleri, bazen saçları savrulan bir kız çocuğunda anlam bulurdu fırçam...Ne çok zaman önceymiş,,,hayatı ertelemeye başlayalı, hayattan tat almayalı  ne çok zaman olmuş meğer...Yürürken öyle çok şey geçiyor ki gözümden, kendi kendime "ve son" diyorum, sanki birazdan bir ışık parlayacak "ve hayatım nihayete erecek." Bir yandan bunu düşünüyorum, bir yanda annemin yüzü, sonra Zeki Müreni duyuyorum"bir ilkbahar sabahı" diyor yine...Kaldırımda koca bir çalı yığını, anlamsız şekilde ona takılıyor gözüm, 45 dakika sonra duruyorum, yürüyüşü yuvarlak çizip mi tamamlasam gerisin geri mi gidip bitirsem diye düşünüyorum. Gerisingeri gitmeye karar veriyorum. Nedenini bilmiyorum ama içimde ısrarcı bir şeyler var...Bir anaforun içinde gibiyim benle birlikte yürüyen yüzlerce kesit, ve birden bir şey beni çekiyor, az önce anlamsız biçimde gözümün takıldığı çalının içinde buluyorum kendimi ve çok yakınımdan gelen ürkütücü bir ses...Hiç bir şey anlayamıyorum, ayağa kalkmaya çalışıyorum önce, aynı anda hem haykırışlar, hem bana doğru koşup gelen bir adam görüyorum...Ama en çok da beni çalılığa çeken eli arıyor gözlerim, beni oraya alıp atanı, onu bulduğumda fena bağıracağım...Başımda duran adam kolumdan tutup kaldırıyor beni, "iyi misin" diyor? Çok telaşlı, sonra fark ediyorum az öteme bir yere koşuyor..."İyi misiniz, ambulans çağırayım mı" diyor, ve ben hala anlamıyorum, gözyaşları içinde bir kız, ve yanında bir de genç bir adam geliyor, kız durmadan ağlıyor, adam bir şeyim var mı diye bakıyor, "neredeyse ölecektin" diyor üçü de, o an görüyorum manzarayı ve de anlıyorum, durumu.  İlk koşan adama soruyorum, "sen gördün mü olayı beni kim çekti oraya" diyorum, adam hayalet görmüş gibi yüzüme bakıyor ve sonra da cevap veriyor "kimse yoktu kendin atladın"...Adama bakıyorum o da bana, hiçbir şey demiyorum...Sadece 10 dakika evvel "ve son" dediğim anlar geçiyor aklımdan...Ve boğazımda takılı bir sürü söz...Hepsi o...                                 

11 Nisan 2014 Cuma

Biraz Psikoloji Biraz Tarih

Arkadaşlar sitem eder oldu, yazmıyorsun artık, yaz da okuyalım diye. Bu sıralar günler öyle yoğun geçiyor ki, yapacaklarımı tüm güne nasıl sığdırıyorum, arkadaşlara, aileme, kendime, kitaplara, makalelere, derslere kısaca hayata nasıl yetişiyorum bilmiyorum. Tek bildiğim yoğun ve yorgun olduğum bazen akşam 8-9 gibi uyuyakalıyorum. Hali ile bloga yazma fırsatım da olmuyordu. Tüm bu yoğunluğun ve erkenden uyuyakalmaların bana edindirdiği yeni bir kazanım oldu o da aynı anda farklı bir sürü kitap ya da makale okumak, aksi takdirde bir şeyler hep arka planda kalıp, unutuluyor. Bir de bu dönem kendi alan dersimin olmaması beni üzmekle birlikte avantajlı durumlarını da yaşıyorum. Eskiden yalnız kendi alanımla ilgili ağırlıklı okurdum şimdi, psikoloji, felsefe, sosyoloji, ekonomi kısacası hoca derste neyi önerirse hepsinden okumaya gayret ediyorum. Akşamdan beri Erol Göka'nın "Türklerin Psikolojisi"ni okuyorum, hem öğretici hem komik, bugün hala aslında nasıl da "göçebe bir toplum" olmaya devam ettiğimizi, yazıyla neden işimiz olmadığını, izin verseler Hollanda sarayının bahçesinde bile nasıl piknik yapacağımızı, doktora gittiğimizde neyin var diyen doktora "sen doktor değil misin, sen bil" diyen bazı zihniyetin aslında bunu cahillikten değil, doktora eski zamanlarda yüklenilen şaman ruhunun bugün de nasıl zuhur ettiğini, ekonomik kriz gelse bile neden biz Türklere bir şey olmayacağını, sabit durması gereken şehirlerin nasıl hızla sağa sola doğru ilerlediğini (göçtüğünü) gibi bir çok şeye değiniyor. Ben çok güldüm, anlattığı şeyler bazılarının sinirine dokunabilir, ama ben yermekten ziyade Türklerin psikolojik kodlarına baktım, ve açıkçası milletimi de kendimi de daha fazla sevmeye başladım. Yan bilimler daima farkındalık yaratır, psikoloji ve sosyoloji de kesinlikle bunların başında ve hatta felsefe de, dün hoca derste öyle bir şey söyledi ki 10 yıllık tarih bilgimi yıktı ama onu aktarmadan önce hakkında biraz okuma yapmam gerekiyor. Kendim emin olayım size de öyle aktarırım. 

Bir yandan Erol Göka okurken diğer yandan Theodor Herzl'in Hatıralarını okumakla meşgulüm. Thedor Herzl zaten ana kitap o değişmiyor, onun yanında okuduklarım sürekli değişiyor. Yuzo Nagata, Erol Göka, Yücel Özkaya gibi ... Theodor Herzl başlı başına ele alınması gereken bir isim. Ama ben genel bir iki şeyden bahsetmek istiyorum. 1.si ben Theodor Herzl'e ciddi biçimde sempati duydum. Öncelikli olarak gerçekten Yahudiler için artık sürgün yaşamayacakları bir ülke kurma isteği, tüm zorluğuna hayal perestliğine rağmen zor bir düşünce ve bu düşünce için mücadele etmesi bence takdire şayan. Evet bugün İsrail'e Filistin üzerindeki yaptırımlarına baktığımızda gördüğümüz manzara çok farklı olabilir ama Herzl'in hayalindeki manzaranın da o olduğunu düşünmüyorum. 2.Sultan Abdülhamid hakkındaki yorumları, defterine yazdıkları çok önemlidir diye düşünüyorum. çünkü arzusu yerine getirilmeyecek olmasına rağmen sözlerinde bir sitem, karalama yoktur. 3.sü bu eser çok önemlidir çünkü Tahsin Paşa'nın Yıldız Hatıraları ile çok fazla örtüşür. Ve benim yaklaşık 2 dönem evvel edinmeye başladığım Jön Türkler ya da ittihatçılar fikrimi daha da pekiştirmiştir. II. Abdülhamid Filistin'i satmıyor diye onu ve hükümeti eleştiren bir Jön Türk tayfası...Ama 1908 Reval Görüşmelerinden sonra devlet elden gidiyor, Abdülhamit göz yumuyor diye dağa çıkan aynı Jön Türk tayfası... Sonra Abdülhamit tahttan indirilirken hâl ekibine Yahudi Karasu Efendiyi de katan ve tarihe geçecek "Abdülamid'e Milyonlarca altın liraya yaptırtamadığımızı Jön Türklere bedavaya yaptırdık" sözlerinin söylenmesine neden olan aynı Jön Türk tayfası...Neyse konumuz Jön Türk - Abdülhamid çekişmesi değil tabi, ama şunu belirtmek isterim ki Ahmet Rıza'yı ve İlber Ortaylı'yı okurken görmüştüm şimdi Theodor Herzl'in anılarında aynı şeyi gördüm. Sultan Abdülhamid çok büyük ve etkili bir isimdir. Dünyanın o zamanki ülke kralları ya da yöneticileri ve hatta papa üzerinde çok etkilidir. Tabi ki de her dediğini yaptırtabiliyor meselesi değil, ama tek bir emirle yaptırabildiği pek çok şey var. İnsanlar her dediğini yapmasa da ona karşı ciddi bir saygı duyuyor. Söz Abdülhamid olunca ya da Jön Türkler yazmanın sonu gelmez, o yüzden konuyu daha da uzatmadan Sultan Abdülhamid'in Newlinsky aracılığıyla Herzl'e yolladığı o meşhur sözler ve Herzl'in bu sözler üzerine düştüğü notla bitirelim istiyorum. 

      "Benim bir karış toprak vermem söz konusu olamaz. Zira, istenen toprak bana ait değildir. O milletime aittir. Bu devleti kuran ve kanıyla besleyen milletime...Herhangi birisine vermek veya bizden koparılmasına razı olmaktansa, yeniden kanımızla yıkamayı tercih ederiz. Benim, Suriye ve Filistin'den gelen iki alayım Plevne'de son neferlerine kadar şehid oldular. Türk imparatorluk toprakları bana değil, Türk milletine aittir. Bu imparatorluğun hiç bir parçasını hiç bir kimseye veremem. Yahudiler şimdilik milyarlarını biriktirsinler. Kim bilir bir gün bu imparatorluk paylaşılırsa, onlar da istediklerini belki de bir şey ödemeden elde edebilirler. Fakat ancak kadavramız paylaşılır, canlı vücuttan parça koparılmasına müsaade edemem"

Sultanın bu sözleri üzerine Herzl anılarına şu sözleri düşer:

     "Sultanın gerçek bir devlet adamı büyüklüğünü yansıtan szöleri, her ne kadar o an için bütün ümitlerimi söndürse de bana tesir etti ve heyecanlandırdı. Ölümü ve sonra paylaşılmayı kabul eden bu kadercilikte trajik bir güzellik vardı ve madalyonun öteki yüzünde ise, pasif bir mukavemet şeklinde de olsa son nefesine kadar mücadele iradesini gösteriyordu."