7 Kasım 2015 Cumartesi

Grace'i Düşünürken ...

"Aşk seni çağırdığında onu izle, sesi hayallerini darmadağın etse bile"
                                   Grace'in Ardından

Nicole Kidman'ın Monaco Prensesi Grace Kelly'i canlandırdığı "Grace of Monaco" yanılmıyorsam geçen yıl çekilmişti ama ben filmi ancak bu yılın ortalarında izleme fırsatı bulabildim. Buzlar Kraliçesi Kidman'ın (filmlerden yapışan bir etiket mi yoksa gerçekte de mi öyle bilemiyorum) Grace Kelly'i canlandırmış olmasını ilginç bulmuş, büyük bir merakla filmi izlemeye koyulmuştum. Çünkü kafamdaki Grace daha sevimli bir karakterdi, Nicole Kidman gibi birinin ona nasıl hayat vereceği benim için tam bir merak konusuydu. Ancak filmi izlerken gördüm ki, Grace Kelly Monaco Prensesi olduktan sonra çok fazla sorunla yüz yüze kalmış. Hollywood'un efsane oyuncusu Monaco'da hiç de Amerika'da olduğu gibi büyük bir ilgi ve sıcak bir tavırla karşılaşmamış. Gerek Monaco'nun ileri gelenleri gerekse eşi Monaco Prensi Rainer'ın kız kardeşi ve diğerleri, Grace'in varlığından hoşnut değiller. O yüzden aslında oldukça zarif ve kırılgan olan Grace ayakta sağlam biçimde kalabilmek için istemeden de olsa zaman zaman buz kraliçesine dönüşmek durumunda kalmış. İşte o noktada anlıyorsunuz ki Nicole Kidman bir kere daha kendine yabancı olmayan bir role bürünmüş. Fakat her zamanki gibi rolünün hakkını da vermiş. 


Milyoner bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Grace Kelly, kendi arzusu üzerine Hoolywood'a adım atar, tam şöhretinin zirvesindeyken Prens Rainer'a duyduğu aşk sebebiyle tüm  kariyerini bırakıp aşkının peşinden Monaco'ya yerleşir. Monaco yılları hiç kolay değildir fakat buna rağmen aşkından da vazgeçmez. Ülkenin yaşadığı bazı sıkıntılar dahi onun üzerine yıkılmaya çalışılır. Eğer yanlış anımsamıyorsam o yıllarda Monaco tam bağımsız değil ve hala bazı noktalarda Fransa'ya bağlıdır. Grace Kelly, eşinin kız kardeşinin ihanetine rağmen gizli ve büyük bir girişim ile Fransız başkanının gönlünü kazanır ve bir gecede her şeyini kaybeden Monaco'nun bağımsızlığı kazanmasında ana etken olur. 

Sanırım 10-12 yıl önceydi, üniversite okuma gibi bir düşüncem yokken, okuduğum pek çok kitaptan etkilenip "tarih okuyacağım ben" diye tutturmuştum. Etrafımdaki insanlar da üniversiteye gideceksin bari daha prestijli bir bölüm oku demişler, ben inatla "tarih okuyacağım ben" diye diretmiş ardından da sınava hazırlanıp 2004 yılında tarih bölümüne girmiştim. O gün başlayan yolculuğumda zaman zaman farklı sebepler dolayısıyla tarihten kopuş yaşamışsam da her zaman yine ona dönmüş, tarih okumaktan daima keyif duymuşumdur. Üstelik sanıyorum ki başka meslek dalı yoktur ki bana prestiji de keyfi de çok daha fazla yaşatsın ! Lisans 1'den itibaren (iş yerindeki masam sürekli kitap yığılı olduğundan) etrafım sürekli insan ile dolmuş, önceleri patronumla görüşme saatinde gelen müvekkiller zamanla 1-2 saat erken gelmeye başlamış, ve masamda duran kitapların niteliği durmaksızın bir soru bombardımanı ve keyfine doyulmayan sohbetlere sebep olduğu gibi bana da sürekli yaptığım seçimin ne denli doğru olduğunu göstermişti. Diğer yandan evet Türkiye'de tarih ne yazık ki pek de değer gören bir meslek dalı değildi. Bundan 10 yıl önce tarihe ilgi duyan kısım daha çok hem maddi seviye olarak oldukça yüksekte hem de yaş olarak biraz daha 40 yaş üstü insanlardı(etrafımda benimle sohbet etmek için 2 saat erken gelen müvekkil profiline dayanarak söylüyorum). Hatta kız arkadaşlarım durumu farklı ele alıp arkamdan "o kadar güzel bir kız da değil" şeklinde yorumlayıp saçma kıskançlıklara kapılsalar da ben ayıp olmasın diye "insanlar Gülben Ergen'in aşk hayatını dinlemektense Sosyalizmi, Şiiliği, İslamı, Avrupa' yı, 80 ihtilalini, eğitim vb tonla konuyu cidden merak ediyor, bunları konuşmaktan büyük bir zevk duyuyor olamaz mı?" diye soramazdım. Yani burada önemli olan faktör ben değildim, önemli olan - değer gören faktör tarihin kendisiydi. Bu sebeple zaman içinde kız arkadaşlarım doğum günlerine dahi çağırmaz olmuşlardı, çünkü tarih okuyorum dediğim an tüm masa bir anda bana döner peş peşe sorular gelir ve tüm gece tarih konuşmalarıyla geçerdi. Bir seferinde arkadaşım "heeey benim doğum günüm benimle ilgilenin lütfen" diye alenen bağırınca bir grup insan sandalyelerini kapıp yanıma çökmüş fısıltı ile sohbeti devam ettirmişti :)  

Yurt dışına çıktıkça gördük ki tarih orada bambaşka bir değer. Hatta hiç unutmam Avusturya'dayken bir beyfendi mesleğimi sormuş ben de "I am historian" cevabını verince öylesine hayranlık dolu bir ilgi göstermişti ki, panik olup içimden sürekli "ne dedim ben, ne dedim ben, Allah'ım historian tarihçi değil miydi, ne demekti ki" şeklinde ciddi ciddi tedirgin olmuştum :) Ama zaman içinde gördüm ki Avrupa'da özellikle de zengin Avrupa ülkelerinde "tarihçi olmak" oldukça prestijli bir durum. Çünkü orada da aynı mantık var, çok zengin ülkeler ve insanlar tarihle uğraşıyor ve tarihe ciddi değer veriyor. Grace Kelly'nin hayatını anlatan filmden nasıl bu noktaya geldiğimi merak etmişsinizdir muhtemelen, anlatayım. Filmi arıyordum bu akşam tekrar izlemek için, o esnada 2 yıl önce Ilıca'da başıma gelen bir hadiseyi anımsadım.Onu anımsayınca yıllar evvel "bari prestijli bir bölüm oku" diyenleri de anımsadım. O sebeple Grace'den girip tarihten çıktım. 

Ilıca'da eşimle her yaz 2-3 günlüğüne bile olsa gidip kaldığımız bir otel var. Otelin en önemli özelliği tamamen kalabalık olsa bile daima sakin olmasıdır, insanlar oldukça saygılı ve sessizdir. İki yıl önceki gidişimizde de otel oldukça kalabalık ama her zamanki gibi sakindi. Deniz kenarında hem kum plaj hem de platformlar olmasına karşın doğal olarak insanlar genelde kum plajı tercih ediyor. Tatilin son iki günü platformdan ekmekle balık besleme olayına kaptırdım kendimi, çünkü balıklar o kadar devasa ve öylesine çoktu ki, ekmeği attığınızda bir anda pirana gibi neredeyse binlercesi doluşuyordu. Bu esnada 2 kız da bana katılmış birbirimize adımızı dahi sormadan 2 gün boyunca 3 kız balık beslemiştik. Bu esnada platformdaki dolu olan 2 şezlongun birinde 60 lara yakın bir bayan ile aynı yaşlarda bir beyin, 1-2 gündür orada olduğunu fark etmiştim. Bir ara kafasında kocaman bir şapka ile kitap okuyan hanımefendiye öylesine dalmışım ki, kadının durumu fark ettiğini dahi görmedim. Çünkü ben bayanın vücudundaki çillere takılmıştım (belki ilginç bulacaksınız ama ben çillere bayılırım, üstelik kocaman çilleri vardı vücudunda, yüzünü görmemiştim ama çillerin büyüklüğünden dolayı zengin biri olduğu fikrine kapılmıştım. Ne ilgisi var demeyin, bana göre var). Balık beslediğim kızlardan biri bana gülümseyip "Onu tanımış mısın diye soruyor" dedi. Şaşkınlıkla önce kızın sonra kadının suratına baktım ve tanımadığımı, sadece görüntüsü hoşuma gittiği için baktığımı söyledim. Ama kim olduğunu da sormama fırsat kalmadan, önce kız benim sözlerimi çevirdi sonra kadın gülümseyip sakin bir ses tonu ama pek de ilgili olmayan bir ifade ile Fransızca bir şeyler söyledi. Kız bana bakıp (uzun boyum ve zayıf yapım dolayısıyla bir de deniz kenarında şort modunda olduğumdan olsa gerek) "model olup olmadığını soruyor, gerçi öyle olsan muhtemelen ben bilirdim" dedi. "Hayır, değilim öğrenciyim tarihten doktora yapıyorum" dedim. Kız bu sözleri çevirdiğinde kadın kitabı kenara bırakıp yerinden doğruldu ilgili bir ifade ile bir şeyler söyledi, ve bir anda Fransızca çeviri eşliğinde kendimi Fransa, Türkiye, Osmanlı tarihinden kesitler anlatırken Atatürk'ten bahsederken buldum. Monaco'yu bilip bilmediğimi sorduğunda tabiki de bildiğimi, gördüğümü söyledim. Hatta  Grace Kelly'den bahsedince burukça gülümsedi. Bir şeyler söyledi. Kız suratıma bakıp "akşam yemeği için sizi davet ediyor" dediğinde, nihayet kendisinin kim olduğunu sordum. Kız gülümseyerek "Monaco Prensesi" deyince sanıyorum ki yaşadığım tanışmalar arasında beni en heyecanlandiran birkaç tanismadan biri oldu. İçimden bir anda İngilizce dile gelmek geldi ama Fransızlar çok milliyetçidir, Prens Rainer'ın da çok tutucu bir Katolik olduğunu anımsayıp belki o da öyledir diye Türkçe konuşmayı sürdürdüm. Ve daha sonra öğrenecektim ki kendisi Grace Kelly'nin kızlarından biriydi. Türk bir ailenin(çeviriyi yapan kızın ailesinin) misafiri olarak o sırada Ilıca'daydılar. Aslında otelde kalmıyorlardı vs

Yani diyeceğim o ki Türkiye'de yeni yeni değer kazanmaya başlamış olsa da "tarih çok kıymetli bir ilim alanıdır". Üstelik bazılarının sandığının aksine çok da prestijlidir. Tonlarca paranız olsa bile sahip olamayacağınız pek çok güzelliğe sahip olmanızı sağlar.  Çünkü altında büyük bir emek büyük bir birikim vardır. Tarihi bilmek kimliğini bilmektir. Kim olduğunu bilmek, ya da kim olmadığını yahut kim olmamanın ne demek olduğunu ya da kim olmanın seni diğerlerinden hangi biçimde üstün tuttuğunu bilmek bu başlı başına bir ayrıcalıktır. Ve ben bu ayrıcalığa sahip olduğum için oldukça mutluyum. 

Tarihinizi sevin evet ama derim ki Grace'i de izleyin, bakın bakalım başka ülkeler nasıl kurulmuş, bağımsızlıklarını nasıl elde etmiş, belki o zaman bir şeyler sizin için biraz daha anlam kazanır !                                         

2 yorum: