21 Aralık 2013 Cumartesi

2015 Yaklaşırken

1916 yılında Arnold Toynbee ve İngiliz hükümeti desteği ile hazırlanan Mavi Kitap, neredeyse 100 yıldır Ermeni iddialarının başlıca kitabı olmuş, Ermeniler gerek bu kitaba gerek ABD büyükelçisi Henry Morgenthau'nun Anıları'na dayanarak Türkler'in Ermenilere soykırım yaptığını neredeyse 100 yıldır usanmadan dile getirmiştir. Bu yazıyı kaleme almama sebep, Ara Sarafian'ın Mavi Kitap ve Türkiye'nin bu kitabı tanımaması hakkında verdiği demeçtir. Demecin bir yerinde Sarafian şöyle demektedir : "(...) Oysa demokratik toplumlarda tarihsel gerçekleri çarpıtanlara yer yoktur. Onların yol açtığı olumsuz etkilere karşı çıkmanın en iyi yolu konuyu kamuoyunun tartışmasına açmaktır. Mavi Kitap'ın sansürsüz baskısının Türkçe çevirisi bu amaçla, Ermeni sorununu daha demokratik ve daha açık bir Türkiye toplumunda yeniden ele alınabilmesini sağlamak için yayınlanmıştır"

Ara Sarafian'ın alıntıladığım sözlerine kesinlikle katılıyorum özellikle de "demokratik toplumlarda tarihsel gerçekleri çarpıtanlara yer yoktur" sözüne, o yüzden yine O'nun sözlerine atıfla diyorum ki hadi Türkiye'yi bir kenara bırakalım, o tartışmaya çok da açık demokratik bir ülke konumunda olmayabilir o yüzden şimdi onun yerine  daha açık bir Ermenistan, Amerika, İngiltere toplumunda konuyu ele alalım böylelikle benim de yıllardır süregelen merakım gitsin. 

Bu üç devletin toplumuna soruyorum:

1- Soykırım nedir, tam olarak neyi anlatır? Savaş esnasında isyan eden bir topluluğun yer değiştirtilmesi, bir soykırım mıdır yoksa savaş hukukunun gereği olarak zaman zaman uygulanması meşru mudur?

Ve bununla bağlantılı olarak arşiv belgelerinde yer alan aşağıdaki durumun ne olduğu tam olarak bana ifade edilsin istiyorum:

"Rus Ordusu D. Anadolu'ya ilerlediği vakit önce Zeytun ve Maraş Ermenileri daha sonra zararlı faaliyetler neticesinde Şebinkarahisar, Adapazarı, İzmit, Bahçecik, Bursa, Boğazlıyan ve Urfa Ermenileri sevk edilmiştir. Ancak İstanbul ile Kütahya Sancağı, Aydın Vilayeti Ermenileri, ve Antalya Ermenileri (komite mensubu olanlar dışında)nin tamamı sevke tabi tutulmamıştır. Yine Trakya bölgesi Ermenileri'nin çoğu sevke tabi tutulmazken, Balıkesir'dekiler ise yakınlarındaki çevre köylere yerleştirilmiştir. Ayrıca güçsüz kadınlar, askeri imalâthanede çalışanlar, Ermeni katolik Misyonerleri, Duyunu Umumi'de görevli Ermeni memurlar, Ermeni milletvekilleri ve aileleri, şimendifer memurları, asker, subay ve sıhhiye subaylarının aileleri ile ticaretle uğraşanlar göçe tabi tutulmamıştır (BOA DH.ŞFR. NR. 53/295, 53/303, 54/55, 54/221, 55/19, 55/20, 55/48, 55/42, 55/18)


2- Amerika'nın 1913-1916 yıllarında Osmanlı Büyükelçisi olan Morgenthau'nun Anıları, gerek "Mavi Kitab"ın hazırlanmasında gerek "Dr. Johannes Lepsius'un Ermenistan Katliamlarıyla İlgili Gizli Raporu"nun oluşturulmasında etkili olmuştur. 

Şimdi soru şu : Yine bir Amerikalı olan (ama bir akademisyen ve tarihçi olan) Heath Lowry'nin "Büyükelçi Morgenthau'nun Öyküsünün Perde Arkası" isimli kitabı sizler için tam olarak ne ifade etmektedir?

3-Soykırım iddialarından evvel, Ermenilerin Türklerden talep ettiği (Rus büyükelçi tarafından hazırlanan) Ermeni Islahat Projesine bir göz atalım önce:

*Erzurum, Trabzon, Sivas illeri Hollandalı Vestenenk tarafından idare olunacak
  Van, Bitlis, Harput ve Diyarbakır illeri ise Norveçli Nicolas Hoff tarafından idare olunacak
*Ermenilere askeri birlik verilecek, Ermeniler her türlü yetkiye sahip olacak
*Cemaat okullarına hükümet karışmayacak
*Hamidiye alayları, yedek süvari birliklerine dönüştürülecek, silahlar depoda tutulup, seferberlik zamanı kendilerine verilecek..

Olaya demokratik ve tartışmaya açık olmayan Türkiye'den bakınca özerklikle başlayan bir bağımsızlaşma süreci gibi görünüyor, ama benim asıl merak ettiğim daha demokratik ve tartışmaya açık olan Amerika, İngiltere ve Ermenistan gibi devletlerden bu şekilde bir ıslahat istendiğinde, verdikleri cevabın ne olduğu?   

4- Osmanlı arşiv belgeleri, şu tür belgelerle doludur, merak ederseniz aşağıdaki arşiv numarasından da bakabilirsiniz, lafı uzatmamak adına en kısa olabilecek türden bir belge aldım

"İki İslam kadını Ermenilerle beraber getirilmiş. Hamile olan bu iki kadın da ortaya getirilerek , Ermeniler tarafından bu çocuklar kız mıdır erkek mi diye 2 mecidiye üzerine iddiaya tutuşulmuştur. Kadınların karınları kamalarla feci şekilde yarılmış birisinin karnından bir kız çocuğu çıkmış ancak diğeri küçük olduğundan cinsiyeti anlaşılamamıştır ve bunun üzerine de epeyce münakaşa edilmiştir (BOA HR, SYS.HU, kr.110, dos.12-2,nr.75-91,103-106,11-113,163-166) 

Arşiv belgelerinde yer alan bu tür belgelere baktıkça, tehcir sanki soykırım amacı ile değil de bu tür katliamları önlemek amacıyla yapılmış gibi duruyor, ya da savunulan Morgenthau Anıları'nın, Perde Arkası okunduğunda yahut Ermeni Islahat Projesi incelendiğinde ve hatta sevk ve iskana tüm Ermenilerin tabi tutulmadığı görüldüğünde, gerçekten mağdur olan Ermeniler mi, yahut ortada bir "Soykırım Planı" var mı, diye merak ediyor insan.

Sanıyorum ki bunun cevabını en iyi Sayın Sarafian verecektir, çünkü O'nun da belirttiği gibi  "demokratik toplumlarda tarihsel gerçekleri çarpıtanlara yer yoktur. Onların yol açtığı olumsuz etkilere karşı çıkmanın en iyi yolu konuyu kamuoyunun tartışmasına açmaktır." Bu yüzden hadi şimdi bu soruları daha açık ve daha demokratik bir Ermeni toplumunda yeniden ele alalım!  



19 Aralık 2013 Perşembe

Haklısın Ey Ahmet Rıza, Biz Cahil, Biz Sefil, Üçkağıtçıyız Biz !!!

Ahmet Rıza'nın Anıları'nı okuyorum iki gündür, aslında hepi topu 100 sayfa olmakla birlikte, önemli anılar olduğu için bir türlü elimden bırakamıyorum.Görünen o ki epey zaman da bırakmayacağım. Başlık nereden çıktı diyeceksiniz ama oraya varmadan önce bilmeyenler için Ahmet Rıza'yı tanıtmakla başlayayım. Ahmet Rıza, Jön Türk hareketinin lideri, yani İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin kurucusu. Yaklaşık yirmi yılını Paris'te, Sultan Abdülhamit'in istibdatçı yönetimiyle mücadele ederek geçirmiş, gönüllü sürgün yıllarının neticesinde meşrutiyetin ilan edilmesini sağlamış, çok partili yaşam ve demokrasi için mücadele etmiş, mücadelesinin ilk ayağında Abdülhamit'e karşı giriştiği savaşımda destek aldığı Ermenilerin, silahlı, bombalı eylemlerine şiddetle karşı çıkıp, Abdülhamit'i ve Osmanlıyı Avrupa karşısında zor duruma sokacak her türlü hareketin karşısında durması ile kesinlikle takdire şayan bir insan olmuş, Tüm bu yönleri ile iyidir güzeldir ancak, mücadelenin ikinci ayağı, bende, aydın kesimin çoğunda gördüğümüz hastalığın ne yazık ki kendisinde de mevcut olduğu hissinin uyandırmıştır: 1- Hitap ettiği toplumu tanımamak 2- Başarısızlığını o toplumda aramak

İttihad ve Terakki'nin başarısızlığının sebeplerini anlatırken şöyle der Ahmet Rıza:
   
"Ben yirmi yıl yurt dışında yaşadığımdan ulusun ruh halini bilmiyordum, arkadaşlarım da bilmiyormuş. Biz ulusu saygıdeğer bir kadın gibi, nâzik sandık; kırılmasın üzülmesin dedik. iyileştirmeleri yavaş yavaş yapmaya karar verdik, gücendirmekten korktuk. Bunlarsa iyileştirmenin gecikmesine sebep oldu. İttihad ve Terakki kendisini sevdiremedi. Düşmanlar bu durumdan faydalanıp cemiyet aleyhine yürüdü. iyileştirmeler yapılsaydı yine yürüyecekti; çünkü onlar istibdat döneminde saraydan yararlanmaya alışmış gericilerdi...Meşrutiyet'in ilânı ile İttihad ulusa özgürlük vermişti, millet bu özgürlüğü ne yaptı; sokaklarda bağırıp çağırdı, basında kötüye kullandı (!!!)(...)Cemiyetin yanlışları yok değildir; ancak başarısızlığının başlıca nedeni, kapılarını açarak bir takım mayası bozuk ve müstebit heriflerin Cemiyete alınması oldu. İstanbul'da ahlâkı bozulmuş bir halk olduğunu anlamamak, Selanik'ten gelmiş üç beş yurtsever ama İstanbulca tanınmamış kimselerin ülkeye egemen olabileceği sanısına kapılmak, hükümet işlerine karışmak, subayları siyasetle meşgul kılmak, bilimsel yolu bırakanlara, vâizlere yeterinden çok özgürlük vermek, İtilaf ve Hürriyet Fırkası'nın, buna benzer başka partilerin sağlam olmadıklarını anlayamamak, İttihadı devirmek için toplanmış derme çatma partilerden oluşan çetelere karşı durmamak, halkın eğitimi, kültürü pek çeşitli...gazetelere gereğinden çok özgürlük tanımak..." ve sadece bu kadar da değil, daha halka yüklediği ama buraya sığdıramayacağım pek çok söz...

Yani şöyle demek ister aslında:

Ey halk sen kimsin? benim kadar, benim partimin seçkini kadar okudun yazdın mı sen, benim yaptıklarımı, yazdıklarımı anlayabilecek kapasitede oldun mu hiç?

Halk boynu bükük cevap verir : Haklısın ey Ahmet Rıza, ben okumadım yazmadım, bilmedim senin gibi, üstelik de üçkağıtçıyım, tek derdim geçim sıkıntısı, eve ekmek götüreyim, ocağım hep tütsün istedim, ömrümün yarısı savaşlarda geçmiş, birinci dünya savaşının sonuna kadar neredeyse her evden en az bir şehit vermiş halkım ben... haklısın cahilim, anlayamadım seni...beni böyle cahil bırakanlar adına da ben suçluyum, beni anlamaya çalışmayan sen ve senin gibiler adına da ben suçluyum... bu ülkede vergi ver dendiği zaman vergi verdiği, savaş dendiğinde gözünü kırpmadan savaşa gittiği, evde çocuğunu babasız, eşini kocasız bıraktığı için de ben suçluyum.

Ey halk, ey basın, sana özgürlük verdik, maşrutiyeti getirdik, ya sen ne yaptın? bağırdın çağırdın yerden yere vurdun beni... İttihad'ın kolunu kanadını kırdın. Bize minnetini böyle mi ödeyecektin?

Haklısın ey Ahmet Rıza, yirmi yılını bu uğurda harcadığın için... Özgür basın, özgür söylem deyip, istibdatın yıkımı için savaşıp da şimdi senin yaptığını biz yapıyoruz, şimdi kendinin de (beceriksiz hataları çok diye) eleştirdiğin partiyi, senin getirdiğin özgürlük sayesinde haddimize düşmediği halde biz eleştiriyoruz diye kızdığın için haklısın...Sen meşrutiyet uğruna Osmanlı'ya karşı Ermenilerle ve hatta tüm muhalif örgütlerle iş birliği yaparken, Hürriyet ve İtilaf Partisi vd seni eleştirdiği için  "sağlam pabuç değildi" sözleri ile eleştirirken de haklısın ey Ahmet Rıza, bilemedik biz... Özgürlüğün yalnızca sen ve senin partizanların için olduğunu, gelişmiş devletlerin meclislerindeki muhalefet partilerinin iktidarı asla eleştirmeyip, tabi efendim, siz doğrusunuz efendim, ne derseniz o efendim dediğini bilemedik. Affet ey Ahmet Rıza....  

Ey halk, ben vatan severdim, benim Selanik'ten gelen üç beş ittihatçım da yurtseverdi, ama ya sen, sen bunu anladın mı hayır, benim vatan severlerimi yedin bitirdin?

Ey Ahmet Rıza yine haklısın, sen ve diğerleri toprağını bunca sevip de, bizi sevmediğiniz için, yeri gelip sopa ile oy attırdığınız, yeri gelip gözünüzü kırpmadan bizleri idam sehpasına yolladığınız için, 33 yıllık Abdülhamit istibdatını geri ister hale getirdiğiniz, Abdülhamit'in zekası olan kilise sorununu çözüp Balkanları tepemize saldığınız için, Edirne'yi verdiğiniz, Balkanlardaki onca halkı İstanbul'a ser sefil döktüğünüz sonra ancak diğer seferde kendi aralarındaki kavga ile Edirne'yi geri almayı başarabildiğiniz için, Abdülhamit döneminde sayıp sövdüğünüz ne varsa hepsini beteri ile yapıp, öldüğünde cenazesi geçerken "bize ekmeği 2 pareye satan sultanımız nasıl bırakıp gittin bizi diye halkı camlarda ağlattığınız " için haklısınız ey Ahmet Rıza. Avrupa'nın halkını onca tanıyıp da beni tanımadığın için, Avrupa'nın kütüphanelerinde sohbetlerinde gezerken benim kahvehanemde gezip de halkı dinlemediğin için, ne istersin ey halk, demeden, al sana ey halk dediğin için... haklısın Ahmet Rıza, sen büyüktün, sen aydındın, sen mücadeleciydin, sen Avrupalıydın, sen yurt severdin, bense yıkıcı, oyunbozan, hilebâzdım. Ama biliyor musun ben de buradaydım,  ben de sevdim bu vatanı hem de en az senin kadar, yokluğun, sefaletin içinde var olmaya çalıştım ben, senin gibi imkanlarım olmadı hiç, para kazanacak bir kalemim, ülkede devrim yaptıracak bir eğitimim, görmüş geçirmiş Viyanalı bir annem olmadı hiç, Kimseye Avrupa'da usul böyledir de diyemedim ben, bilemedim çünkü...Ama haklısın ey Ahmet Rıza ne dersen haklısın sen...Biz cahil, biz sefil, üçkağıtçıyız biz...  

11 Aralık 2013 Çarşamba

Hepiniz Hala Ermeni misiniz?

     
Ermenilerden Özür Dileyip "Hepimiz Ermeniyiz" diyen seçkinler grubu için Osmanlı Hariciye Nezareti'nin 16 Eylül 1916 tarihli genelgesinden ufak bir parça sunmak istiyorum

    "Şamaram mahallesinde 200 kadın ve çocuk, sığındıkları evde yakılmışlardır. Mirkos köyü beyaz bayrak çektiği halde tecavüze uğramış, köyün kadınları ve kızları bilinmeyen bir yöne götürülmüşler. Bazı köylerde ise öldürülen çocukların etleri annelerine yedirilmek istenmiştir...Aksani ve Hınıs köylerinde 500 kişiye yakın insan, Şeyhane köyünde ise 200'e yakın çocuk ve kadın, camiye doldurulup diri diri yakılmışlardır...Saray civarındaki halk kılıçtan geçirilmiş, sulara atılarak boğulmuş, Van Gölü üzerinde 10binin üzerinde ceset sayılmıştır...Yine Gevaş, Vastanso ve Mukas'ta 5bin kişi katledilmiştir...Van'ın içinde camiler, evler, kışlalar, hatta içindeki yaralı ve hastaları ile birlikte hastaneler yakılmıştır. Yakalanan subaylar işkence çektirilerek öldürülmüştür. Bu sırada şehirdeki durumu bilmeyen çevre köylerden Van'a gelmek isteyen göçmenlerden 1200 kişi, Vastan ve Ekil yolu üzerinde acımadan vahşiyane bir şekilde öldürülmüştür"

    Başbakanlık Osmanlı Arşivinden Başka Bir Belge ile Devam Etmek Gerekirse :
   "Ermeniler ve Ruslar girdikleri köylerde vahşiyane zulümler yapmak zorunda kalmışlardır. Kadınları ve çocukları diri diri yakmışlar, ihtiyar ve genç erkeklerin gözlerini oyarak genç kızlara tecavüz etmişler. Örneğin Aşnak nahiyesinde kadın ve kızlardan onbeş tanesini ayırarak bir odaya hapsetmişler ve akşamları eğlenirken bu kadınları çırılçıplak soyarak 'haydi namaz kılınız bakalım, nasıl kılıyorsunuz' diyerek alay etmişler ve nihayet tecavüz ederek çeşitli işkencelerle öldürmüşlerdir." 

     Anlatılan şu olay vahşetin büyüklüğünü göz önüne serer:
   "İki islam kadını Ermenilerle beraber getirilmiş. Hamile olan bu iki kadın da ortaya getirilerek, Ermeniler tarafından bu çocuklar kız mıdır erkek mi diye 2 mecidiye üzerine iddiaya tutuşulmuştur. Kadınların karınları kamalarla feci şekilde yarılmış birisinin karnından bir kız çocuğu çıkmış ancak diğeri küçük olduğundan cinsiyeti anlaşılamamıştır ve bunun üzerine de epeyce münakaşa edilmiştir..."  

    Bu liste uzayıp gidiyor, yazdım çünkü şu anlaşılsın diye Ermeni Tehcir'i ne soykırım ne intikam amacı ile yapılmıştır, Ermeni Tehcir'i yalnızca bu vahşetin, kıyamın önüne geçilmek için yapılmıştır. Halen hepiniz Ermeni misiniz?

17 Kasım 2013 Pazar

Acının Rengi Saf Hüzün

Acının ne rengi vardır, ne ırkı, ne de milleti, acı yalnızca acıdır saf ve hazin...İşte hepsi bu

Refik Halid Karay'a takıldım bu aralar, gözümü açıyorum o, gözümü kapatmadan evvel yine o, her eseri ayrı bir tat, ayrı bir hüzün ...nasıl da güzel anlatmış memleketim insanını, nasıl da güzel anlatmış gurbet öykülerini...Öyle çok hikaye var ki aktarmak, paylaşmak istediğim, hangisini aktarsam bilemedim, hangisinden daha çok etkilendim bilemedim. Hani yıllardır onca kitap, yazılmış, incelenmiş onca eser okuyoruz ya, hepsi boş hepsi hikaye...Adam öyle güzel öyküler almış ki kaleme, bütün bir dönemi, acıları, yokluğu, yoksunluğu...bir anda her şeyi öğreniyorsun, sana o soğuk araştırma kitaplarının veremediği ne varsa kazıyor beynine. içlerinde bir hikaye vardı "Gözyaşı" diye, belki"Eskici" kadar ağlatmadı beni ama, bir kez daha şunu düşündürttü, "Gözyaşı" sadece Rumeli'nin bağrından kopan Erçifeli Ayşe'nin mi öyküsüdür? Bu yalnızca onun mu başına gelenlerdir? Bu ayrıca sürgünde evinden, toprağından koparılan Ermeni Maral'ın hikayesi değil midir, kamplara taşınan Yahudi Samra ya da Rus topraklarında iki ateş arasında kalan Odana ve daha onlar gibi milyonlarcasının  öyküsü ???

Acının ne rengi vardır, ne ırkı, ne milleti, acı yalnızca acıdır saf ve hazin



Gözyaşı :
"Bey, yeni gelen hizmetçisinin donuk, cansız gözlerine bakarak sorar
-Dilin Anadolu'ya benzemiyor. Rumeli'li misin sen? 
-Erfiçe köylerindendim. Alnımın yazısıymış buralara düştüm. 

Anlıyor ki bu kadın, akşam rakısı zamanında ağzının tadını bozacak, bir başkasını bulunca savarım, diyor, ama Erfiçeli anlatınca, bey yapamıyor savamıyor onu.


Balkan Savaşı kopunca, hududa çok yakın olan köyde bir akşam haber gelir "Düşman Geliyor!" Dul Ayşe de hazırdır, bir atın üstündedir. terkisinde beş yaşındaki oğlu, belinden sımsıkı sarılmış, önünde üç yaşındaki kızı bir kuşakla dizlerinden eğere bağlı, kucağında bir yaşına basmayan yavrusu uykuda...Tepelerden, ara vermeyen, soluk aldırmayan bir yağmur iniyor; kış başlangıcı yağmuru...Biliyorlar ki bu böylece sürerse ovayı su basacak, çaylar kabaracak, nehirler taşıp köprüler çökecek, yol iz kalmayacak.

Islak gece içiçnde, sırılsıklam bir kafile, kimi yaya kimi atla koşuyor, kaçıyordu. 

Öndeki ümit ordumuza yetişmek, arkadaki korku düşman ordularına çiğnenmek!

Ayşe, beline dolanan ufak kolların ara sıra gevşediği hissediyor
-Uyuma Ali, diyor, uyuma!

Önündeki baş yavaş yavaş dikliğini kaybediyor, dizine doğru eğiliyor
-Uyuma Eminem, diyor, uyuma!

Sonra kucağında kıpırdamalar başlayıp hafif ağlamalar işitince:
-Uyu ciğerim, diyor, uyu Osmanım!


At ikide bir sürçüyor, kapanıyor, soluyor, kendisini toparlıyor sonra yine gömülüyor, silkeleniyor ilerlemeye çabalıyor...Ayşe yavrularına sarılarak ölmeyi, atından ayrılıp üç canlı yavru ile yaya kalmayı düşünüyor, korkuyor, başında deli yağmur, peşinde düşman, kucağında üç yavru...Korktuğu oluyor, at çöküyor yere, devriliyor yana, Ayşe üç çocuğu ile iniyor attan, bağırmak istiyor, yardım istiyor ama sesini kime nasıl duyuracağını bilmiyor. üç çocuğu ile koşmaya başlıyor, biri elinde biri boynunda diğeri kucağında...Olabildiğince hızlı gitmeye çalışıyor ama olmuyor. Yer vıcık vıcık, yükü ağır. Biliyor ki ölecek, en azından ikisini kurtarsam yavrularımın diyor, ikisi yaşasa, ama hangi birini bırakacak, hangisinin ölümüne hüküm verecek. Ne elinden tutan Ali'yi, ne beline dolanık Elif'i bırakmak istiyor. Kucağında yatan küçücük bohçaya bakıyor, bir umut belki sususzluktani havasızlıktan, ezilmişlikten ölmüştür diyor, dayıyor kulağını, hiç bir ses işitmemek ümidi ile, yavrusunun kısık kısık, ılık ılık ağladığını duyuyor "eyvah" diyor. Bu sırada ilerleyen kafile onun gibi koşturan, çamura bata çıkanlarla doludur ama o hala yükünü atmaya razı değildir. Olanca gücüyle koşmakta, yavrularını yanında sürüklemektedir. Soluk soluğadır, dizlerinde, ayaklarını çamurdan öekebilecek güç yoktur, kollarında, boynunda öyle bir kesiklik öyle bir uyuşma ve duyamayış vardır ki, nice zaman sonra anlıyor sol kolunun açılıp yükünü Osmanını kendiliğinden bıraktığını...Şimdi göğsünün üstünde başka bir yük, daha ağır fakat daha sıcak, canlı soluyan, sarılan birini duyuyor: Ali gemi azıya almış, bir atın arkasından sürüklenen ceset gibi yüzükoyun, elinden anasına bağlı sürükleniyordu. işte o şimdi bağrının üstündeydi...Koyun koyuna özlem gideriyorlar. Böyle bir kaç saat ya da dakika gene koşuyorlar Ayşe yine bitkin, yine takatsiz, sonra birden şaşılacak bir hafiflik, canlılık duyuyor ve atılıyor ileri. 

Neden sonra anlıyor ki boynundan sarılan zayıf, ufak kollar artık yoktur: Emine de dökülmüştür.
-Çık sırtıma Ali diyor, iyice sarıl, sakın gevşeme! 
Ve böyle kanının son ateşini yakarak, kayıp düşerek, kalkarak Ali'sini kurtarmış olmanın sevinciyle koşuyor. Kafileye yetişiyor, kafileyi geride bırakıyor ve tan ağarırken ay yıldızlı bir ıslak bayrak çekili küçük bir kasabaya varıyor. Yükünü bir cephane sandığının üstüne indiriyor:
-Kurtulduk Ali, diyor, kalk artık...Ama Ali kalkmıyor.
Ayşe anlamıyor, yavrusunun neden cevap vermediğini anlamak istemiyor, saatlerden beri bir ceset taşıdığını anlamak istemiyor...   

14 Ekim 2013 Pazartesi

Roni Margulies'in Düşündürdükleri

Ne Mutlu Türküm Diyene !

Osmanlı Devleti ve Türkiye'deki "Azınlıklar" konusunu inceliyorum bu sıralar, ne olmuş, devlet azınlıklara nasıl davranmış diye. Tabi azınlıklara da kulak veriyorum, neler söylüyorlar. Onların yazdıklarını okurken bir kez daha fark ettim ki "azınlık sorunu" ulusal bir mesele değil, uluslar arası bir mesele, çünkü birazdan aktaracağım yazının benzer versiyonlarını başka ülkenin azınlıklarından da dinleyebilirsiniz. Bir de olayın farklı boyutları var ki onları da okurken göreceksiniz zaten. Hele de "Ne Mutlu Türküm Diyene" tartışmalarının olduğu şu günlerde, Roni Margulies'in sözleri size de ilginç gelebilir. Bakın ne diyor, "Azınlık Sorunlarının" dile getirildiği bir sempozyumda:

"...Hiç bir Yahudi kendini Türk zannetmez. Zannetmesi mümkün değildir zaten. Zannedemez, çünkü bir Yahudi Türkiye'de yabancı olduğunu her an, her yerde sürekli hatırlar, bu ona hatırlatılır. Üstelik hem sokaktaki insanın gözünde yabancıdır, hem de devletin gözünde. Ve bu ona hep hatırlatılır...Hatırlatılır  derken Trakya olaylarını, Varlık Vergisini, 6-7 Eylül'ü ve buna benzer olaylardan bahsetmiyorum. Günlük hayatta sürekli hatırlatılandan bahsediyorum...Bir Yahudi Sirkeci Gar'ından geçerken açık televizyondan Yahudilerle ilgili olarak pek çok şey dinlemek duymak zorundadır. 'Yahudiler dünyayı ele geçiriyor, Yahudiler yalnız paradan anlıyor, Yahudiler şöyle böyle' diye, bu işin bilinçli yanı bir de bilinçsiz yanı var. Bir zamanlar futbol başkanlarından birinin oyuncu Kevin Campbell'a "yamyam" deyip, adamın başkana dava açması gibi. Başkan tüm içtenliği ile ırkıçı olmadığını anlatmaya çalıştı. Netice itibari ile hem bilinçli hem de bilinçli olmayan ırkçılık nedeniyle, Türkiye'de bir Yahudi'nin, Ermeni'nin, Rum'un kendisini Türk zannetmesi mümkün değildir..."Roni Margulies.

Yıl 2011 Yunanistan'a oldukça turistik bir adaya gidiyorum, insanlar tembihliyor "sakın Türk olduğunu söyleme". Havaalanından taksiye biniyoruz, şoför soruyor, nerelisiniz. Ürkmeden cevap veriyorum "Türküz, Türkiye'den geliyoruz". Uzun bir sessizlik...Tatilin 3. günü yanardağa çıkacağız o yüzden bir rehberimiz var adı İlyas. Merak ediyorum isminden dolayı soruyorum "İlyas nerelisin, diye" cevap veriyor "Yunanım, ya siz?" "biz Türkiye'den geldik Türküz, ismin bizde de kullanılır o yüzden merak ettim diyorum" sıcak yaz günü havayı donduracak sertlikte bir cevap veriyor "benim adım Peygamber ismi o yüzden tüm dünyada yaygındır, doğma büyüme Yunanım ben", minik bir tebessümle "doğrusun" diyorum. Düşman gözlerle de bakmıyorum, korktuğumdan falan değil, çünkü sevgili Zeki Kuneralp'in de dediği gibi biliyorum ki "biz politika gereği devlet olarak düşman ama birey olarak dost iki milletiz" bekliyorum sabırla, biliyorum ki o da vazgeçecek tavrından, çünkü düşmanlık tek taraflı olmaz ve ben düşman değilim. O da değil aslında, sadece öğretilmiş, koşullandırılmış doğruları var. Ve günün sonunda ilk baştaki tavrından oldukça mahçup, iki Türkle dost olabilmenin münkünlüğünü görmüş şekilde durmadan ilgelendi bizle o kadar ki tur sonunda bizimle otele kadar geldi. 

Yıl 2011 bu sefer yer Viyana, aklımın ucundan dahi geçmeyen iki şeyle karşılaşıyorum tonla Türk ve müthiş bir Tük düşmanlığı. Oldukça kibar ve yardımsever Almanlar Türk olduğumuzu öğrendikleri an buz kesiyorlar. Buz kesmekle kalmayıp iletişimi de kesiyorlar. Bir yandan siz kesinlikle Türk olamazsınız diyenler de var elbet ama iletişime devam etmeyi pek arzu eder gibi değiller. Viyana'da sevilen tek Türk "Atıl Kutoğlu" biz turist olarak bu muameleyi görüyorsak, orada yaşayan Türklerin gördüğü muameleyi varsın siz düşünün. orada eğitim gören Türk öğrencilerin bu muamelelerden dolayı eğitimi yarım bırakıp döndüklerini bir çok yerden duymuş ama anlayamamıştım, gittikten sonra anladım. ha bunun altında yatan sebepler ne, oradaki Türklerin suçu yok mu hiç,,o apayrı bir konu ama konumuzun dışına çıkmak istemiyorum 

Ertesi yıl Fransa, gelen ilk soru. "Ermeni Soykırımı yaptınız mı" cevap:"Yapmadık" "Ama Fransa'da bunu söylemenin yasak olduğunu biliyorsunuz değil mi, hapse attırabilirim sizi"..."Ne güzel olur, ben de böylece uluslararası basında, Avrupalı devlet olan Fransa'nın düşünce özgürlüğünü nasıl kafese aldığını, üstelik tarafınızdan Cezayir'de yapılanlar barizken, küçük hesaplar uğruna böyle bir kararla alnınıza nasıl bir kara leke çaldığınızı dünyaya gösterme fırsatı bulurum"   

Aynı yıl Macaristan,İspanya, İtalya sanıyorum ki bir Türk olarak rahat ettiğimiz nadir ülkeler. Ama hemen İtalya için belirtmek istiyorum ki eğer ABD vatandaşı ya da İsrail vatandaşı iseniz onlar kadar ayrıcalıklı ve rahat değiliz. İtalya'da onlar için havalimanlarında bile özel kapılar var, beklemesinler , rahat etsinler diye. Ha benim şikayetim yok gerçekten çünkü Türkleri seviyorlar. Ama İtalya bana hep Çağla Kubat ile Pascal Nouma arasında geçen şu konuşmayı anımsatır.

Çağla Kubat ...çok şanslısın Verona'yı çok severim, harika bir şehir
Pascal Nouma ...eğer bir zenci olsaydın orayı asla sevmezdin, çünkü bir Zenci isen, Verona halkı tarafından çok kötü muamele görürsün.

bu da bir Zenci'ye yapılan muameleyi göstermek açısındandı

Bir bilim insanın olarak İngiltere ya da Amerika'ya gitmeyi asla tercih etmiyoruz. Neden mi Türk ve Müslüman olduğumuz için. Adamlar yeşil pasaporta rağmen vize istiyor, ve bu kadarla kalsa hiç önemli değil, milyon tane belgeyi doldurman gerekiyor hadi sabredip onu da doldurdun diyelim, geçmen gereken milyon tane sorgulama var bu iş o kadar uzuyor ki, bazen vize alman ayları bulabiliyor ve senin milyonlarca para yatırdığın sempozyumun geçmiş oluyor böylece otel parası da uçak bileti de yanıp gidiyor. Cepte en az 7-8 lira delik, üstelik gitmen gereken yere gidememişsin de..üstelik kimi zaman vermiyorlar da prof. olsan da fark etmiyor, hele isminde çok yaygın olan Ahmet, Mehmet gibi adlar varsa...

Sırp topraklarına kara yolu ile girerken Müslüman ya da Türk olduğunuzu bir söyleyin mesela, görün bakalım başınıza neler geliyor...ki benim tavsiyem havayolunu tercih edin kara yolunu asla...

Yani diyeceğim o ki, kendi ülkenizdeki çoğunluk değilseniz, gittiğiniz ülkelerde çeşitli uygulamalara maruz kalabiliyorsunuz. Ki ben hep bir turist gözüyle konuştum, turiste sadece para gözüyle bakılmasına rağmen bunları yaşıyorsak, orada yaşayan Türk halkına yapılan muameleyi hayal bile edemiyorum. Roni Margulies'e yanlışsın demiyorum, ama aynı şeylere biz de farklı ülkelerde maruz kalıyoruz diyorum. "Biz" ve "o" ayrımı yaptım çünkü o, konuşmasında kendini "bir Türk olarak görmediğini söylediği için" ayırdığı için. Ya da cidden bu ülke bilinçli ya da bilinçsiz ona bu muameleyi yaptığı için. Ha bir de diyor ki konuşmasında "Türkiye'de Yahudi olmak Rum ya da Ermeni olmaktan çok daha iyidir"  Bu durumda insan ister istemez 80-90 yıl öncesini anımsıyor, devletin üst düzey memuru iken ayaklanıp bağımsız olan Rumları, yıllarca Amerika, Avrupa, Fransa, İngiltere gibi büyük devletlerin "beratı" altında yaşayıp devlete tek kuruş vergi ödemeyen ama Osmanlı'nın ve Türkiye'nin en zengin tüccarları olan Rum, Ermeni, Yahudi vatandaşlarını...Üstelik Kurtuluş Savaşı da, 100 yüzyıl öncesi de çok uzak bir tarih değil, yine Ermeni suikastlerini ve hatta hala devam eden "siz Ermeni soykırımı yaptınız bu yüzden tazminat isteriz" taleplerini...İşte insan bunları düşününce, hem bu suçlamalara, taleplere maruz kalıp hem aynı milletlere karşı hoşgörülü olunamamakla suçlanmak...Bence kimse kimseyi suçlamadan önce hepimiz oturup eteğimizde ki taşlara bir bakalım, anlamaya çalışalım derim... Ama en çok da kendimizi eleştirelim...Örneğin ben de, bu topraklardaki çoğu insan gibi Türk değilim, ama gururla gocunmadan "Ne Mutlu Türküm Diyene" diyebiliyorum, kendimi bir Türk olarak, bu ülkenin bir vatandaşı olarak görebiliyorum ve evet düşününce fark ediyorum ki, devlet beni hiç ayrıştırmamaış bana hiç azınlık muamelesi yapmamış, belki bu yüzden hiç düşünmeden, gururla bunu söyleyebiliyorum, ama yine düşününce görüyorum ki benim milletim de bu devlete hiç bir zaman (bazıları gibi) ihanet etmemiş!     

28 Temmuz 2013 Pazar

Lozan Barış Antlaşması'nın Yıldönümü Münasebetiyle - 1950 Yılından Lozan'a Bir Bakış

Uzun süredir İngilizce ile uğraşmış olup, tarihe susamışlığın verdiği hasretle kendimi eski gazetelere atmıştım ki, Lozan Barış Anlaşmasının Yıldönümü münasebetiyle "Zafer Gazetesi"nin 25 Temmuz 1950 tarihli baskısında yayınlanmış bir yazı gördüm. Hem konu şu sıralar oldukça popüler olması münasebetiyle hem de bir tarihçi olarak ilgimi çektiği için derhal okudum. Muhip Dıranas tarafından kaleme alınmış olan bu yazıyı sizin de görmenizi istedim, çünkü yıl 1950, başbakan Adnan Menderes, gazete de hükümet yanlısı bir gazetedir.Tüm bunları bildikten sonra, yazarın Lozan hakkındaki duruşu bana kesinlikle okunmaya değer geldi. Çünkü belki de konu hakkındaki en güzel noktaya o değinmiş. Hele ki Lozan'ın bir hezimet mi başarı mı olduğunu muhalif bir gazete yazarı olmasına rağmen ele alış şekli, belki bugünün pek çok gazeteci ve siyaset adamına da ders verir niteliktedir. Çünkü insanlar siyasi manevra yapmak uğruna tarihi öyle bir çarpıtır hale getirdi ki, bir tarihçi olarak "tarihin bu denli popüler olmasını" iyi bulacakken, ne yazık ki aksine bunu hem bilgi kirliliği hem de akademiye saldırı olarak görmekten kendimi alamıyorum. İnsanların 3-5 ya da (abartarak söylüyorum 100 kitap olsun) kitap okuyup kendini tarihçi sanmalarıyla ilgili ayrıca uzun bir yazı kaleme alacağım, konuyu o noktaya getirmeden Muhip Dıranas'ın 25.07.1950 tarihli yazısına bakalım:   


"Dün Lozan Sulh Muahedesi'nin imzalanışının yıl dönümüydü. Lozan Sulh Muahedesi bizim büyük siyasi muvaffakiyetlerimizden biridir. Fakat her şeyden önce bu muvaffakiyetin âmilini, Kurtuluş Savaşı'nın zaferle sonuçlanmasında aramak gerekir. Biz Lozan'da müzakere masasına oturduğumuz zaman Birinci Dünya Harbinin mağlup milletleri arasında düşmanı bilek gücü ile topraklarından atmış tek millet idik. Dünya bize hayrandı. Muhabbet ve saygı duyuyordu. Ve o masada biz "dikte etme" durumdaydık. Gerçekten de o zamanın şartlarına göre siyasi ve askeri bazı mülahazalar dolayısıyla üzerinde daha fazla ısrar edilmesi uygun görülmemiş bir iki nokta haricinde, muahedeyi dikte etmişizdir. Tekrar edelim ki "Lozan" askeri başarı ve zaferimizin politik alandaki devamından veya neticesinden başka bir şey değildir. Fakat tek parti devrinin her iyi ve başarılı hareketi ille şahıslara mâl etme âdeti veya zihniyeti, Lozan Muahedesi'nde de kendini göstermiş ve yalnızca Türk milletinin bir siyasi başarısı sayılması gereken Lozan, bir kahramana rütbe ya da madalya verilir gibi bol keseden şahsa mâl edilip çıkmıştır.Bu işte yani Lozan Muahedesi'nin büyük bir siyasi ve milli muvafakiyet olarak imzalanmasında Sayın İsmet İnönü'nün şahsi hizmet ve gayretlerini inkar etmek katiyen hatırımızdan geçmez. Elbette bu muvaffakiyette O'nun şahsen de bir hissesi vardır. Nitekim İnönü Meydan Muharebelerinde de Garp Cephesi kumandanı olarak O'na en büyük şeref payı ayrılmış ve hatta "İnönü" soyadı ile bu şeref bütün ailesi namına tescil etmiştir. Lozan Muahedesinin uzun müzakereleri sırasında cereyan eden olaylar bütün çıplaklığıyla yarın tarihe mâl edildiğinde görülecektir ki, Lozan'daki başarı yalnızca şu ya da bu şahsın siyasi başarı ve zekası değil, olsa olsa, o günlerin mihrakını Atatürk'te bulan, çok güçlü siyasi insiyatifinin mahsulüdür. Bizzat ismet İnönü dahi o zamanlar sık sık Atatürk'e çektiği telgraflarda bunu dile getirir. "her dar zamanımda hızır gibi yetişirsin!" Tek parti tek şef devrinde, bu gibi milli muvaffakiyetleri şahıslara mâl etmeyi, zaman ve idare tarzı icabı, tabii bulanlar belki vardır. Ben de tabii bulanlardan değilsem bile, mümkünlüğünü tabii görenlerdenim. Fakat yeni bir devre girdiğimiz, yeni bir zihne adapte olmaya çalıştığımız, daha doğrusu tek parti tek şef sisteminden çıkıp çok partili bir demokrasi rejimine geçtiğimiz, milli hakimiyeti fiilen sağladığımız bir zamanda, artık bu sakim yolu terk etmeli, milli eserleri ve milli muvaffakiyetleri gerçek sahibi olan millete iade etmeliyiz. Aksi halde milletin ve gerçeğin rağmına putlaştırmaya çalıştığımız şahsı da yıpratmış oluruz. Çünkü ne devir o devirdir ne de Lozan tek bir şahsın eseri!"  





25 Nisan 2013 Perşembe

Cezayir Beyinin Sinekliği

Yoğunluktan dolayı yeni bir yazı kaleme almak gibi bir niyetim yoktu bu aralar, sömürge meselesi ile ilgili bir makale hazırlamam gerektiğinden oldukça yoğunum. Ancak az önce konu için kitap okurken öyle bir sayfa okudum ki tüylerim diken diken oldu. Bunu kendime saklasam ayıp olur diye düşündüm. Kitabın yazarı İtalyan tarihçi Raimondo Luraghi kendisi İtalyan'ın en önemli tarihçilerinden biri. Luraghi'nin "Sömürgecilik Tarihi" isimli eserini okuyordum. Afrika'nın Sömürge Haline Sokulması kısmında Müslümanlara da atıfta bulunmuş oraya geçmeden evvel kısa bir girişte bulunacağım. 

1830 yılında Fransa yönetimsel anlamda sıkıntı yaşamaktadır. Ülkede yeni bir krallık dönemi yaşanmaktadır, baskı mevcuttur. Buna rağmen libarel eğilimli muhalifler mecliste çoğunluğu sağlamıştır. Kral X. Charles ve bakanı Polignac, ülkeyi kesin olarak susturacak, eli kolu bağlı bir mutlakiyet yönetimine teslim edecek bir hükümet darbesi yapmayı planlamaktadır. Ancak tüm bunlar olurken halkın dikkatini farklı bir yere çekmek gerektiğini düşünür. Fransa dışına bir yere. 

Bu arada Osmanlı padişahının ismen naibi olan Cezayir Beyi, Fransa'ya daima dostça davranmış hatta ona borç para da vermiştir. Ancak Fransa o sıralar bu parayı henüz geri ödememiştir. Cezayir Beyi 29 Nisan 1830'da krali temsilen Fransız konsolosunu yanına çağırıp, konsolosa sert bir nutuk çeker ayrıca bu esnada elinde bulunan at kılından yapılma sinekliği ile konsolosu okşayıverir. Böylelikle Kralın aradığı savaş bahanesi çıkmış olur. Çünkü sineklik Fransa'nın şerefini lekelemiştir. Hükümet kralın yapacağı şeye anlayınca kralı protesto eder ama kral tüm bu protestolara rağmen 14 Haziran'da Cezayir'e çıkar, 5 Temmuz'da Cezayir Bey'ini tutsak ederler ve Fransa'nın Cezayir macerası başlar. Luraghi'nin Müslümanlar hakkındaki söylemine geçmeden önce belirtmek isterim ki, durum kralın umduğu gibi gelişmez Fransız halkı içeriye odaklanmıştır ve sonuç itibari ile kral kaçar ve geniş anayasal haklar verecek olan Louis - Philiie d'Orleans gelir tahta. Şimdi gelelim Luraghi'nin sözlerine :

Maraşel Bourmont Cezayir'in 15 günde dize getireleceğini söylemişti

Cezayirli "barbarların" uygarlığı Paris'te küçük görülüyor, buna değer verilmiyordu. Numidya'nın büyüklüğünü yaşamış bu ülkeye, İslamiyet, yüzyıllardır yeni bir soluk getirmişti. Kuran'ın verdiği kültür, insanın anlatılmaz, adem biçiminde tasvir edilemeyen ama her yerde hazır olan bir Tanrısallık kavramına yükseldiği mutlak bir tek Tanrı'ya inanış biçiminde özetlenebilir. Müslümanlar yalın tapınaklarında "ışıkla aydınlanmış çöllerin haşin çıplaklığından hoşlanan ve kendisine Gökyüzünden başka şeyin benzetilmesini kabul etmeyen yalnız bir Allah'ın, açık seçik, yalın ezici ve büyük"düşüncesinin yüce huzurunda kafalarını birleştirmeyi öğrenmişlerdi. 

Bir Müslüman kaderini bütünüyle bu mükemmel Allah'ın iradesine terk etmeyi, kendini O'na bırakmayı ve O'nun nüfuz edilemeyen amaçlarında huzur bulmayı öğrenmişti. "Rahim ve Gafur Allah adına! Seni hayranlıkla anıyoruz, Seni yardıma çağırıyoruz: Bize doğru yolu göster, Merhametine mazhar olan insanların yolunu!" Üzülmeye, öfkelenmeye ya da titremeye gerek var mı? Bir Müslüman her şeyin Allah'ın iradesine bağlı olduğunu bilir ve iki paralık gücüyle tarihin yönünü değiştirebileceğine inanan kâfire gülüp geçer. Allah onu utandıracaktır: Ve bunu da uygun bulduğu an yapacaktır. Ama yapacaktır.

HAYIR, FRANSA MÜSLÜMAN DÜNYANIN BÜYÜK MANEVİ GÜCÜNÜ DEĞERLENDİREBİLMİŞ OLSAYDI ONA BU KADAR KOLAY MEYDAN OKUYAMAZDI ! 
  

15 Nisan 2013 Pazartesi

Türkiye'nin Sessiz Devrimi ve Lübnan Örneği

Uzun bir aradan sonra herkese merhaba, ne zamandır yazmak isteyip de yazamadığım bir çok şey birikti içimde. Bunda doktora derslerinin de etkisi var kuşkusuz. Öncelikle her zaman yaptığım gibi yine belirtmek isterim ki bu blog siyaset blogu değildir. Ancak okuduğum tarihi vesikaları, makaleleri, kitapları da bugünden bağımsızmış gibi düşünmek safdillik olur. Sonuç itibari ile evet tarih tekerrürdür. 
Lübnan'da yaşayan bir arkadaşım sayesinde Lübnan'a oldukça ilgi duymaya başladık son zamanlarda. Eh tabi bugün ki konumunu anlayabilmek için de açıp 3-4 bilimsel makale okudum. Ne olmuştu da orada İç Savaş çıkmış, yıllar önce yarı yarıya olan Müslüman ve Hıristiyan topluluk arasındaki denge nasıl bozulmuştu? Tüm bu süreci okurken FKÖ (Filistin Kurtuluş Örgütü)'nün Lübnan'daki teşkilatlanması bana garip biçimde ülkemizdeki mültecileri ve yaşananları anımsattı. Bunun yanı sıra Utah Üniversite'sinde Amerika adına çalışan Doç Dr. Hakan Yavuz'un söylediği "Türkiye şu an sessiz bir İslami devrim yaşıyor" söylemi de aklıma gelince iste istemez Lübnan süreci gözümün önünden geçti. 


Özetle Lübnan'a değinecek olursam, İç Savaş'tan önce Lübnan'daki Müslüman nüfusu ile Hıristiyan nüfusu yaklaşık olarak yarı yarıyadır. Şu anda Müslüman nüfus baskın olmakla birlikte 1932 yılından beri sayım yapılmadığı için nüfus tam olarak bilinmemektedir. İç Savaş öncesinde kurumlar Müslümanlar ile Hırsitiyanlar arasında paylaşılmış durumdadır. Ve halk bir biçimde yaşayıp gitmektedir. Ancak hemen yanı başlarında yaşanan İsrail-Filistin çatışmaları, ve büyük oranda Filistin yenilgilerinden dolayı bölgeye dalga dalga Filistinli Müslüman göçü yaşanmıştır. Öyleki 1970 yılına gelindiğinde Müslüman nüfus Hıristiyan nüfusu geçmiştir. Fakat Müslüman nüfusun giderek artması ülkedeki iç dengeleri bozmaya başlamış. Yobaz Müslüman kesimin, Hıristiyanlara baskı yapmasına sebep olmuştur. Bu durum karşısında Hıristiyanlar Falanjist Güçler ve Hür Milliyetçiler adında birlikler kurmuşlardır. Çünkü bölgeye gelen mülteci Filistinliler, Lübnan'da pek çok eğitim kampı kurarak bugün hepimizin bildiği FKÖ'yü kurmuş başına da Yaser Arafat'ı geçirmişti. Lübnanlı Müslümanlara ait olan Lübnan Ulusal Harekatı da FKÖ çatısı altına girince, FKÖ giderek en güçlü İslam birliği haline gelmiştir. Lübnan'da 1970li yıllarda Cumhurbaşkanı ve Genelkurmay başkanı Hıristiyan'dır. Ancak FKÖ'den güç almaya başlayan kesim Hıristiyan cumhurbaşkanı ve genelkurmay başkanı istemediğini söyleyince iki kesim arasında gerginlik tırmanmaya başlar. Bu arada FKÖ'nün Lübnan kamplarında eğitimler yapıp, savaşıp geri gelmeleri ise, ülkedeki Hıristiyan halkı rahatsız etmekteydi. 1973 yılına gelindiğinde İsrail Ordusu hiç bir direniş görmeden Beyrut'a kadar girip 3 FKÖ liderini öldürünce, Lübnan'da taraflar araındaki ipler kopar. Halk "nasıl oluyor da İsrail elini kolunun sallayarak şehre giriyor" diye ayaklanıp durumu protesto edince başbakan istifa eder. Lübnan Ordusu, Beyrut'un güneyindeki FKÖ kamplarını kuşatır, 2 hafta boyunca şiddetli çatışmalar yaşanır. Arap Devletlerin araya girmesiyle bu çatışmalar devam eder. Ancak İç Savaş'ın yaşanması engellenemez ve sonuç itibariyle Lübnan'da bugün Müslüman kesim Hıristiyan kesimden yoğundur, Lübnan da oldukça ilginç bir ülkedir. 

Tüm bunları okurken, gözümün önünden ister istemez Suriyeli mülteciler gelip geçti. Biliyorsunuz onlara dair de pek çok haber gördük televizyon ve gazetede. Sınır bölgelerine yerleştirildiler, eğitim kamplarının varlığından hatta gece savaşlara götürülüp gün ışırken geri getirildiklerinden bahsettiler. Doğru yanlış bilemem. O yüzden iddia ettiler diyorum. Ama şu bir gerçekki ülkedeki Arap nüfusu giderek arttı, bunu en bariz şekilde yaşadığım şehirden söyleyebilirim çünkü her yerdeler. İnsanların ülkemize gelip sığınmasına lafımız yok elbet. Ama insan ister istemez düşünüyor, bu insanların varlığı ülkeyi daha ileri ki yıllarda Lübnan'daki gibi yobazlaşma ve farklılaştırma noktasına götürür mü? (Ha evet bizde Hristiyan nüfus yok. Ve onlardan farklı olarak onlarca değişik dinamik var, bunu yalnızca onlara bağlamak katiyyen doğru olmaz.) Fakat ciddi biçimde Türkiye'de bir ikilik var, hani laik ve anti laik dedikleri (ki bu da tam manasıyla doğru değildir ama...) Eh bir de Hakan Yavuz'un Amerika'ya sunduğu raporda "Türkiye sessiz bir İslami devir geçiriyor" söylemini de alınca insan düşünmeden edemiyor! 

İnsanlara(mültecilere) yalnızca barınak sağlıyoruz kisvesi altında, Türkiye aslında hangi geleceğe hazır hale getirilmeye çalışılıyor?

9 Ocak 2013 Çarşamba

Hepsinde Biraz Ben Varım

Bir Gün İnsanlar Benim Yalnızca Bir Tarihçi Olduğumu Anlayacak!

Şimdi sorsam Türkiye'de en zor meslek ne? Hepiniz benimki dersiniz. Ve emin olun haklısınız da. Ama cidden Türkiye'de en zor mesleklerden biri de tarihçi olmak. Yanda gördüğünüz kitaplık benim kitaplığımın bir kısmı (lütfen resme tıklayın böylece daha yakından inceleyebilirsiniz), kadraja sığdırabilmek için bu kadarını çekebildim. Diğer kısmı da çekseydim kitaplar görünmeyecekti.  Bu resmi neden attığıma gelince, yıllardır çektiğim sıkıntı ve karşılaştığım sorulara cevap olabilir umudu ile çektim. Eğer bir mühendis, kimyager, matematikçi (daha çok sayısalcı), memur ya da benzeri her hangi farklı bir mesleğe sahipseniz muhtemelen asla karşılaşmadığınız ve karşılaşmayacağınız soru ve suçlamalara maruz kaldığımdan bir umut şu resmi atıp kendimi az da olsa ifade edebileyim diye çektim ve attım. Bildiğiniz gibi ben bir tarihçiyim, işimiz araştırmak, bol bol okumak beni bilen bilir, öyle ödev için tez için okumam sadece kendimi geliştirebilmek adına durmadan okurum. Çünkü bilmek bir yana bir de işin aslını ortaya çıkarma misyonu var bizde. Orta rafın en üstünde yuvarlak içinde 2 tane yanyana mavi kitapçık duruyor. Sağdaki Ortaçağ Tezim, soldaki TC Tarihi tezim. Kalbim daima Ortaçağ tarihinden yana olmakla birlikte orada merak ettiğim herşeye cevap bulduğumdan yönümü yeni ufuklar adına TC tarihine çevirdim. 2 çalışmayı da çok büyük bir emek ve çok büyük bir zevkle hazırladım. onları hazırlarken bir sürü yeni bilgi, yanında da doğal olarak yepyeni bakış açıları kazandım. Ancak ne vakit anlatmaya kalkışsam ya Atatürk düşmanı, din simsarı ilan edildim. Bazen din düşmanı, Atatürk hayranı ilan edildim. Kimi zaman komünist olduğum söylendi, bazen de Osmanlı düşmanı (olduğum). İşte özellikle bu yüzden bu fotoğrafı çektim.

Bu kitaplıkta yuvarlak içine alınmış her şey ilk günden beri o raflarda aynen oldukları yerde durmaktadır. 

Örneğin sol üst köşedeki takvim hep aynı yaprakta durur. Nisan 2012 niye mi çünkü orada Şeyh Edebali'nin resmi daha da önemlisi benim çok ama çok sevdiğim bir söylemi durur. ( Hani Osmanlı'nın kurucusu Ertuğrul Gazi'nin kayınpederi olan o güzel şahsiyet) Ne der Edebali o sayfada:   
"Ey Oğul!
İnsanlar vardır, şafak vaktinde doğar, akşam ezanında ölürler. Dünya senin gözlerinin gördüğü gibi büyük değildir. Bütün fethedilmemiş gizlilikler, bilinmeyenler, ancak senin fazilet ve adaletinle gün ışığına çıkacaktır...Unutmaki yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir...Açık sözlü ol! her sözü üstüne alma! Gördün söyleme, bildin deme!"

okudukça düşünürüm zaman zaman bana mı der acaba "Gördün Söyleme, Bildin Deme", yok o başka bir şeyi kast ediyor olsa gerek, kısaca diyeceğim o ki, her sabah bu yazıyı okuyan biri Osmanlı düşmanı olabilir mi acaba?

Hemen o resmin altındaki yuvarlakta kırmızı ufak bir kitap duruyor, eminim ki çoğunuzun evinde var. Kur'an, daha doğrusu meali. Allah biz insanlara ne emretmiş nasıl bir yol çizmiş okuyup da göreyim anlayayım diye, (diğer bir yanı da bir zamanlar Ortaçağ'da İslam Tarihi çalışmış olmamdır hali ile Kur'an olmazsa olmazlardandır)
O halde ben din düşmanı da değilim.

En sağ üst rafta bir resim var, Mustafa Kemal ile İsmet Paşa'nın. Bu resmi gördüğüm an içimi sıcak bir esinti kaplamıştı hemen almıştım. Hala da baktıkça mutlu olurum. Hep zor koşullarda görmeye alıştığımız yıllarda yüzlerinin güldüğü nadir anlardan biri, baş başa vermiş konuşuyorlar, kim bilir memleketin hangi halinden bahsediyorlar, belki de muzipçe başka bir konudur öyle ya İsmet Paşa pek bir gülümsüyor. Oysaki çoğu zaman Atatürk düşmanı ilan edildim o halde ben bir Atatürk düşmanı da değilim!

Sol köşenin tam orta rafında (3.raf) göze çarpan 2 kitap var. "Kavgam" ve "Stalin". Bunları okuduğum zamanda önce Nazi hayranı sonra Komünist olmakla suçlanmıştım. Oysaki Komünistliğe ilgi dahi duymayacak kadar Komünizm hakkında Bilgili, Naziliğe eğilim göstermeyecek kadar da Hümanistim!

Ansiklopedilerin hemen üstünde yeşil bir Mevlana kitabı duruyor.Onu okurken de Mevleviliğe meyletmekle itham edilmiştim. Oysaki meyletmek bir yana epey karşıt çalışmalarım olmuştur. Hala daha da sevmem, hele ABD'nin geçen yılı dünyada Mevlana Yılı ilan etmesi, beni bazıları tarafından daha anlaşılır kılmıştır.

Onun hemen sağ tarafında da bir Nutuk durur. Atatürk hayranı ilan edilmeme sebeptir. Oysaki Tarihin kazananlar tarafından yazıldığını bilecek kadar okumuş ve görmüş insanım. Ha hayranlığım yok mu Ata'mıza var elbet, ama elma ile armudun ayrımını yapmayı biliyorum. 

Diyeceğim o ki Ben Yalnızca Bir Tarihçiyim, bulduğum her şeyi okurum, bilgileri beynimde süzerim. Doğruya ulaştığıma inanmadan konuşmam. En önemlisi de hiç bir tarafa meyletmem, üstelik ulaştığım sonuç kimi zaman inançlarımı alt üst eder, kimi zaman hayallerimi paralar. Ama yine de doğruyu söylerim, bilgiyi inandığım şekle bürümem. En önemlisi de herşeyi ama her şeyi biribirinden ayırabilecek zekaya sahip olduğuma inanıyorum (birçoğunun aksine).

Tarihi bir televizyon dizisinin kurgu olduğunun bile anlaşılamadığı, bu yüzden olayın terör ya da güvenlik meselesiymiş gibi devlete kadar sirayet ettiği bir ülkede "Tarihçi" olarak "Vâr Olmaya", doğrulardan şaşmadan "İnandığımı Söylemeye"devam eden bir Tarihçi.

Ne Oyum ne de Bu, Sadece "Tarihçi" üstelik de "A politik",bana hala taraf demeye devam edecekseniz  doktora gidip beyninizi açtırın eğer yapılabiliyorsa zekanızı bir kontrol etsin.

Her zaman dediğim gibi 
Kitap ve Sevgi İle Kalın          

4 Ocak 2013 Cuma

Ama Hangi Atatürk

Dün akşam saat 10 gibi kurstan gelip her zamanki gibi ödevlerimin başına oturmuştum ki, birden masanın üzerinde duran ve ne zamandır okumak için deli olduğum Taha Akyol'un "Ama Hangi Atatürk" isimli kitabının gelmiş olduğunu gördüm. İçimi tarifsiz bir heyecan dalgası kapladı. Derhal okumalıydım, o yüzden ödeve geri döndüm ve yapabildiğim kadar hızla yapmaya çalıştım ancak saat 12 yi geçtiğinde ancak 90 soru bitirebilmiştim. Ve daha nereden baksanız 300 küsur soru vardı. Ödevin geri kalanını ertesi güne bırakıp Taha Akyol'un kitabını elime aldım. Bu seferki yazı Coco Chanel gibi olmayacak yani kitabı bitirmeden fikirlerimi yazmayacağım merak etmeyin. Ancak kitaba başladığım an çok farklı duygular oluştu bende. Sizlerle de paylaşmak istedim. Bu kitabı bilhassa merak ediyordum çünkü bildiğiniz gibi ben tarihçiyim üstelik "Cumhuriyet Tarihçisiyim" doğal olarak konularımızın içinde Mustafa Kemal var. Benim kafamda net 2, bulanık 3 Mustafa Kemal vardı. Taha Akyol ise bu kitapta net 4 tane Mustafa Kemal ortaya koyuyor diye duymuştum (bir tv programında), o netliğe erişmek adına bu kitabı okumayı istiyordum. Kitabı bitirdiğimde o 4 Mustafa Kemal'i yazacağım sizlere. Ama şimdi bahsetmek istediğim şey bu değil. Kitabın ön sözünü bitirdim ilk sayfayı açtım en üstte Lloyd George'un(İngiliz Başbakanı   1919) sözleri 

"Türkler'e verilecek cezalar, onların en büyük düşmanlarını bile kâfi derecede tatmin edecek kadar müthiştir"

Altta Üç Milyon Ölü başlığı, ve hemen altında içimi titreten iki satır:

Ölmeden mezara koydular beni
Oooof...Gençliğim eyvah...

Beynimin içinde hemen bir arka fon oluşuyor Ahmet Kaya'nın "hani benim gençliğim anne" şarkısı. beynim onu çalıyor gözüm bunu okuyor benim tüyler diken diken. 

Çanakkale geçilmiş, İstanbul işgal altında...Türkiye ve İstanbul ıstırap ve karanlıklar içinde...Bir milyona yakın şehit ve kayıp vermiş, yorgun, umutsuz...

Kitabı kaldırıp öpüyorum. Bu yorgunlukta bu saatte elime almama değdiği için, beni böylesine duygulandırdığı için. Taha Akyol'a daha yolun başında teşekkür ediyorum. gece 2 de bırakmak zorunda kalıyorum çünkü sabah erken kalkmalıyım, ödev başına oturmalıyım. Ama uyuyamıyorum aklım kitapta, aklım Türkiye'de aklım Türklerde (Türklerden kastım tüm bu millet). Ne kadar büyük bir ulusun evlatları olduğumuzu düşünüyorum. Bunu en çok bloggerda gördüm, fark ettim. Ülkemle en çok bu bloger sayesinde gurur duydum. Biliyorsunuz bloger sayesinde dünyanın tüm blogerları ile yazışıp tanışabiliyoruz, benim Türk olduğumu öğrenen herkes Türkiye'nin tarihini öyle övgü ile anlattı ki bana birçok defa gözlerim doldu. Fraklı milletlerden insanların ülkemize ve tarihimize bu denli hayran olması beni derinden etkiledi. Öyle ki "ama bizim de bir sürü sıkıntımız var" diyemedim, demedim. Hintli bir profösör "tarihinle gurur duymalısın, sen çok büyük bir milletin torunusun" dediğinde sevinçten ağlayacaktım. ya da Fransız bir büyükelçi, "Türkiye'nin reklamını daha çok yapmalısın muhteşem bir milletsiniz siz dediğinde". Hele de söz konusu Kurtuluş Savaşı olduğunda insan nasıl gurur duymaz atalarıyla. Kitap Dünya Savaşı'ndan yenik çıkmış Türkiye'de Mustafa Kemal'in ve diğer insanların çare arayışları ile devam ediyor. Mustafa Kemal, İstanbul'da çözüm bulma peşindedir. Kazım Karabekir gibi paşalar bunun olmayacağını daha erken fark ediyor o yüzden Ali Fuat Cebesoy ile hemen tayinlerini Anadolu'ya aldırıyorlar. Mustafa Kemal'i de ziyaret edip "paşam çare Anadolu'dadır siz de gelin" diyor. Nitekim sonra bildiğiniz gibi Mustafa Kemal de (bu paşaların 4 koldan uğraşları sonucu geniş yetkilerle) Samsun'a yollanıyor.Kitabın daha bu noktasında aynı soruyu duyar gibiyim.Mustafa Kemal olmasaydı bu mücadele olur muydu? Ama bence asıl soru bu olmamalı asıl soru şu olmalı Mustafa Kemal olmasaydı devrimler olur muydu? Çünkü Mustafa Kemal olmasaydı elbette Kurtuluş mücadelesi olurdu. Kurtuluş mücadelesi onla değil ondan önce başlamıştı, bir milletin kurtuluşunu bir kişiye yüklemek yüzlerce binlerce insana haksızlık olur. Dönemin Harbiye Nazırı ve Genel Kurmay Başkanı Cevat Çobanlı Paşa, İngilizler tarafından tutuklanıp Malta'ya sürülenene kadar Milli Mücadele'nin en büyük destekçilerinden olmuş, Karabekir, Cebesoy, Refet Bele gibi paşaları derhal Anadolu'ya tayin etmiştir.  Yine Cafer Tayyar Paşa Trakya'yı tutsun diye Cevat Paşa tarafından Edirne'ye atanmıştır. Hamidiye Kahramanı Rauf Orbay Deniz Kuvvetler'indeki görevinden istifa edip derhal Anadolu'ya geçmiştir.Daha şu an ismini sayamayacağım Halide Edip, Adnan Adıvar, gibi binlerce isim Anadolu'ya kurtuluş için gitmiştir, bu ülkenin her cephesi bu kahramlar sayesinde ayakta kalmıştır. Ha devrimler kısmına gelirsek eğer, Mustafa Kemal olmasaydı devrimler olur muydu? Çok zor, aslında karşıt grup da aynı yeniliklerden yanaydı ama onlar Enver Paşalar dönemindeki tavırdan dolayı devrim değil evrim yanlısıydı yani inkılapların zamana yayılarak ve insanlar ikna edilerek yapılmasını istiyordu. Atatürk bu süreci tüm kararlılığıyla ve muhalefete rağmen hızlandırmıştır. Atatürk'ün azameti buradan gelir, gösterdiği cesaretten, kararlılıktan, inançtan gelir. 

Sanırım O'nun kararlılığını en güzel bir dargınlık sonrası Mustafa Kemal'in yanına giden Halide'nin sözleri anlatır

"Mustafa Kemal Paşa'ya doğru kalbimde mutlak bir hürmetle gittim. O mütevazi odada bütün gençliğin bir millet yaşasın diye ölmeyi göze alan kararını temsil ediyordu. Ne saray, ne şöhret, ne herhangi bir kudret onun o odadaki büyüklüğüne yaklaşamazdı"     

Halide'nin anlattığı sahnede Mustafa Kemal'in kaburga kemikleri kırıktır, bir sandalyeye dayanmış ayakta durmaya çalışmaktadır. Diğerlerinin durumu da ondan daha iyi değildir. Diyeceğim o ki biz cidden çok ama çok büyük bir milletin evladıyız, bunu bir kez de Taha Akyol'un kitabı ile anımsama fırsatı buldum, bu bilinçle yaşarsak bu ülkeyi çok daha ileri bir seviyeye taşıyabiliriz.Gençler olarak bizlere düşen, çok okuyup çok çalışıp bu ülkeyi yükseltmektir, aksi taktirde Atatürk bu ülkeyi biz gençlere emanet etmezdi değil mi? 

Konuyu kısa kestiğimin farkındayım ama uzun yazdığım zamanda çok uzun olduğunu görünce okumaktan çekiniyoruz tepkileri ile karşılaşıyorum o yüzden şimdilik burada kesiyorum ama ben okudukça ilginç bulduğum noktaları sizlere aktarmaya devam edeceğim. Görüşmek dileğiyle kitap ve sevgiyle kalın.