Acının ne rengi vardır, ne ırkı, ne de milleti, acı yalnızca acıdır saf ve hazin...İşte hepsi bu
Refik Halid Karay'a takıldım bu aralar, gözümü açıyorum o, gözümü kapatmadan evvel yine o, her eseri ayrı bir tat, ayrı bir hüzün ...nasıl da güzel anlatmış memleketim insanını, nasıl da güzel anlatmış gurbet öykülerini...Öyle çok hikaye var ki aktarmak, paylaşmak istediğim, hangisini aktarsam bilemedim, hangisinden daha çok etkilendim bilemedim. Hani yıllardır onca kitap, yazılmış, incelenmiş onca eser okuyoruz ya, hepsi boş hepsi hikaye...Adam öyle güzel öyküler almış ki kaleme, bütün bir dönemi, acıları, yokluğu, yoksunluğu...bir anda her şeyi öğreniyorsun, sana o soğuk araştırma kitaplarının veremediği ne varsa kazıyor beynine. içlerinde bir hikaye vardı "Gözyaşı" diye, belki"Eskici" kadar ağlatmadı beni ama, bir kez daha şunu düşündürttü, "Gözyaşı" sadece Rumeli'nin bağrından kopan Erçifeli Ayşe'nin mi öyküsüdür? Bu yalnızca onun mu başına gelenlerdir? Bu ayrıca sürgünde evinden, toprağından koparılan Ermeni Maral'ın hikayesi değil midir, kamplara taşınan Yahudi Samra ya da Rus topraklarında iki ateş arasında kalan Odana ve daha onlar gibi milyonlarcasının öyküsü ???
Gözyaşı :
"Bey, yeni gelen hizmetçisinin donuk, cansız gözlerine bakarak sorar
-Dilin Anadolu'ya benzemiyor. Rumeli'li misin sen?
-Erfiçe köylerindendim. Alnımın yazısıymış buralara düştüm.
Anlıyor ki bu kadın, akşam rakısı zamanında ağzının tadını bozacak, bir başkasını bulunca savarım, diyor, ama Erfiçeli anlatınca, bey yapamıyor savamıyor onu.
Balkan Savaşı kopunca, hududa çok yakın olan köyde bir akşam haber gelir "Düşman Geliyor!" Dul Ayşe de hazırdır, bir atın üstündedir. terkisinde beş yaşındaki oğlu, belinden sımsıkı sarılmış, önünde üç yaşındaki kızı bir kuşakla dizlerinden eğere bağlı, kucağında bir yaşına basmayan yavrusu uykuda...Tepelerden, ara vermeyen, soluk aldırmayan bir yağmur iniyor; kış başlangıcı yağmuru...Biliyorlar ki bu böylece sürerse ovayı su basacak, çaylar kabaracak, nehirler taşıp köprüler çökecek, yol iz kalmayacak.
Islak gece içiçnde, sırılsıklam bir kafile, kimi yaya kimi atla koşuyor, kaçıyordu.
Öndeki ümit ordumuza yetişmek, arkadaki korku düşman ordularına çiğnenmek!
Ayşe, beline dolanan ufak kolların ara sıra gevşediği hissediyor
-Uyuma Ali, diyor, uyuma!
Önündeki baş yavaş yavaş dikliğini kaybediyor, dizine doğru eğiliyor
-Uyuma Eminem, diyor, uyuma!
Sonra kucağında kıpırdamalar başlayıp hafif ağlamalar işitince:
-Uyu ciğerim, diyor, uyu Osmanım!
At ikide bir sürçüyor, kapanıyor, soluyor, kendisini toparlıyor sonra yine gömülüyor, silkeleniyor ilerlemeye çabalıyor...Ayşe yavrularına sarılarak ölmeyi, atından ayrılıp üç canlı yavru ile yaya kalmayı düşünüyor, korkuyor, başında deli yağmur, peşinde düşman, kucağında üç yavru...Korktuğu oluyor, at çöküyor yere, devriliyor yana, Ayşe üç çocuğu ile iniyor attan, bağırmak istiyor, yardım istiyor ama sesini kime nasıl duyuracağını bilmiyor. üç çocuğu ile koşmaya başlıyor, biri elinde biri boynunda diğeri kucağında...Olabildiğince hızlı gitmeye çalışıyor ama olmuyor. Yer vıcık vıcık, yükü ağır. Biliyor ki ölecek, en azından ikisini kurtarsam yavrularımın diyor, ikisi yaşasa, ama hangi birini bırakacak, hangisinin ölümüne hüküm verecek. Ne elinden tutan Ali'yi, ne beline dolanık Elif'i bırakmak istiyor. Kucağında yatan küçücük bohçaya bakıyor, bir umut belki sususzluktani havasızlıktan, ezilmişlikten ölmüştür diyor, dayıyor kulağını, hiç bir ses işitmemek ümidi ile, yavrusunun kısık kısık, ılık ılık ağladığını duyuyor "eyvah" diyor. Bu sırada ilerleyen kafile onun gibi koşturan, çamura bata çıkanlarla doludur ama o hala yükünü atmaya razı değildir. Olanca gücüyle koşmakta, yavrularını yanında sürüklemektedir. Soluk soluğadır, dizlerinde, ayaklarını çamurdan öekebilecek güç yoktur, kollarında, boynunda öyle bir kesiklik öyle bir uyuşma ve duyamayış vardır ki, nice zaman sonra anlıyor sol kolunun açılıp yükünü Osmanını kendiliğinden bıraktığını...Şimdi göğsünün üstünde başka bir yük, daha ağır fakat daha sıcak, canlı soluyan, sarılan birini duyuyor: Ali gemi azıya almış, bir atın arkasından sürüklenen ceset gibi yüzükoyun, elinden anasına bağlı sürükleniyordu. işte o şimdi bağrının üstündeydi...Koyun koyuna özlem gideriyorlar. Böyle bir kaç saat ya da dakika gene koşuyorlar Ayşe yine bitkin, yine takatsiz, sonra birden şaşılacak bir hafiflik, canlılık duyuyor ve atılıyor ileri.
Neden sonra anlıyor ki boynundan sarılan zayıf, ufak kollar artık yoktur: Emine de dökülmüştür.
-Çık sırtıma Ali diyor, iyice sarıl, sakın gevşeme!
Ve böyle kanının son ateşini yakarak, kayıp düşerek, kalkarak Ali'sini kurtarmış olmanın sevinciyle koşuyor. Kafileye yetişiyor, kafileyi geride bırakıyor ve tan ağarırken ay yıldızlı bir ıslak bayrak çekili küçük bir kasabaya varıyor. Yükünü bir cephane sandığının üstüne indiriyor:
-Kurtulduk Ali, diyor, kalk artık...Ama Ali kalkmıyor.
Ayşe anlamıyor, yavrusunun neden cevap vermediğini anlamak istemiyor, saatlerden beri bir ceset taşıdığını anlamak istemiyor...
İnanıyorum ki Anadoluda buna benzer binlerce hikaye vardır.Çogu yazılmamıştır. Allah için can siperâne mücadele veren Safiyye ve Nesibe Hatunların, Ûmm-û Hiramların, cepheye cephane taşırken donarak şehit olan Şerife Anaların, cephane arabasının boyunduruğunun bir tarafına elde kalan tek hayvanını, diğer tarafına da kendisini koşarak cepheye mermi taşıyan Ayşe Anaların oluşturduğu altın halkaya nene hatunu da eklememiz lazım ve buna benzer bir çok analarımız kadınlarımız çocuklarımız vatanı için bişeyler yapmak istemişlerdir. teşekkür ediyorum böyle bir yazıyı bizim önümüze sunduğun için. Buna benzer hikayelerin devamını istiyoruz. Tarihimizi unutmamak için,
YanıtlaSil