Uykuyla
aram hiç yok bu aralar, güneşin doğdunu da görüyorum battığını da. Kimi zaman bir
yazar kimi zaman da bir şair konuk oluyor bu sabahlara. Bu sabah elimde “K”, gözüm
Attila İlhan’da. Öyle güzel anlatıyor ki “K” yazmadan, paylaşmadan geçemiyorum:
Kanatları
parça parçaydı ağustos gecelerinin, yıldızlar kaynıyor ve İstanbul şangur
şungur ayaklarınızın dibine dökülüyordu. Tren çığlıkları içindeki sirkeci
dökülüyordu. İntihar dumanları tütüyordu Haydarpaşa Garı’ndan, İstanbul kirli
dudaklarını uzatıyordu ve biz kendimizi yani o bildiğin Atilla İlhan’ı
zehirlemeye çalışıyorduk. Şiir yazıyordu o ve gece yarısı tenha olmuştu her
yer. İstanbul’du karanlık, İstanbul’du tenha olan… Aldanmıyorduk,
kulaklarımızdan kan fışkırıncaya kadar onun emrindeydik, biliyorduk. Ama o
unutmuştu bizi; Birader, Mırç ve beni… İşte bu yüzdendi bedenimizdeki cüzamın
izleri. Cüzamlı kadınlardan kaptığımız aşk yaralarıyla bizi orada tutan. Onlara
kızamıyorduk ya, bu yüzden kızıyorduk ona ve Atilla İlhan yüksek perdeden
bağırıyordu o gece:
“Ulan bunu sen de
bilirsin İstanbul, Kaç kere yazdım kim bilir
Kaç kere
kirpiklerimiz kasaturalara dönmüş diken diken
1949 Eylül’ünde
birader mirç ve ben, sokaklarında mohikanlar gibi ateş yaktık
Sana taptık ulan,
Unuttun mu?”
Bir
ateşin başındaydık. Ağustos Eylül’e karışıyordu işte. Sen Ağustos’tun o
vakitler; ben Eylül, işte bu yüzden çok yaş farkı yoktu aramızda. Birader, Mırç
ve ben, Atilla İlhan’dan kalma bir yalnızlığı demliyorduk masalarda. Birader
şaraptan korkardı en çok. Çünkü “şarabın gazabından kork” dedi, Atilla İlhan,
“fena kırmızıdır…” ve birader hiç şarap içmezdi ama jilet yiyen bir kıza aşık
olmuştu. Karanlığın en tenha olduğu yerlerde buluşurlardı. Şiir yazarak
sevişirlerdi sabaha dek. Kızı nerede, nasıl görse; aklını başından alırdı ağzı.
Saçları şıra köpüğü, kaşları bıçak izi kırmızı…
“kızıl demirden bir
ünlem, salınması yangın yalnızı
Korkmasam öpmeye
eğilsem dişleri elektrik kırmızı
Çarpılmış başım
sersem, sevdim jilet yiyen kızı
Göğsündeki kumrulara
değsem, gagaları zehirli kırmızı…”
Ve
yağmur hiç ses çıkarmadan götürdü beni…Yerine getirmedi bir şey. Yağmur
yağarken akıyordum kaldırım taşlarının arasında, yollarda süzülüyordum ve
kimsenin bilmediği bir şiir okuyordum avucumda sımsıkı tutup:
“Gözlerin gözlerime
değince, felaketim olurdu, ağlardım
Beni sevmiyordun
bilirdim, bir sevdiğin vardı duyardım
Çöp gibi bir oğlan ip
ince, hayırsızın biriydi fikrimce
Ne vakit karşımda
görsem, öldüreceğimden korkardım
Felaketim olurdu,
ağlardım
Ne vakit Maçka’dan
geçsem, limanda hep gemiler olurdu
Ağaçlar kuş gibi
gülerdi, sessizce bir cigara yakardın
Parmaklarımın ucunu
yakardın, kirpiklerini eğerdin, bakardın
Üşürdüm, içim
ürperirdi, Felaketim olurdu, ağlardım
Akşamlar bir roman
gibi biterdi
Jazabel kan içinde
yatardı, limandan bir gemi giderdi
Sen kalkıp ona
giderdin, benzin mum gibi giderdin
Sabaha kadar
kalırdın,
Hayırsızın biriydi fikrimce
Güldü mü cenazeye
benzerdi, hele seni kollarına aldı mı
Felaketim oğlurdu,
ağlardım”
"beni sevmiyordun bilirdim, bir sevdiğin vardı duyardım..." hani aşkın acısı ve huznu nasıl islerse insana, insan felaketi olup ağlayası geliyor.. bir de ben sanırdım ki istanbul'a tapan deli divane olan bensem benden daha fazlası yoktur. ama ustad benden de cok tapmış.. ellerine sağlık. insanı yumusativeriyo bir anda..
YanıtlaSilne güzel şeyler yazmışsın öyle söylecek bir şey bulamadım, güle güle oku diyeyim ben de :)
Sil