9 Ağustos 2012 Perşembe

Felaketim Olurdu, Ağlardım



Uykuyla aram hiç yok bu aralar, güneşin doğdunu da görüyorum battığını da. Kimi zaman bir yazar kimi zaman da bir şair konuk oluyor bu sabahlara. Bu sabah elimde “K”, gözüm Attila İlhan’da. Öyle güzel anlatıyor ki “K” yazmadan,  paylaşmadan geçemiyorum:

Kanatları parça parçaydı ağustos gecelerinin, yıldızlar kaynıyor ve İstanbul şangur şungur ayaklarınızın dibine dökülüyordu. Tren çığlıkları içindeki sirkeci dökülüyordu. İntihar dumanları tütüyordu Haydarpaşa Garı’ndan, İstanbul kirli dudaklarını uzatıyordu ve biz kendimizi yani o bildiğin Atilla İlhan’ı zehirlemeye çalışıyorduk. Şiir yazıyordu o ve gece yarısı tenha olmuştu her yer. İstanbul’du karanlık, İstanbul’du tenha olan… Aldanmıyorduk, kulaklarımızdan kan fışkırıncaya kadar onun emrindeydik, biliyorduk. Ama o unutmuştu bizi; Birader, Mırç ve beni… İşte bu yüzdendi bedenimizdeki cüzamın izleri. Cüzamlı kadınlardan kaptığımız aşk yaralarıyla bizi orada tutan. Onlara kızamıyorduk ya, bu yüzden kızıyorduk ona ve Atilla İlhan yüksek perdeden bağırıyordu o gece:

“Ulan bunu sen de bilirsin İstanbul, Kaç kere yazdım kim bilir
Kaç kere kirpiklerimiz kasaturalara dönmüş diken diken
1949 Eylül’ünde birader mirç ve ben, sokaklarında mohikanlar gibi ateş yaktık
Sana taptık ulan, Unuttun mu?” 

Bir ateşin başındaydık. Ağustos Eylül’e karışıyordu işte. Sen Ağustos’tun o vakitler; ben Eylül, işte bu yüzden çok yaş farkı yoktu aramızda. Birader, Mırç ve ben, Atilla İlhan’dan kalma bir yalnızlığı demliyorduk masalarda. Birader şaraptan korkardı en çok. Çünkü “şarabın gazabından kork” dedi, Atilla İlhan, “fena kırmızıdır…” ve birader hiç şarap içmezdi ama jilet yiyen bir kıza aşık olmuştu. Karanlığın en tenha olduğu yerlerde buluşurlardı. Şiir yazarak sevişirlerdi sabaha dek. Kızı nerede, nasıl görse; aklını başından alırdı ağzı. Saçları şıra köpüğü, kaşları bıçak izi kırmızı…

“kızıl demirden bir ünlem, salınması yangın yalnızı
Korkmasam öpmeye eğilsem dişleri elektrik kırmızı
Çarpılmış başım sersem, sevdim jilet yiyen kızı
Göğsündeki kumrulara değsem, gagaları zehirli kırmızı…”

Ve yağmur hiç ses çıkarmadan götürdü beni…Yerine getirmedi bir şey. Yağmur yağarken akıyordum kaldırım taşlarının arasında, yollarda süzülüyordum ve kimsenin bilmediği bir şiir okuyordum avucumda sımsıkı tutup:

“Gözlerin gözlerime değince, felaketim olurdu, ağlardım
Beni sevmiyordun bilirdim, bir sevdiğin vardı duyardım
Çöp gibi bir oğlan ip ince, hayırsızın biriydi fikrimce
Ne vakit karşımda görsem, öldüreceğimden korkardım
Felaketim olurdu, ağlardım
Ne vakit Maçka’dan geçsem, limanda hep gemiler olurdu
Ağaçlar kuş gibi gülerdi, sessizce bir cigara yakardın
Parmaklarımın ucunu yakardın, kirpiklerini eğerdin, bakardın
Üşürdüm, içim ürperirdi, Felaketim olurdu, ağlardım
Akşamlar bir roman gibi biterdi
Jazabel kan içinde yatardı, limandan bir gemi giderdi
Sen kalkıp ona giderdin, benzin mum gibi giderdin
Sabaha kadar kalırdın,
Hayırsızın biriydi fikrimce
Güldü mü cenazeye benzerdi, hele seni kollarına aldı mı
Felaketim oğlurdu, ağlardım”   

2 yorum:

  1. "beni sevmiyordun bilirdim, bir sevdiğin vardı duyardım..." hani aşkın acısı ve huznu nasıl islerse insana, insan felaketi olup ağlayası geliyor.. bir de ben sanırdım ki istanbul'a tapan deli divane olan bensem benden daha fazlası yoktur. ama ustad benden de cok tapmış.. ellerine sağlık. insanı yumusativeriyo bir anda..

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. ne güzel şeyler yazmışsın öyle söylecek bir şey bulamadım, güle güle oku diyeyim ben de :)

      Sil