5 Şubat 2019 Salı

Kültür Sanat Yılı - 2019

Yazıya nasıl başlasam diye düşünürken, Atatürk'ün "sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş olur. Bir millet ki resim yapmaz, bir millet ki heykel yapmaz, bir millet ki fennin gerektirdiği şeyleri yapmaz; itiraf etmeli ki o milletin ilerleme yolunda yeri yoktur" sözleri aklıma gelince istemsiz şekilde gülümsedim çünkü sanırım makalelerimden birinin girişinde de bu sözleri kullanmıştım. Bu da demek oluyor ki sanatın gerekliliğini Atamız öyle güzel anlatmış ki, üzerine söyleyecek söz bulamıyorum. Gerekliliğini ifade etme kısmını ona, sergi sergi dolanma kısmını kendime bırakmış durumdayım :) Gerçekten de sanat (en azından benim için) nefes almak kadar gerekli bir durum, iki ay sergi gezmezsem ciddi psikolojik sorunlar yaşıyorum. 

Önemi kısmını bir yana bırakacak olursak, 2019 yılı bu anlamda dünyada zirve yapacak bir yıl. İlki Ocak ayında ziyaret ettiğim (ve çoooook uzun zamandır peşinde olduğum) Russian Avantgarde'dı. Yanılmıyorsam 4 Nisan'a kadar Sakıp Sabancı'da sürecek,  sonra ülke ülke dolanmaya devam edecek. Sakıp Sabancı (bir Guggenheim olmasa da bence dünyada zirve derecesinde muhteşem ev sahipliği yapan) çok hayran olduğum müzelerden biri, sanat koleksiyonlarına müthiş ev sahipliği yapıyor, müthiş dizayn ediyor. Russian Avantgarde'ı inanılmaz sergiliyorlar, hala İstanbul'dayken kaçırmayın derim. Ben büyülendim. 

Pera'da 17 Mart'a kadar Sergey Parajanov sergisi var, onu ancak gelecek hafta ziyaret edebileceğim ama bir Russian Avantgarde olmadığının farkındayım. Russian Avantgarde'a sanatı dışında tarihi açısından da alanım olduğu için belki biraz fazla değer veriyorum bilmiyorum ama müthiş ötesi parçalar vardı. Şapka çıkartmalık eserlerdi ve tarihlerin 1908 ler olması ya da öncesi-sonrası olması inanılmazdı.

Yıl sonuna dek İstanbul'da daha açıklanmayan pek çok sergi var, internetten kültürsanat İstanbul yazarsanız bulursunuz. İstanbul Modern'de (ki kendisi İstanbul'u ziyaret için en iyi 5 nedenden biri olarak gösteriliyor) bu aralar bitmiş olan Anthony Cragg'ın "İnsan Doğası" vardı o da hoştu ama modern mi tarihi mi derseniz, bende tarihi olan sanat kazanır.

Bu seneyi inanılmaz kılansa dünyadaki kültür sanat faaliyetleri.  

Amsterdam'daki Rijksmuseum bu yılı ünlü ressam "Rembrandt'ın Yılı" ilan etti, ressama ait 300'den fazla eser Şubat ortasından Haziran ortasına dek sergilenecek, hatta Temmuz ayında da meşhur "Gece Nöbeti" isimli Frans Bannick ve komutasındakileri resmeden tablonun restorasyonu ziyaretçiye açılacak.

Washington'dayım ya da fark etmez oraya kadar giderim derseniz, Venedikli Ressam Jacobe Tintoretto sergisi var.

Yok İtalyan ve dünya esintisi göreyim ama oraya dek gitmeyim derseniz, ve bienal dendiğinde akla gelecek ilk yer neresi desem tabii ki de "Venedik Bienali"nde hemfikir oluruz. Bu yıl 58.si düzenlenecek olan bienalin konusu ise "İlginç Zamanlarda Yaşa", isim beni o kadar heyecanlandırdı ki tahmin ediyorum ki bu yıl geçen yıldan çok daha enteresan ve üstün eserler çıkacak. Zaten geçen yıl ki bienal konusu nedeniyle çok görkemli bir bienal olmamakla birlikte deneysel anlamda güzeldi(Türkiye geçen sene ÇIN ile katılmıştı), ancak 56.cı bienaldaki "Türk pavilyonu" müthişti, öyleki Türkiye, bienalin en çok övgü alan ülkelerinin başında geldi, bize de ne yalan söyleyim müthiş bir gurur kaynağı oldu. O kadar ki pavilyonda koca bir gülümseme ile "evet evet bizim ülkemiz" diye elimizde Türk bayrağı ile gezip, isteyen herkesle "işte bu Türk eseri bu da Türk kızı" konseptinde pek çok fotoğrafta yer aldım. (Bu konuya * koyuyorum devamı aşağıda)  Konuyu dağıttım yine, konu Venedik olunca sözcük tükenmez. Bienal Mayıs'tan Kasım sonuna dek devam edecek. Kaçırmayın üzülürsünüz.

Bienal deyince İstanbul'da ise 16.sı düzenlenecek bienal var, kratörlüğünü Fransız akademisyen ve yazar Nicolas Bourriaud yapacak(kendisi ile bir yerde tanıştım çok iyi anımsıyorum ama nerede olduğunu anımsamıyorum muhtemelen Fransa'daki sergilerin birindeydi. Hatta kendisi "Kibar ve hoş Fransızlar da var" dememize neden olmuş ikinci Fransız'dır ). Sanıyorum ki bu senenin bienali "Yedinci Kıta" ismiyle yapılacak. Geçen yıl ki "İyi Komşu" iyiydi ama bir yıl önceki "Tuzlu Su" muhteşemdi. 

13-16 Haziran'da dünyanın en büyük sanat etkinliği olarak anılan "ArtBasel"de dört binden fazla sanatçının eseri sergilenecek. Bu etkinlik Basel'i hatta İsviçre'yi sevmemin tek nedenidir. "İsviçre senin için niye Basel anlamına geliyor ?" sorusunun cevabı tam olarak bu sergi, tam 3 yıl peşpeşe ülkeyi ziyaret etme sebebimdir.  

Bir büyük sergi de bu sene Leonardo DaVinci'nin 500. ölüm yıl dönümü nedeniyle Paris'te Louvre'da gerçekleşecek. DaVinci'nin heykellerinin de getirileceği sergi iddiaya göre bu zamana dek görülecek en büyük DaVinci sergisi olacak. 

Bu yıl, buraya yazamadığım daha birçok önemli sergi var. Bunlar internetten ya da gazeteden görüp ilgimi çeken sergilerden defterime not aldıklarım. İlgilenenlere yol gösterici olması açısından sizlerle paylaştım. Son yıllarda seyahatlerimin belirleyici faktörü sergiler, sanıyorum seyahat konusunda ben iki sene önce ciddi bir doyuma ulaştım. Arkadaşlarımın söylemi ile ben artık turist ya da gezgin olmaktan çıkıp rehber olmuşum.(Bu bir yandan iyi birşey çünkü artık insanlar onlara rehberlik yapmam için tüm masraflarımı karşılayarak beni seyahate götürmeye çalışıyor, ben de canım isterse kabul edip bedavadan gezmiş oluyorum ) Kendi tercihlerimde ise belirttiğim gibi sergiler ve festivaller belirleyici ana faktör durumunda. İtalya'ya kaç kez gittim inanın bilmiyorum ama bu muhteşem bienal yüzünden imkanlarım elverdiği sürece ömrümün sonuna dek gitmeye devam edeceğim. Doyum nedeniyle ben bana iyi gelen, ruhumu okşayan yerleri tercih ediyorum. Şu listeden Venedik Bienali tercih ederseniz (ki etmelisiniz) Haziran ayına denk getirin derim, Venedik - Basel arası araba ile 6 buçuk-7 saat, Venedik'ten BAsel'e geçin. Ya da tam tersini yapmanız çok daha iyi olur. Buraları ilk kez ziyaret edecekseniz Basel'e gidin önce ardından Venedik'e geçin. Bence büyüleneceksiniz. Benim tercihim bunlar arasında kesinlikle Basel ve Venedik ama Basel'in tarihinde farklı ve epey uzak bir yerde olacağımdan ArtBasel'i görmem imkansız ama Venedik kaçmaz, ve bu arada İstanbul Bienalini katiyen kaçırmayın!

Not: 

1-Fotoğrafların ikisi hariç diğerlerini internetten buldum benimkiler genelde story olarak kaldığından üzerlerinde yazılar vardı. En üstteki iki fotoğraf Russian Avantgard'dan, elli olanlar geçen yılki Venedik Bienali'nden gemili olansa 2016'da Venedik'te bize büyük gurur yaşatan -konu architecture'dı çünkü-Türkiye'nin eseri. 

2-Şehirlerle ilgili yazıyı da yazacağım ama seyahat bloğuna mı atarım buraya ma eklerim emin olamıyorum.   

3- Son bir not daha zaten hesabı olanlar biliyordur bilmeyenlere de duyurayım, Nisan başında Google Plus kapanıyor, zaten kapanma kararını geçen sene almışlardı, ne zaman kapanacak diye bekliyordum. Nisan 2019'da kapanacakmış, bundan sonra okumak isterseniz Google Plus üzerinden değil doğrudan blogdan takip edersiniz, tabii o da kapanmazsa. Kapanırsa da arayın oradan anlatırım, yapacak birşey yok artık.          

* konusuna gelecek olursak,
yakında Cimer'e başvurup beni Türkiye'nin kültür-sanat temsilcisi olarak işe almalarını isteyeceğim, resmen tek başıma hiç bir sanat eseri üretmeden ülkeyi temsil ediyorum, üstelik ülkeyi de iyi temsil ettiğimi düşünüyorum öyleki yoğun şekilde "sen Türk müsün, Türk olamazsın, Türklerin böyle insanlar olduğunu bilmiyorduk, şahane muhakkak ziyarete geliyorum" söylemleri ile ülke geneli hakkında iyi bir izlenime sahip olmalarını sağlıyorum. Arkadaşlar yurt dışında ya da içinde şu turistlere iyi davranın lütfen, ayağımı yurt dışına attığım günden beri aynı sözleri işitiyorum siz bu yabancılara ne yapıyorsunuz, acayip meraktayım ??? Avrupalı ve Amerikalı'nın kafasındaki Türk imajı kaba, dil bilmez, saygısız, çirkin, kapalı (hatta çarşaflı), eğitimsiz, (kadın ise)eşinin kölesi durumunda... Ben genel olarak böyle bir toplum olmadığımızı biliyorum, ama onları kendim dışında da böyle olmadığımıza inandırmak o kadar güç ki, o yüzden siz bu insanlara ne yapıyorsunuz diye merak etmeden duramıyorum ! Hele de ekonomik krizin yaşandığı ve yaşanacağı şu günlerde en azından kendi ülkenizdeki turistlere iyi davranın. Ben kimle tanıştıysam ülkeye en az 4-5 sefer gelmelerini sağladım. Yazın Çeşme'ye, Karadeniz'e, baharlarda Kapadokya'ya, kışın İstanbul'a , sonbahara girerken Antalya'ya vs. derken pek çok yeri ziyaret etmelerini sağlayarak ülke ekonomisine katkıda bulunuyorum. Yurt dışında da bir kez olsun kötü muamele görmedim, aksine herkes inanılmaz yardımsever, güler yüzlü, -hatta İtalya'da artık ben bile ünlü bir insan olduğuma inanmaya başladım o konuyu hala çözebilmiş değilim öyle bir ilgi alakaları var, İtalya'yı geçersek- gördüğüm muamelenin, kendi davranış biçimimle yakından ilgili olduğunu düşünüyorum, o yüzden davranışınız konusunda biraz dikkat diyeyim! 

   


     


     

11 Ocak 2019 Cuma

Bohemian Rhapsody

Bu yazıyı aslında iki aydır kafamda bekletiyorum, nedeni ise üç-dört gün önce gerçekleşen Altın Küre Ödüllerini beklemek istememdi. Bohemian Rhapsody, İngiliz efsanesi Queen'in solisti Freddie Mercury ve grubunun biyografisini konu alan filmin adı, ayrıca grubun şarkılarından birinin de ismi. Filmin altın küre alacağından %100 emin olamasam da(tahminim %95'ti) Rami Malek'in En İyi Erkek Oyuncu kategorisinde ödül alacağından (%100)emindim. Nitekim öyle de oldu. Sanırım 2-3 ay önce gösterime girdi, tabii Sakarya gibi bir yerde yaşadığım için film Sakarya'da 10 gün gösterimde kaldı. O süreçte öylesine yoğundum ki filmi Sakarya'da yakalayamadım. Ama DVD öncesi sinemada izlemeye ant içtiğim için(hiçbirşey sinema ekranının yerini tutamaz) İstanbul'daki sinemalara bakarken İzmit'te son günü olduğunu görünce rotayı İzmit'e çevirdim. O gün, hem soğuk hem de korkunç bir sağnak vardı, 10 metre ötesi görünmüyordu, işte olan eşimi arayıp "gel demiyorum ama ben gitmek zorundayım, minübüs, taksi vs. hallederim" dedim, film için tüm zorlukları göze almıştım. Neyse ki eşim, "bekle birlikte gidelim akşama" dedi ve gittik.

Film tek kelime ile MÜTHİŞTİ, Freddie Mercury'nin hayatını canlandıran Rami Malek İ-NAA-NILL-MAZZ-DIIII, muhteşem oyunculuğundan dolayı Rami Malek'e mi aşık olduk, yönetmen Bryan Singer'a mı öldük bittik, filmin senaristlerine mi daha çok bayıldık bilmiyorum. Eşim genelde daha klasik bir versiyona sahip olmasına rağmen o bile filme bayıldı. Ömrümde ilk kez bir sinema filmini elimde (telefon)kamerası ile izledim. Kendimle büyük bir mücadele yaşadım, ekrana kamera arkasından bakmakla(öyle olunca zevk alamıyorsunuz), sahneleri çekmemeyi göze alamamak arasında gittim geldim. Bölük pörçük 30 dakikalık bir çekim yaptım sanırım, bugün bile hala keyifle izliyorum. O gün son günü olmasa filme birkaç kez daha giderdim. Hele filmin son 25 dakikası efsaneydi. Sinema salonunu konser salonuna çevirmişti. 

Filmin vizyona girdiği sırada bizde Müslüm vardı. Bohemain Rhapsody'den önce ona gitmiştim. Müslüm de güzeldi, göz yaşı bol bir film yapmışlar. Ama keşke Bohemian Rhapsody Müslüm çekilmeden çok önce vizyonda olsaymış. Bence yapımcı ve senaristelere müthiş bir bakış açısı sunardı. Çünkü ikisi de ünlü bir efsanenin biyografisini anlatıyor ama bizdeki versiyonda ön plana çıkarılan eşini döven ve durmadan içen bir Müslüm Gürses figürü, diğer tarafta ise özel hayatı çalkantılı olsa da müzik dünyasında mihenk taşı olan Queen- Fredy Mercury efsanesi anlatılmış. İki film siyah ile beyaz kadar farklı olmuş. Filmin son sahnesiydi sanırım Müslüm Gürses'in konsere çıktığı bir kısım vardı tam konsere çıkmadan önce Chopin'in Spring Waltz'ı çalmaya başladı, müziği yan salondaki filmden geliyor sandım. Diğer yandan çok sevdiğim bir parçadır keşke daha çok sürse dedim ama öyle olmadı. Bir müzik adamından bahsediyoruz film çok daha yapıcı, müzik dolu ve keyifli ele alınabilirdi ama filmin odak noktaları o kadar farklıydı ki... Neyse film olmuş bitmiş.

Bohemian Rhapsody'i izler misiniz bilmem, beğenir misiniz onu da bilmem, ben tüm dünnya gibi çok beğendim ve tüm dünya gibi elimde kamera ile izledim. Hem film hem konserde gibiydik çoğu zaman. Kafamda Queen bandı, ayağa fırlayıp bağıra çağıra eşlik etmek istedim. Story'ler sayesinde dünyada ve İstanbul'da pek çok yerde filmin öyle izlendiğine de şahit oldum. Oralarda izlemek vardı :( Netice itibari ile yazanın, çekenin, oynayanın eline sağlık, ayrıca film sayesinde Bohemian Rhapsody şarkısının ortasında neden "Bismillah" dendiğini, şarkının neden 6 dakika sürdüğünü, o şarkının yayınlanabilmesi için nasıl bir mücadele verildiğini, o zamanki radyo politikaları ve müzik sektörünü de çok iyi şekilde öğrenmiş olduk. Ayrıca filmdeki Live Aid konserinin tamamını izlemiş bir insan olarak söylüyorum, filmdeki herkes bu kadar mı gerçekçi, benzer ve bu kadar mı mükemmel oynamış olur hala hayretler içindeyim. Hangisi gerçek hangisi film ayırt edemiyorsunuz.   

Görüşene dek sevgi ile kalın.  

Not: 

1-Rami Malek filmdeki muhteşem performansından dolayı yapımcıların gözdesi durumunda, nitekim Michael Jackson'u canlandıracak kişi de o bilginize.

2- Ödül toreni icin sahnede olan Nicole Kidman'ın hareketini anlayamadık ama bilinçli yaptığını da düşünmek istemiyoruz.    



       

31 Temmuz 2018 Salı

Rüyaları Gerçekleştirmenin En İyi Yolu Uyanmaktır

Arkadaşlar "bize bir Çeşme rehberi yazar mısın" diye ricada bulunuyordu, bugün hazır hiç bir şey yapasım yokken yazsam mı diye düşündüm. Blogun başına da geçtim ama Çeşme' yi yazmak konusunda henüz karar vermiş değilim. Belki onun yerine çok merak ettiğiniz diğer konuya bir değinirim ? 

Uzun koşturmalı ama bir o kadar dolu ve eğlenceli bir yaz geçirdim, geçiriyorum, ama bu sabah biraz miskin uyandım. O yüzden hazır evimdeyken, sakin bir gün geçirmek istedim. Bir yandan Sunay Akın'ın "İstanbul'un Nazım Planı"nı okuyorum (okuyun dememe gerek yok sanırım Sunay Akın diyorum), bir yandan da sabahtan beri döndürüp döndürüp Marc Anthony'nin "Amigo"sunu dinliyorum (https://www.youtube.com/watch?v=toRkOahIVGY ). Tüm bunları yaparken bir yandan da Marc Anthony konseri arıyorum, baktım Türkiye'ye gelmeyecek bari biz ona gidelim dedim, ve yurt dışı konserlerini aramaya başladım, konserlerini ararken bir kez daha ne kadar şanslı bir insan olduğumu gördüm. Şanslıyım çünkü dünyanın en zengin insanları arasındayım, dünyanın en zengin insanları arasındayım çünkü tüm hayallerimi bu yaşta gerçeğe döndürdüm. 35 yaşında olmama rağmen yapılacaklar listemdeki her şeyi gerçekleştirdim ama bu hiç hayalim kalmadığı ya da kendimi tükenmiş hissettiğim anlamına gelmiyor, aksine içimde her şeyden müthiş derecede beslenen, enerjiden yerinde duramayan bir ruh var. 

Bunda son zamanlarda yaptığım meditasyonların etkisi çok,  "ışık ve mutluluk saçıyorsun, ne yaptın? kilo mu verdin, daha mı çok spor yapıyorsun, bir yerinde estetik mi var ?" sorularının cevabı da bu aslında, bedenime değil ama beynime estetik yaptırıp içine devasa bir ışık koydurdum, doğrudur. Sanırım artık başka bir boyutta yaşıyorum. O kadar ki işi gücü bırakıp eğitimini alıp guru mu olsam diye ciddi ciddi düşünmeden edemiyorum.  Beynimde bu aralar sürekli bu fikirle yaşıyorum. Ciddi ciddi düşünüyorum çünkü bunu herkes yaşamalı. Herkes evrendeki enerjisini bulup bedenine hapsetmeli.  Meditasyonu bile bu kadar mutlu, evrenle bütün, kendinden ve dünyadan emin, istediğin her şeyi önüne seriyorsa insanları sürükleyecek kadar bilgiye ve kainata seslenebilmek nasıl bir hayat getirir, kim bilir ! Ömrümde ilk kez enerjimi ve ruhumu buldum, evrenle hizalandım ve dengedeyim.  Bu da, insana uyuşturacak kadar devasa bir mutluluk, barış ve huzur getiriyor, bendeki değişimi ve ışığı gören insanlar da hali ile bunu istiyor. Yani merak ettiğiniz konuya gelirsek evet, bunu görmezden gelemedim. O yüzden ilk öğrenci topluluğumla bir hafta sürecek bir kampa girmeye ikna oldum. Nasıl sonuçlanacak açıkçası ben de bilmiyorum ama heyecan içindeyim, bir yandan uygun atmosferi sağlayacak otel bakıyor bir yandan kendimi geliştirmeye devam ediyorum. 

Siz hazırlık için benden kitap isimleri de istediniz ama bu öyle uzun bir yolculuktu ki henüz yazmadığım, genç kızlığımda yaptığım 1,5 yıllık kesintisiz seyahatimden bugüne dek ulaşan koca bir serüven... Yaptığım yüzlerce yolculuğun, tanıştığım binlerce insanın, okuduğum on binlerce kitabın her biri bir basamak, bir zincirdi bu macerada. Ne buraya yazmakla ne de bir kitapta anlatmakla biter. Hayatımın gizli kısımlarına tanıklık eden arkadaşlarım hayatımın mucizelerle dolu olduğunu söyler, buna ben de yürekten katılırdım ama öğrendim ki mucizeyi çeken de bizmişiz meğer. Evreni hayatıma rehber kılıp, onunla hizada kalıp dengede durduğumdan beri ben istiyorum o veriyor, ben yine istiyorum o yine veriyor, dur diyorum o duruyor..Her günüm artık bir mucize, o yüzden sizin de dediğiniz gibi benimkilere değil artık sizinkilere tanık olalım ancak üzülerek belirtmeliyim ki ilk grubumuz doldu, ve başarılı olduğumu görmeden sayıyı arttırmak  da istemiyorum, fakat Eylül ortasına dek yine ağırlıklı olarak Çeşme'de olacağım. Gelebilirim derseniz, beklerim, bu çalışmalar için harika atmosfere sahip, aramanız yeterli ancak burada kalabalık gruplar halinde alamayacağım çünkü benim de tatil yapmam ve çalışmam gerekiyor.

Görüşene dek sevgi ile kalın. 

Not: Çeşme tatili düşünenler için seyahat rehberini de yazacağım, ama bu sene Çeşme uçmuş durumda, eurodaki müthiş artışı rağmen Monaco bile bu yıl Çeşme'den ucuz haberiniz olsun.              

22 Haziran 2018 Cuma

Biraz Kitap Biraz Film

Bir önceki yazıda Ursula K. Leguin'in "Karanlığın Sol Eli" isimli kitabını bitirince eserin kritiğini yapacağımı söylemiştim. Asında o yazıdan bir kaç gün sonra kitabı bitirdim ancak çok yoğun ve koşturmacalı bir iki ay geçirdiğim için yazmaya fırsatım olmadı. Ama neyse ki okumaya fırsat yarattım, tatildeysem denizde havuzda, evdeysem balkonda hamakta, hatta bugün biraz değişiklik olsun diye okulun yeşilliklerinde, bu sayede o kitaptan sonra birkaç kitap daha bitirdim. O yüzden tek bir kitap kritiği yapmak yerine iki aylık süre zarfında okuduğum ve ayrıca izlediğim filmlerden kısa kısa bahsetmek istiyorum.

"Karanlığın Sol Eli" soğuk bir gezegende geçtiği için mi bilmem ama ilk başlarda hayli soğuk ve alışması zor bir kitaptı, ama okudukça sevdiğim bir eser oldu. Bazı günler hikaye gereği birbirinin aynıymış gibi geçmesine rağmen yazarın her saati ayrı kelime ve cümlelerle kaleme alması ise takdire şayan bir durumdu. Kitap bittiğinde hüzün ayrıca içimde koca da bir boşluk hissettim, bu da kitabın başarılı olduğunu gösterir. Alışık olmadığım bir tür olmasına rağmen kitap beni kendine bağladı, o yüzden tavsiye ederim.

Gabriel Garcia Marquez'in "Kolera Günlerinde Aşk" isimli kitabı insana vay be dedirttiriyor. Yazarınki ne büyük bir sabır, ana karakterlerin gençliğinden yaşlılığına dek süren hayatlarını ve aşklarını kaleme almış. Kolera zamanı geçtiği için başlık da Kolera Günleri'nde Aşk olmuş. Yazarın ana karakterini ahlaksız bir adam, dolayısıyla yazarı da sapık ilan eden okuyucular olmasına karşın -benzer ama farklı bir yorumu "Benim Hüzünlü Orospularım" isimli eserinde ben de yapmıştım - kitapta ciddi bir emek var, ilmek ilmek işlenmiş, okuyun derim.

Zeynep Selvili Çarmıklı'nın "Pembe Fili Düşünme" isimli kitabı ise sırf popülaritesinden dolayı satın aldığım fakat çok beğendiğim bir eser oldu. Hem akıcı hem öğretici bir tarzı var. Üstelik klasik psikolog söylemlerinden farklı ve kendi başına gelenleri anlatması kitabı ayrıca çekici yapmış. Bence ikincisini de yazmalı. Miami'de okumuş olan yazarın anlattıkları, iyi bir üniversiteden mezun olmanın nasıl fark yarattığını düşünmeme neden oldu. O kadar ki Türkiye'de de çok iyi okullar olmasına rağmen, çocuğum olduğunda Amerika'da mı eğitim aldırmalıyım diye düşünmeden edemedim. Kitabı özellikle panik atak hastaları okusun derim, panik atak değilseniz de okuyun epey güzel.

Çocukluğuma damga vuran ve beni araştırma delisi yapıp, ilmin ve bilimin her alanına ilgi duymama neden olan (ilk basımı 1968 olan)Erich von Daniken'in "Tanrıların Arabaları"nı 28 yıl sonra yeniden satın aldım, ve tekrar aynı ilgiyle okudum. Tabii ilk seferinde ben değil, ağbim alıp eve getirmiş, ben de deli gibi okuyup uzaylılarla yatıp kalkmıştım, kitap beynime o kadar nüfuz etmiş ki ilk okuduğum andan bugüne dek kitapta yazanları insanlara defalarca anlattım. Kitabı 28 yıl önce okumama rağmen sanki dün okumuşcasına anımsıyor olmak beni çok heyecanlandırdı. İlk okuduğumda astronot olmaya kararlıydım, şimdi trilyon verseler gitmem, uzay mekiğinin içinde sıkıntıdan ya birini ya kendimi öldürürüm :) Değil uzaya yurt dışına yaşamaya gitme fikri bile sıkıcı geliyor artık.

Bunların dışında okumak için satın aldığım ve sırada bekleyen kitaplar da var. Sunay Akın'ın "İstanbul'un Nazım Planı" , "İstanbul'da Bir Zürafa" eserleri ile Haruki Murakami'nin "İmkansızın Şarkısı" ayrıca Modern Klasikler Dizisinin "İngiliz ve Amerikan Edebiyatında Kısa Öykünün Büyük Ustaları" isimli kitapları. Bunları okuduktan sonra da kısa kısa kritik yapmaya çalışacağım. Haruki Murakami'nin ilk sayfayı açtığınızda müthiş bağlanıyorsunuz. Ama ben kısa öyküler peşinde olduğumdan Modern Klasikler ile devam etme arzusundayım.

Bu arada çok kısa bir kaç film önerisinde de bulunmak istiyorum:

"La Casa de Papel", başına hiç istemeyerek oturduğum, sonra da başından kalkamadığım bir film oldu. Dizinin temposu şahane, kurgusu harika, karakterler müthiş yalnız filmi çocuklardan uzak tutun derim. Bu müthiş yapımdan dolayı İspanyollara kocaman bir alkış. Filmi Netflix satın aldıktan sonra dünyada büyük bir hayran kitlesi yakalayan film, Netflix'in oyuncularla anlaşması ile yeni bir soygunla ekranlara dönecek, yayılan söylentilere göre yeni sezon Türkiye'de çekilecekmiş, doğru mu değil  mi birkaç ay sonra öğreniriz.

Herkesin yine övgü ile bahsettiği "West World" ise fikir ve tema olarak çok iyi ancak, ilk bölümden itibaren beni bunalttı, o yüzden her akşama bir bölüm yaptım öyle bile ancak üç akşam dayanabildim, bir daha da izlemedim. Çünkü tekrarlardan ve aynı döngüden hoşlanmıyorum, benim için film demek hızla akan, şaşırtan, meraklandıran kurgu demek. Zaten o yüzden televizyon izleyemiyorum.

Bir başka film ise "Big Beng Teory"cilerin yakınen tanıdığı Sheldon Lee Cooper'ın çocukluğunu anlatan "Young Sheldon". Big Beng Teory'yi kesintili de olsa yaklaşık on yıldır takipteyim, ilk yıllar sürekli izlerdim sonraki yıllar izlemeyi bırakıp eşime sorma yolunu seçtim. Ancak "Young Sheldon"a bayıldım, hem bu hali çok daha insani ve tatlı.



Bir iki sinema filmine gelecek olursak bu yılki Avengers gereksiz uzundu, hayli yordu vaktiniz bolsa izleyin derim. Avengers öncesi gösterime giren ve artık Avengers takımında olan Black Panther ise epey güzeldi. Bu arada "Ailecek Şaşkınız" da bu yıl gösterime girdi sanırım. Murat Cemcir ile Ahmet Kural çıtayı yukarı çekmeye devam ediyorlar. Çok eğlenceli bir filmdi izleyin derim. Ben Saadet Işıl Aksoy oynadığı için filmin epey iyi olabileceğini düşünerek gitmiştim gerçekten iyiydi.

Uzun zaman yazmayınca yazı hayli kalabalık oldu.

Görüşene dek sevgi ile kalın.



Not: Bunları yazarken aklıma çok acayip bir hikaye geldi, ancak şu an saat gece yarısını geçtiğinden onu ancak yarın yazabilirim. Okuyun derim eminim ki epey eğleneceksiniz :)

4 Nisan 2018 Çarşamba

Baharın Verdiği Tatlı Bir Umut Var Havada

Sabah bilgisayarın başına kaçta oturdum bilmiyorum ama sanıyorum ki epey erken oturmuşum çünkü öğlen iki gibi beyin hücrelerim intihar ediyordu. Başım önce ağrımaya ardından da dönmeye başladı. Çalışırken bazı günler beynimdeki tellerin yandığını hissediyorum ama ne yanmak! Sadece bendekiler yansa iyi... Bu makalede bir öncekine oranla öyle çok zorlandım ki bir ara yardım almadan ilerleyemez olmuştum. Hocalarım sağ olsun, Onların beyin hücrelerini de epey yaktım ama artık sona yaklaşmış olmam ve ortaya hepimizi mutlu eden bir tablonun çıkması bunca yorgunluğa değer dedirtti. Bitişi bir kahve ve yemekle kutladıktan sonra yeni çalışmalar için tekrar beyin tellerimi yakmaya başlayacağım, nasıl da sonsuz ve saçma bir döngü değil mi?   

Başım ağrımaya başlayınca iki buçuk gibi çalışmayı bıraktım, dün akşam markette yaz meyveleri görünce dayanamayıp almıştım, şekerim yükselirse kendime gelirim umuduyla çilek eşliğinde Ursula K. Le Guin'in ödüllü meşhur kitabı "Karanlığın Sol El"ini okumaya başladım. Kitabı ilginç bulmakla birlikte başım dönmeye devam ettiğinden 20 sayfadan fazla okuyamadım. Ama kitap bittiğinde kritiğini yapacağım. Son zamanlarda pek kitap kritiği yapmadığımı fark ettim. Nedeni şu, yaklaşık son iki - üç aydır aldığım kitaplar hep hayal kırıklığı oldu. O kitaplardan aklımda kalan Leyla Bilginel'in "Sendeki Ben" ile Nilay Örnek'in "Bütün İyiler Biraz Küskündür" . Nilay Örnek, köşesinde yazdığı gazete yazılarından derleme yapmış,  kitap Türkiye'nin gündemine damga vurmuş olayları içine alan yazılarından ibaret. Sanıyorum ki kitabın en etkileyici yanı başlığıydı. Ben edebiyat namına bir şeyler beklediğimden hayal kırıklığı yaşadım, yoksa kötü yazılar değil, Leyla Bilginel'in iç sesi ile giriştiği soru cevap dalgası ise beni bunalttı. Akşamları okuyacak iyi bir kitap bulamamak beni bunalıma sürüklüyor. O yüzden Ursula K. Le Guin'den beklentim epey yüksek. Kitabı almayı düşünürken geçen gün "Jane Austen Kitap Kulübü" isimli filmde "Karanlığın Sol El"inin de adı ve övgüsü geçince dün akşam gidip kitabı satın aldım. Akşam D&R' da kitap turu yapıp yeni bir liste yaptım. Bundan sonra Gabriel Garcia Marquez'in "Kolera Günlerinde Aşk" ve sırf popüler olduğu için merak ettiğim Zeynep Çarmıklı'nın "Pembe Fili Düşünme" kitaplarına başlayacağım. Onlar bittiğinde de bilgilendirme yaparım. 

Şu günlerin güzel yanı sanıyorum ki yaza epey yaklaşmış olmamız, baharın verdiği tatlı bir "umut" var havada, içimiz kıpır kıpır. Yaz gelirse her şey mükemmele erişecek gibi, bir yandan çalışma planı yaparken diğer yandan tatil organizasyonlarını yapmaya çalışıyorum. Geçen sonbahardan beri neredeyse hiç durmadan çalıştım, fiziksel olarak da ruhsal olarak da çok yıprattı bu süreç beni. İçimde yaşlanmış bir bilge oturuyor sanki durmadan araştırıp, okuyup yazıyor. Halbuki henüz oldukça gencim, benim de kafa dağıtmaya gezmeye hatta adrenaline ihtiyacım var.  Geçen yıl ki fotoğraflara bakarken arkadaşımla yaptığım parasailing fotoğraflarını görünce biraz kendime gelir gibi oldum. Muhtemelen önümüzdeki ay da Ramazan öncesi yapıyor olacağız ama bu sene asıl Skydiving'e merak sardım. Sanıyorum uzun süredir çalışıyor olmaktan o kadar yorulup bunaldım ki adrenalinin en yüksek dozuna ihtiyaç duyuyorum. Başka bir arkadaşım yamaç paraşütü yapalım diyordu ama ben yükseliği daha da arttırıp uçaktan atlamayı teklif ettim, her zamanki gibi "seninle her şeye varım" dedi. İnsanın böyle arkadaşları olsun sırtı yere gelmez. 


Bu arada yarından itibaren dört gün sürecek Alaçatı Ot Festivali başlıyor. Son iki yıldır tez yüzünden gidemiyordum, bir terslik çıkmazsa bu hafta sonu arkadaşlarla gideceğiz. Ancak son yıllarda festival o kadar turistik olmuş ki bazı günler adım atacak yer yok, herkesi ayaklandıran ben olmasam kalabalık yüzünden cayacak haldeyim. Son yıllarda aşırı ziyaretçi almakla birlikte gerçekten müthiş bir festival, hazırlanan tatlar inanılmaz güzel ayrıca da çok çok ucuz, sarmalar, enginarlı pudingler, garip isimli otlardan yapılan gözlemeler, kısacası yok yok, ama imkanınız varsa hafta içi gidin derim. Ayrıca baharın da tadını çıkarın bol bol etrafta gezinip güneş ışığından faydalanın. 

Bu arada geçen Jennifer Lawrence'ın oynadığı "Kızıl Serçe" filmine gittik, ben epey beğendim, kurgusu çok çok iyi ama açık sahneleri çok fazla bilesiniz. 

Görüşene dek hoşçakalın.      

26 Mart 2018 Pazartesi

Soğuk Yağmurlu Bir İlkbahar Günü

"Çokça yağmur yağsa temizlenir mi ki şu kirli dünya"

Hafta sonu evden uzakta o kadar yoğun ve hüzünlü geçti ki, eve gelir gelmez yaptığım ilk şey sıcak bir banyo yapmak oldu. Tepemden aşağı su dökülürse üzerimdeki hüzün, yıllanmışlık ve yorgunluk da akar gider diye düşündüm. Ardından sıcak bir yeşil çay ve bir de kongest ile saat 10 gibi uyumaya gittim. Sabah 11'de telefonun alarmı çalmasaydı sanıyorum ki hala uyuyordum. Ama içimde bir şeyler o kadar kopuk ve hüzünlü ki değil çalışmayı parmağımı kaldırmayı dahi istemedim. Bir yandan https://www.youtube.com/watch?v=izGwDsrQ1eQ ile nostalji yaşarken diğer yandan gözlerimi kapatıp kendimi izledim. Ruhum bedenimden çıkmış gibi kendime baktım, geçmişi, bugünü hatta geleceği gördüm. Çocukluğum, genç kızlığım, mutluluklarım, hüzünlerim, kırgınlıklarım, kızdıklarım, sevdiklerim, aradıklarım, sildiklerim, aldığım yollar, ödediğim bedeller... tek bir beden tek bir ömür nasıl da kalabalık nasıl da zor!

Hafta sonu hüzünlüydü çünkü çocukluk arkadaşımı yitirdik, doktorun söylediği gibi tam altı ay yaşadı. Ne bir fazla ne de eksik. Diğerlerine göre bu gidiş  zor geldi. Çünkü o bizim geçmişimiz, dünümüz, çocukluk anılarımızdı.

İnsanlar yitip gittikçe her gün daha çok sorgular olduk, neyin kavgası neyin mücadelesi tüm yaşadıklarımız? Ölüm denilen gerçek varken cidden tüm bu kavgaların sebebi ne? Her şey öyle anlamsız ki arkadaşımız yitip gitti ve bir daha asla dönmeyecek. Soğuk yağmurlu bir ilkbahar günü.Tüm ailesi, ailem, arkadaşlarım hepimiz bir aradayken o bir başına toprağın altındaydı. Bundan sonra bir yanımız hep eksik kalacak, ama en çok da ailesi hep eksik olacak. Hiç bir pişmanlığın, öfkenin, kırgınlığın ya da keşkenin anlamı yok şimdi, kefene sarıldı dualar okundu, giden gitti.

Sevmeyi bilmeyen, başkalarının mutluluğunu kıskanan bir o kadar da saldırgan bir toplum olduk biz. Belki layığınca sevilmediğimiz ya da takdir edilmediğimiz içindi. Kırdık, kızdık, küstük. Ama mutlu etmeyi, gönül almayı, takdir etmeyi, özür dilemeyi bilmedik. Özür dilemek bir yana bunun büyüklük olduğunu göremeyecek kadar kibre bulandık. Mutsuzluktan öldük ama gardımızı düşürmedik. Halbuki ölüm vardı bunu hiç hesaba katmadık.

Bakmayın bizli çoğul ekler kullandığıma, evet ben de kızdım, ben de küstüm, ben de kırdım ama özür de diledim, gönül de aldım. Canımı yakmayan kimsenin canını acıtmadım. Canım acıdığı halde acıttığım can için bile özür diledim. Bilinçli olarak kimsenin kalbini kırmadım, kötülük etmedim, değil kötülük yapmak böyle bir şeyi aklımdan dahi geçirmedim. Geceleri tüm insanlığa dua ederek uyuyanlardanım ben. Başkasının derdini yük edinenlerden hani. Ama anlaşamadıklarım bu yüzden hayatından gittiklerim de oldu, beni hayatından yollayanlar da. Ama bu süreci hep sessiz ve saygı çerçevesinde bitirdim, hiç kalp kırmadan, kimseyi üzüp yormadan. Çünkü benim nazarımda her insan, insandır! Biri ile anlaşamıyor olmam onu kötü beni iyi yapmaz.

Sağlığınız yerinde sevdikleriniz sağ ise Allah'a şükretmek için çok nedeniniz var demektir. Geçmişinizi değiştiremezsiniz belki ama geleceğinizi güzel kılabilirsiniz. Belki birilerini çok üzdünüz ama kalanları mutlu edebilirsiniz. Belki bazı defterleri kapattınız ama başkalarıyla yeni ve daha güzellerini açabilirsiniz. Yeter ki ne kendinizin ne de başkalarının kalbini karartmayın, kendiniz ve herkes için iyiyi, güzeli, mutluluğu isteyin, o zaman göreceksiniz ki Allah size çok daha fazlasını gönderecektir.

Görüşene dek sevgi ve sağlıcakla kalın.
                            

18 Mart 2018 Pazar

Zaman Yönetimi

Zaman yönetimi, makale-tez yazımı ve formumu nasıl koruduğum bana en çok sorulan soruların başında geliyor. Makale - tez yazımı konusunda daha önce burada bir yazı paylaştım, o yazı bu bloğun bugün de dahil olmak üzere en fazla okunan yazısı. Her gün pek çok okuyucuya ulaşıyor, yazıya bu adresten http://fisiltilitepeler.blogspot.com.tr/2015/04/fisleme-nasl-yaplr-makale-nasl-yazlr.html ulaşabilirsiniz. Zaman yönetimi ve forumumu nasıl koruduğum konusuna gelince bu konularla ilgili tam bir başlık açmış olmasam da bu konulara da burada çeşitli yazılarım içinde defalarca değindim. 

Zaman yönetimi de formumu koruma meselesi de makale yazımı gibi formüle ederek anlatabileceğim bir şey değil. Her şeyden önce her ikisi de birbiri ile iç içe geçmiş bir yapıya sahip. Zamanı verimli kullanıp arttırabilmek ya da tam tersine hiç bir şeye yetişememek tamamen çocukluktan gelen disiplin ve bu sayede oluşan karakterle ilgili. Ama basitçe anlatmak gerekirse hafta içini işe gidermiş gibi çalışma zamanı, hafta sonunu ise tatil ilan ediyorum. Ancak her şeyden önce bir ev kadını olduğum için, hafta içleri uyandığımda  yaptığım ilk iş yemek yoksa yemek pişirmek oluyor, ama bunu genelde bir akşam önceden yapmış oluyorum. Fakat bu bazen şaşabiliyor. Örneğin cuma sabahı uyanır uyanmaz, pırasa ile taze bakla ayrıca hafta sonu misafirliğe giderken götürmek için kabak tatlısı pişirdim. Eşimin yemeklerini bir gece önceden pişirdiğim için Cuma sabahı ayrıca ona yemek pişirmek zorunda kalmadım. Bunlar olurken bir yandan ev toplama, havalandırma, temizleme gibi klasik ev işlerini de hemen aradan çıkarıyorum. Saat 12'den önce tüm işlerin bitmiş olmasına özen gösteriyorum. Ardından bilgisayar başına geçip akşam yemeğine dek makaleme çalışıyorum.

Eğer kitap tarıyorsam yemek pişirirken çalıştığım eserleri de bazen fotoğraftaki gibi masaya getirip, ikisini aynı anda halletmeye çalışıyorum, genelde başarılı olduğumu söyleyebilirim. Yemekleri genelde akşam üzeri pişirdiğimden sabahları 9 gibi çalışmaya başlarım, günde 8 saat çalışmaya özen gösteriyorum çünkü hayli verimli oluyor. Ama elim kolum ağrırsa zorlamayıp bırakıyorum. 1 gün arayla akşamları en az 1 saat spor yapıyorum, özellikle bir kaç aydır sporu daha sıkı tutuyorum. Çünkü tüm gün masa başında hareketsiz oturduğum için spor yapmazsam vücudum çürüyecekmiş gibi hissediyorum. Çalışmaktan çok bunaldığımda (aslında güzel havaların etkisiyle) açık hava yürüyüşleri yapıyorum, bazı günler yürüyerek okula çıkıyorum, ya da tüm gün okulda çalışmışsam okul içi gezileri yapıyorum. Bu papatyaları da geçen cuma günü okuldaki açık hava gezisi esnasında çektim.

Kilomu nasıl muhafaza ettiğim konusuna gelince hafta sonu kiloma dikkat etme şansım olmadığı için hafta içi dikkat ediyorum. Hafta sonu o kadar çok akraba geziyoruz ki, "yemem" demek gibi bir lüksümüz yok. Hafta sonları aldığım kiloları hafta içi, "doyurucu ama kilo yapmayan" yiyecekleri tercih ederek veriyorum. Hafta içi ekmek, börek, kek ya da abur cubur yemekten tamamen uzak duruyorum. Zaten hem pişirmeyi hem de zeytinyağlı beslenmeyi seven bir insan olduğumdan hiç zorlanmıyorum. Günde en az 2 litre su tüketiyorum. Son zamanlarda gençleştiğimi ve cildimin çok daha iyi göründüğünü söylediklerinde ilk başta buna pek inanmıyordum ama gün geçtikçe bunun doğru olduğunu ben de fark etmeye başladım. Hatta az önce aynadan suratıma bakıp cildim bu hale nasıl geldi diye kendi kendime nazar duası okuyordum :) tahmin ediyorum ki bunun temel sebepleri aylardır içinde olduğum sıkı spor (çok ter atıyorum çünkü), zeytinyağlı sebze ağırlıklı beslenme ve bol su...

Söylediğim gibi her şey disiplin ama biraz da o işi sevmekle ilgili, elim rahatsız olmasına rağmen  o tencereyi dolduracak hatta buzluğa kaldıracak kadar yaprağı da sarıyorum(kahvesiz olmaz tabi), üç gün arayla ev de süpürüyorum. Hatta en büyük mazoşistliğim de perşembe günleri pazara gidip 1 kilo ıspanak alıp, eve gelip onu bir güzel 7-8 su yıkayıp temizleyip buzluğa atmak. Çünkü ıspanak aşığıyım, ve kendimi onu almaktan alıkoyamıyorum, buzluğumuz bu şekilde ıspanak poşetleri ile dolu. Başkaların buzluğu et, balık dolu olur bizimki %80 ıspanak poşeti ile dolu. Bu bana acil zamanlarda kolaylık sağlıyor (bana tabii eşime değil, ıspanağı ölür de yemez)

Her şeye nasıl zaman buluyorsun sorusuna çok gülüyorum, çünkü inanın hem evin günlük işlerini hatta ertesi günün işlerini, 1 saatlik sporu ve günlük makale için çalışmalarımı bitirdikten sonra nasıl harcayacağımı bilmediğim en az 6-7 saatim daha kalıyor. O zaman boşluğu için hep çocuklarım olsaydı bu zamanı da onlara harcardım diye hayıflanmaktan kendimi alamıyorum. Sanıyorum tüm olay özünde erken uyanmak, tv izlememek (haftada 1 tane dizim var), sanal alemde dolanmamak ile ilgili, hayatım belki fazla organize ve iş yüklü görünebilir ama dediğim gibi bu bir yaşam disiplini, çocukluğumdan beri böyleydim üstelik sanıldığı kadar da yorucu değil, ayrıca günlük ne yapacağımı bilemediğim en az 6 boş saatim var.

Bu arada istediğiniz ayva tatlısının tarifini yazdım, bu linkten ulaşabilirsiniz, http://halaminkitcheni.blogspot.com.tr/2018/03/ayva-tatls.html söz vermiyorum ama diğer tarifleri de yazmaya çalışacağım.

Görüşene dek sevgi ile kalın.