29 Eylül 2014 Pazartesi

François Georgeon ve "Sultan Abdülhamid"

 Ecole des langues Orientales'i bitiren ve Centre National de la Recherce Scientifique da Türk ve Osmanlı Araştırmaları bölümü yöneticisi olan François Georgeon ve "Sultan Abdülhamid" adlı eseri, yeterlilik okumalarına dahil ettiğimiz kitaplardan biri olmuştu. Ancak ben kitabı ararken "Osmanlı İmparatorluğunda Yaşamak" adlı eserini görünce önce ona merak sarmış, fakat onda verdiği ve benim bir Türk olarak kesinlikle yabancı olduğum bilgileri görünce iyice meraklanıp acaba Sultan Abdülhamid'de ne anlatıyordur diye diğerini de okumaya başlamıştım. Osmanlı'da Yaşamak kitabı farklı yazarların makalelerinden oluşurken Sultan Abdülhamid yazarın kendisine ait. "Osmanlı İmparatorluğunda Yaşamak"ı da ayrıca ele almak lazım çok ilginç şeyler var, şeytan aracı denilen bisikletin kadınları baştan çıkaracak, feminizme önayak olacak diye toplumun, basının, erkeklerin yaşadığı korkuları görseniz tam evlere şenlik modunda ben epey bir kahkaha attım. Ama en çok da François Georgeon'un kaleme aldığı yazıları beğendim, İstanbul'da Ramazan ile ilgili uzunca bir makale kaleme almış (Jön Türk devrimine kadar memurlar toplamda günde 4,5 saat çalışırmış gibi hem ciddi bilgiler var hem de halkın tutumu ve tavrı ile ilgili komik hikayeler), ayrıca Osmanlı Selanik'indeki kentsel dönüşümle ilgili harika bir makale de cabası ve tabi daha başka makaleler de...Sultan Abdülhamid'e gelince, ara ara okurken kıskançlıktan öldüğüm eserler olur, neden bunu ben yazmadım dediğim. İşte "Sultan Abdülhamid" tam da böyle bir kitap. Okurken bunu söylediğim 3.kitap oldu bu. Çok beğendim çünkü:
1.si yazar taraf olmamış, önyargısız işe dalmış, eldeki tüm verileri değerlendirmiş ve doğrusuyla yanlışıyla ortaya bir padişah portresi çıkarmış. 
2.si meraktayım, bu zamana kadar hiç bir Türk yazar böylesine ayrıntılı ve çok yönlü bilgilere sahip olup da yazamamışken, bu adam bunca bilgiye nasıl erişmiş ? Bu bence aynı zamanda yazarın çok yönlü, ve entellektüel olmasıyla alakalı bir durum.
3.sü Öyle bir anlatım biçimi tutturmuş ki, sanki birisi kitabı elimden alıp kaçıracakmış gibi satırları hızla atlayarak okuyup, sonra ne yaptım ben diye hayıflanıp tekrar aynı satıra döndürdü beni, müthiş bir heyecan müthiş bir sürükleyicilik, o kadar ki bir yandan yemek pişirirken bir elimde onu okuyacağım diye kaç kez kendimi yaktım bilmiyorum özellikle s.554'ten sonrası acayip sürükleyici
4.sü Yazarda müthiş bir yorum kabiliyeti var, insan sonuç bölümünün bile her satırını heyecanla her tarafını çize çize okur mu, eh oluyormuş meğer 
5.si İlber Ortaylı hep Sultan Abdülhamid için "O o yüzyılın gördüğü son imparatordu derken acaba bu sözü François Georgeon'dan almış olabilir mi?
6.sı adam size bir siyasi tarih anlatmıyor, yanında mimari var, kültür var, psikoloji var, din var, felsefe var, para var, umut var, hayalkırıklıkları var, özlem var...
7.si elbette bazı minicik eksiklikleri mevcut, yandaki bazı bilgiler hatalı gibi, ama inanıyorum ki konunun özü o olmadığından yoksa eminim asıl konu o olsa onun da aslını faslını çok iyi araştırır ve yazardı.
8.si kullandığı eserlere baktığımda şaşırdığım 2 nokta oldu, ilki Abdülhamit hakkında yapılmış ve de yazılmış ne çok yabancı eser ve anı olduğu, bir diğer nokta ise yazarın Türkçe eserlere ve anılara da oldukça hakim olduğu
9.su hiçbir vakit Ayşe Osmanoğlu'nun anılarını okumaya fırsat bulamamış olmama karşın, ben Abdülhamit'İn Hatıra Defterinden bazı anıları yeri gelip de dile getirdiğimde bana muhalefet edip gerçek anısı Ayşe Osmanoğlu'nun Anılarıdır bu dediklerin doğru değildir diyen insanların (ki ben kendi dediklerime doğru demedim sadece orada öyle anlatıyor, o halde Ayşe Osmanoğlu'nu okumak gerekir demiştim, bir kaç hocama) da Ayşe Osmanoğlu'nu okumadıklarını ve sırf bana muhalefet amaçlı konuştuklarını anlamış bulundum, çünkü kitapta Ayşe Osmanoğlu'ndan alıntı çok ve ne ilginçtir ki benim dile getirdiklerimle aynı ! 
10.su yazar anılardan oldukça yararlanmış olmasına rağmen, ortalıkta göze çarpan bir anı çatışması ya da bir tarafa meyl eden bir anı yığını yok. Aksine çok düzgün şekilde bilgiyi verip ardından olayı anılarla süslemiş. 

Bu 10 maddenin üzerine bir 10 madde daha ekleyebilirim gibi geliyor, ama bir yandan bu kitabı okurken bir yandan geçen gün yazdığım "Vahdettin nasıl bir padişahsın sen" yazıma kızıp, adama niye vatan haini diyorsun (ki kesinlikle demedim) diye söylenen arkadaşın bir de eklediği İlber Ortaylı'lı cevaba binaen düşününce Abdülhamit'i neden sevdiğimi bulmak (bir de bu eserde de görünce) hiç zor olmadı. Hani benim anlattığım anılara itiraz edenlere cevaben olsun şimdi niye sevdiğimi yazacağım kısımlar. "Kardeşi sultan Reşad'ın cihat ilan ettiğini duyunca üzülür; ona göre bunun ancak tehtid düzeyinde kalırsa bir etkisi olabilir. Fansızlarla İngilizler Çanakkale Boğazı'na saldırınca endişe genelleşir: istanbul, Antant Devletlerinin eline mi düşecek? O zaman sultanın Konya'ya, Abdülhamid'in de Bursa'ya nakledilmesi söz konusu olur. Kesin olarak karşı çıktığı böyle bir olasılığa isyan eder, bulunduğu yerde ölmeye hazır olduğunu bildirir. 'Hiçbirimiz payitahtı terk etmemeliyiz. Bahusus kendileri ölünceye kadar burada kalmalıdırlar. Biz bütün hanedan, en küçük ferdimize kadar burada memleketi müdafaa ederek ölmeliyiz.' Ve Osmanlıların, 29 Mayıs 1453'te Konstantinapolis'in fethedildiği gün silahı elinde Türklere karşı çarpışırken ölen son Bizans İmparatoru XI. Konstantinus Drageses kadar olamamasına hayıflanır." Dipnot Ayşe Osmanoğlu'nu gösteriyor ikimiz de aynısını anlatmamıza rağmen benim anlattıklarım uydurma ama O'nun anlattıkları doğru ya o bakımdan belirteyim dedim.  Ayrıca cihadı ilan etmede hayıflandığı noktaya da dikkat çekmek isterim, bu onun zekasını da gösterir.

Şimdi gelelim neden Vahdettin'i sevemediğime, sevgili Ortaylı'nın da dediği gibi adam neredeyse savaşın bitimine yakın tahta geçmiş ne yapsın, hain olarak değerlendirmemek lazım. Ama burada ayırt edici olan kısım birinin kendi halkından kaçıp gemiye binip İngiltere'ye sığınması, diğerin ise daha Selanik'teki Alatin Köşkü'nden bile getirilmeye çalışılırken "burası İstanbul'un anahtarıdır vermeyiz, gerekirse savaşır ölürüm" deyip o yaşlı haliyle hiç bir şeyi engelleyemeyeceğini bilmesine rağmen, ait olduğu kimliğe, bir zamanlar yönettiği vatana halkına sahip çıkmaya çalışıp, beni götürmeyin savaşıp da öleyim demesi. Çok ilginçtir Sultan Abdülhamid'in verdiği bu örneği ben de hep verirdim sanıyorum ki bir 10 - 15 yıl önceydi bir roman okumuştum Erguvan Güzeli diye, roman Bizans'ta geçer, kral, XI.Konstantinus Drageses değildir, başka biridir daha erken bir dönemdi ve Araplara karşı mücadele etmektedir. Onun toprağını korumak adına yaptıkları o kadar takdire şayandı ki heyecandan İstanbul'un 1453'te alındığını unutup, Allah'ım inşallah Araplar şehri alamaz diye dua edip durmuştum. Burada kişinin kimliği önemli değil, Kral Drageses ya da Abdülhamit ya da Kaçaznuni...Bunların hiç önemi yok, önemli olan kendini nasıl gördüğü, kendini yalnızca kendisini düşünen bir diktatör mü yoksa halkını korumaya çalışan bir padişah olarak mı görmektedir? 

İşte sevgili arkadaşım, Vahdettin'i sevemezken Abdülhamit'i sevmem bundandır. O bakımdan İlber Ortaylı'nın ya da başkasının söylediği, durumu benim açımdan zerre kadar değiştirmez. Onunki sadece saltanata sahip çıkıp, tarihi korumaya çalışmaktır ki bunun ben de tamamen arkasındayım. Bir tarihçi olarak durum böyle olmakla beraber insan olarak sevip sevmeme hakkım kusura bakma da kimseye değil yalnızca bana aittir.  

2 yorum:

  1. arkadaşım yazın çok güzel ve etkileyici, gözlemler ve anektodlar da güzel tüm yazdıklarına kalben katılıyorum.
    sadece bir şey soracağım; hadi ben seni anlamadım diyelim, sen beni anladığına eminmisin?

    YanıtlaSil
  2. Tartışmalarımızı artık kendimize özel yaparsak sevineceğim

    YanıtlaSil