Sırt çantam ne zamandır kapının kenarında gitmek için bekliyordu, onu daha fazla bekletmeye içim elvermedi. Ani bir kararla attım sırtıma düştüm yola, biraz kafa dinlemek için kısa ama iyi bir boşluk diye düşünmüştüm. İçine bir kitapla makale atmayı da unutmadım tabi, millet giderken gideceği yerle ilgili şehir rehberi atar, bense her zamanki gibi ders dönemiyle alakalı bir kitap. sözde kafamı dinleyecektim, öyle de oldu (!), kafamda tonla kargaşa...O yüzden kafa dinleme olayını bir daha ele almak lazım, kafa dinleme derken kast ettiğimiz şey aslında huzura erişmektir, ama insan kendiyle başbaşa kaldıkça gerçekten "kafasını dinliyor" içindeki tüm kargaşayı, öfkeyi, yorgunluğu her şeyi...o sesler bir türlü son bulmuyor. Bu yüzden ilk günün ardından kafamı dinlememeye karar verdim ve çıkardım çantadakileri eldekiler Nermin Abadan Unat ile Taylor, Kymlicka, Zizek ve Habermaslı çokkültürlülük tartışmaları. Ne yalan söyleyeyim çokkültürlülük tartışmaları çok iyi geldi, zaman zaman ne dediklerini anlayacağım diye kafam bir dünya oldu. Bir ara öyle uyuşmuştum ki yanlışlıkla su diye alkol mü kullandım, hatta içine bir de toz mu attılar diye düşünmedim değil. Şaka bir tarafa tarihi çok sevsem de ben ya sosyolog olmalıymışım ya da yazar. Çünkü istemiyor olmama rağmen durmadan düşünen bir beyne sahibim ve bu durum sosyolojide işe yarıyor gibi, adamcağızlar yemeyip içmeyip düşünüyor, biz toplumu nasıl düzeltiriz? Habire ortaya farklı teoriler atıyorlar, Türkiye'de sosyolojinin durumu nedir bilmem ama Türk toplumunun durumu (faceden gördüğüm kadarı ile) kes kopyala yapıştır hali. Adamlar kendi duygularını dile getirmekten bile aciz, hemen bir yazar ya da şairin sözünü bulup yapıştırıveriyor. O kadar düşünmekten ve üretmekten uzak ve sıfır bir toplum, ama tabi sırf düşünebiliyor olmanız sosyolog olabileceğiniz anlamına gelmez, öncelikle bu işin sağlam şekilde alt yapısını almak gerekir. Yoksa düşündüğümüz şeyin, yanlış ve eksik taraflarını görmekten çok uzak oluruz.
Türkiye bir göçmen ülkesi değildir, yüzlerce yıla dayanan tarihi geçmişi etnisitesi olan bir devlettir. Kanada, Amerika Avustralya gibi daha tarihi bile olmayan yeni bir kıta değildir, zaten bir birlik beraberliği vardır. Gelenler emek gücü olarak değil, mülteci olarak gelmektedir. Ve bunu söylediğim için üzgünüm ama beğenmiyorsanız gidersiniz, aynı şeyi yurt dışında yaşayan ırkdaşlarım içinde söylerim, hiç kimsenin hiç bir toplumun huzurunu bozmaya hakkı yoktur. Ya gittiğin yerin kurallarına uyar, sorun teşkil etmeden yaşarsın, ya da başına geleceklere katlanırsın. Ayrıca şuna da inanıyorum ki Stephen Castles'in Göçler Çağı'nın son sayfalarında dile getirdiği "ülkeler artık çok kültürlü yapılara doğru evrilmektedir, bu sebeple politikalarını artık buna göre evriltmelidir" söylemini çok Amerikanvari buluyorum. Çokkültürlülük Amerika'nın, Kanada'nın Avustralya'nın problemidir. Geri kalanın değil. Amerika kendi problemlerini de dünyaya satmaya çalışıyor bence..."Siz de çokkültürlülüğü kabul edin sizin de problemleriniz var"...yok kardeşim ben çokkültürlü bir etnisiteye sahip değilim, biz yüzlerce yıldır bir arada aynı tarihi yaşadık burada, hepimiz Osmanlıyız hepimiz Lazız, Çerkeziz,Kürdüz ama neticede Türküz bu kadar Tabiki de tüm kültürleri kabul ediyor ve saygı duyuyorum, ama diyorum ki tarih bize ulus-devletlerin huzurunu işaret etmektedir. Azınlıklar azınlık oldukları her yerde acı çekmiş ve çekmeye de devam edeceklerdir, bu sebeple en güzeli kendi vatandaşıyla, ortak bir tarih ve ortak bir idea içinde yaşamaktır. Ayrıca son olarak demek istiyorum ki Batı'nın üstün olmadığı varsayımının karşıtı çokkültürlülük politikası olmasaydı ya da çokkültürlülük Batı'nın biricik ve tek olduğu savına alternatif olarak üretilmeseydi beki bugün tartışıldığı manada yapaylık ve zorlamaya sahip olmaz, bireyselcilik eleştirisine karşı çok daha iyi bir sav üretebilirdi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder