8 Haziran 2014 Pazar

Taylor, Kymlicka, Zizek ve Habermasla Yola Düşünce ...

Sırt çantam ne zamandır kapının kenarında gitmek için bekliyordu, onu daha fazla bekletmeye içim elvermedi. Ani bir kararla attım sırtıma düştüm yola, biraz kafa dinlemek için kısa ama iyi bir boşluk diye düşünmüştüm. İçine bir kitapla makale atmayı da unutmadım tabi, millet giderken gideceği yerle ilgili şehir rehberi atar, bense her zamanki gibi ders dönemiyle alakalı bir kitap. sözde kafamı dinleyecektim, öyle de oldu (!), kafamda tonla kargaşa...O yüzden kafa dinleme olayını bir daha ele almak lazım, kafa dinleme derken kast ettiğimiz şey aslında huzura erişmektir, ama insan kendiyle başbaşa kaldıkça gerçekten "kafasını dinliyor" içindeki tüm kargaşayı, öfkeyi, yorgunluğu her şeyi...o sesler bir türlü son bulmuyor. Bu yüzden ilk günün ardından kafamı dinlememeye karar verdim ve çıkardım çantadakileri eldekiler Nermin Abadan Unat ile Taylor, Kymlicka, Zizek ve Habermaslı çokkültürlülük tartışmaları. Ne yalan söyleyeyim çokkültürlülük tartışmaları çok iyi geldi, zaman zaman ne dediklerini anlayacağım diye kafam bir dünya oldu. Bir ara öyle uyuşmuştum ki yanlışlıkla su diye alkol mü kullandım, hatta içine bir de toz mu attılar diye düşünmedim değil. Şaka bir tarafa tarihi çok sevsem de ben ya sosyolog olmalıymışım ya da yazar. Çünkü istemiyor olmama rağmen durmadan düşünen bir beyne sahibim ve bu durum sosyolojide işe yarıyor gibi, adamcağızlar yemeyip içmeyip düşünüyor, biz toplumu nasıl düzeltiriz? Habire ortaya farklı teoriler atıyorlar, Türkiye'de sosyolojinin durumu nedir bilmem ama Türk toplumunun durumu (faceden gördüğüm kadarı ile) kes kopyala yapıştır hali. Adamlar kendi duygularını dile getirmekten bile aciz, hemen bir yazar ya da şairin sözünü bulup yapıştırıveriyor. O kadar düşünmekten ve üretmekten uzak ve sıfır bir toplum, ama tabi sırf düşünebiliyor olmanız sosyolog olabileceğiniz anlamına gelmez, öncelikle bu işin sağlam şekilde alt yapısını almak gerekir. Yoksa düşündüğümüz şeyin, yanlış ve eksik taraflarını görmekten çok uzak oluruz. 

Gelelim çokkültürlülük mü aksi mi tartışmalarına, size burada okuduğum her şeyi yazıp anlatmaya kalksam ne benim vaktim ne sizin sabrınız el verir. Çokkültürlülük tartışmaları aslında soğuk savaş bitiminde, sömürgelerin bağımsız olması, ulus devlet inşaaları ve bu esnada ezilen azınlık tartışmaları ve Avustralya, Kanada gibi devletlerin asimilasyonu bırakıp çokkültürlü politikayı benimsemesi ile ortaya çıkmıştır. Ve tabi bunun ortaya çıkışında modernizmin ve Avrupa tekelciliğinin karşısına dikilen postmodernizmin de etkisi büyük. Zaten en büyük tepki, o zamana kadar (ve aslında halen) kendini ulaşılması en yüksek nokta, ve yaşayan tek çağdaş uygarlık olarak görüp dünyanın geri kalanını kendine benzetmeye yani "evrenselleştirmeye" çalışan Batı'nın tekelciliğine...Batının modernizmine ve tekelciliğine karşı, geri kalanın çokkültürlülüğü ve farklılıkların ayakta alkışlanması ve böylece başlayan "kabilecilik çağı"...Yukarıda bahsi geçen sosyologların hepsi farklı ülkelerde yaşamış, her biri sorunu kendi ülkesinden ele almış, üstelik her birinin sözlerinde önemli doğrular olmakla birlikte ben yalnızca bir tarih öğrencisi (ve üç dönemdir bir şekilde azınlıklarla ilgili ders alan bir öğrenci) olarak konuya baktığımda diyebilirim ki, yukarıda liberalizm ve onun getirdiği bireyciliği eleştiren sosyologlar ne denli haklı yanlara sahip olsa da kendi devlet modelim için ulus-devlet en iyisidir. Her ne kadar içinde bulunduğumuz çağ kabilecilik çağı olarak adlandırılsa da, kabilecilik ve çokkültürlülük politikaları benim ülkemi yıkmaktan başka işe yaramaz. Ayrıca, bir kültürün korunması neden illaki devlet eliyle olmalı anlamış değilim. "Ne Mutlu Türküm Diyene" sloganı altında birleştirilmiş ve anayasasından din argumanını da çıkartıp, ülkesindeki her bir vatandaşa "birey" olarak bakan bu sayede Laza, Çerkez'e, Kürt'e, Türk'e, Yahudi'ye, Ermeni'ye aynı mesafede durup, tek bir bayrak altında belli sınırlar içinde olup, halkının güvenliği refahı için çalışan bir devlet politikası neden kötü olsun? Her bir grubun sahip olduğu etnik ve kültürel özellikleri korumak neden devletin sorumluluğu olsun? "Liberal sistem ve bireyciliği içimizi boşaltıp bizi değerlerimizden yoksun bir hale getiriyor" söylemine katılmıyorum. Evet batının tekelciliği ve tüketimini sahiplenmiş ve özenti halinde bunu uygulayan bireylere sahip olduğumuz doğru olabilir ama bu durum, değerlerimizi kaybettiğimiz anlamına gelmez, kızların bir örnek gibi 501 Levis kot giymesi ya da hepsinin film yıldızları gibi görünür hale gelmesi bu insanların bizim özümüzde var olanları kaybettiği ve kültürün parçalandığı anlamına gelmez. Arkadaş çevreme ya da yeğenlerime, onların arkadaşlarına, girdiğim ortamlara baktığımda söyleyebilirim ki, insanlar dış görünüş olarak daha bakımlı hale bürünüyor olsa da özünde hepsi aynı insan...Çocuklarımızı yazları yüzmeye yollarken halen bir taraftan da Kuran Kurslarına gönderiyoruz, daha çok ufak yaşlarda onları oruçla tanıştırıp, bir taraftan da israfın ne denli kötü olduğunu öğretiyoruz. İnsan olarak mutluluğumuzun komşumuzun da mutluluğundan geçtiğini anlatıyoruz. Paylaşmanın değerini, birileri açken tok yatamayacağımızı işliyoruz. Büyüklere daima saygı göstermeyi, onların tecrübesinin önemini vurguluyoruz. En azından kendi geniş ailem adına konuşacak olursam bu anlamda çok başarılı evlatlar yetiştirdiğimizi söyleyebilirim. Dışarıdan bazı şeyleri saklıyor olmak, ya da öyle değilmiş gibi görünmek, var olan tüm değerlerimizi yitirdiğimiz anlamına gelmez. Ve bölgesel geleneklerimiz de biz yaşattığımız sürece yaşamaya devam ediyor ve edecektir. Bence burada konuyu uç boyutlarda çokkültürlülük mü liberalizmin bireyselciliği mi diye ele almak yerine sorunun asıl odak noktasına bakmak gerekir. 

Türkiye bir göçmen ülkesi değildir, yüzlerce yıla dayanan tarihi geçmişi etnisitesi olan bir devlettir. Kanada, Amerika Avustralya gibi daha tarihi bile olmayan yeni bir kıta değildir, zaten bir birlik beraberliği vardır. Gelenler emek gücü olarak değil, mülteci olarak gelmektedir. Ve bunu söylediğim için üzgünüm ama beğenmiyorsanız gidersiniz, aynı şeyi yurt dışında yaşayan ırkdaşlarım içinde söylerim, hiç kimsenin hiç bir toplumun huzurunu bozmaya hakkı yoktur. Ya gittiğin yerin kurallarına uyar, sorun teşkil etmeden yaşarsın, ya da başına geleceklere katlanırsın. Ayrıca şuna da inanıyorum ki Stephen Castles'in Göçler Çağı'nın son sayfalarında dile getirdiği "ülkeler artık çok kültürlü yapılara doğru evrilmektedir, bu sebeple politikalarını artık buna göre evriltmelidir" söylemini çok Amerikanvari buluyorum. Çokkültürlülük Amerika'nın, Kanada'nın Avustralya'nın problemidir. Geri kalanın değil. Amerika kendi problemlerini de dünyaya satmaya çalışıyor bence..."Siz de çokkültürlülüğü kabul edin sizin de problemleriniz var"...yok kardeşim ben çokkültürlü bir etnisiteye sahip değilim, biz yüzlerce yıldır bir arada aynı tarihi yaşadık burada, hepimiz Osmanlıyız hepimiz Lazız, Çerkeziz,Kürdüz ama neticede Türküz bu kadar Tabiki de tüm kültürleri kabul ediyor ve saygı duyuyorum, ama diyorum ki tarih bize ulus-devletlerin huzurunu işaret etmektedir. Azınlıklar azınlık oldukları her yerde acı çekmiş ve çekmeye de devam edeceklerdir, bu sebeple en güzeli kendi vatandaşıyla, ortak bir tarih ve ortak bir idea içinde yaşamaktır. Ayrıca son olarak demek istiyorum ki Batı'nın üstün olmadığı varsayımının karşıtı çokkültürlülük politikası olmasaydı ya da çokkültürlülük Batı'nın biricik ve tek olduğu savına alternatif olarak üretilmeseydi beki bugün tartışıldığı manada yapaylık ve zorlamaya sahip olmaz, bireyselcilik eleştirisine karşı çok daha iyi bir sav üretebilirdi.               

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder