Eşim beş gündür bir sınava hazırlanıyor, o yüzden elinde yaklaşık 1000 sayfalık bir kitap her gün 200 sayfa okuyup bitirerek, yarınki sınava hazır olmayı planlıyor. E tabi koca kitabı 5 güne sığdırmaya çalışınca ve kendisi aslen sayısalcı da olunca, bu kadar okuma yapmak fazla geldi. O kadar ki, isyan edip "her gün oku oku, böyle hayat mı olur, sen de bırak doktorayı kendine böyle eziyet etme" dedi. Ben genelde okuduğum kitapları "hoca ödev verdi o yüzden okumak zorundayım" şeklinde lanse ettiğim için, benim sürekli ödev icabı okuduğumu sanıyor :) en azından bu yazıyı okuyana kadar öyle sanmaya devam edecek. Ama benimkiler aslında genel olarak keyfi, tabi zorunlu kısmı da var ama ben eğlendiğim için problem yok. Dün kütüphanede yeni bir makale için kaynak taraması yapıyordum, Joseph C. Grew'in "Atatürk ve Yeni Türkiye" isimli eserine tesadüf ettim. Bir kaç sayfa karıştırdım ilgimi çekti, aldım ve okumaya başladım hemen. Kitap, Grew'in anılarını, hatta günlüğünü demek daha doğru olur evet günlüğünü içeriyor. Grew kim derseniz, ABD'nin Türkiye'ye atadığı ilk büyükelçi. 1927'den 1932'li yıllara dek geliyor notları. Ben daha ancak 70.sayfadayım, ve açıkçası okuyup bitirmek için can atıyorum. Bir kere su gibi akıyor, yeni Türkiye'yi ve Ankara'yı görüyorum hele de 1926 yılı çalışmasından sonra üstüne 1927'yi bulmak, çölde su bulmak gibi oldu. Çok şaşırtıcı bilgiler anılar var. Atatürk'ün nutkunu okuduğu anlardan tutun, 28 Ekim 1927'de yaşanan nüfus sayımına, diğer yabancı büyükelçilerin çekememezliği ve siyaseten takındığı tavırlardan, ABD'de yaşanan iktidar kavgasından sebep ABD'ye hızla yollanma kararı alınan Türk büyükelçisi Ahmet Muhtar Mollaoğlu'nun, ABD'ye varmak üzereyken neden ABD basını tarafından Ermeni katili olarak lanse edildiğine varana dek, kitapta yok yok...14 Ocak 1928, Cumartesi, tarihini attığı notunu okuyordum, gözümün önüne birden Hemingway ve Gellhorn geldi, istem dışı gülümsedim, ben okumayayım da ne yapayım dedim. Bana en çok zevk veren olaylardan birini yaşadım, tarihi pek çok kişiliği birbiri ile bağlantılayacak bilgilere ulaşmak, aynı kişileri farklı kişilerden görmek.
Grew'in 14 Ocaklı notunda, Dışişleri Bakanlığı'nın kendileri adına verilen yemeğe karşılık olarak verdiği yemekten bahseder. Yemekte Tevfik Rüştü Aras, Nusret Sadullah, Ragıp Raif gibi (daha ismini vermediği) pek çok insan vardır. Tevfik Rüştü konuşmaya başlar, söz döner dolaşır politikaya gelir. Ve Tevfik Rüştü söze Çin ile başlar. Tevfik Rüştü'ye göre Chiang Kai-Shek'in (o zaman Çin yönetimini yeni ele geçirmişti yahut o sıralar geçirecekti) geleceği parlaktır, kesinlikle başarılı olacaktır. Diğer taraftan O'na göre Komünistler başarısızlığa uğrayacak, Chang Tso-lin sonunda Mançurya'dan sürülecek, Chiang Kai-Shek Pekin'i ele geçirecek ve daha sonra Milliyetçi Çin'i birleştirecektir. Tevfik Rüştü, Türk Maslahatgüzar'ı aracılığıyla Chiang Kai-Shek'e mesaj yollamış, Mançurya, Moğolistan ya da Türkistan'ı Milliyetçi Çin'e katmaması gerektiğini çünkü bu gibi ilavelerin güçten çok zayıflık getireceğini söylemiştir. Ayrıca büyükelçiye verdiği sırra bakılırsa, Chiang Kai-Shek, Türkiye'yi ve Atatürk'ü ziyaret etmeye hazırlanmış ancak arkasından askeri politik bir iş çevrilince seyahati iptal etmiştir. İşin ilk ilginç yanı, (merak ettim netten baktım)Tevfik Rüştü Aras, söylediği 3 noktada da haklı çıkmıştır. Chiang Kai - Shek idareyi ele almış, çok uzun yıllar da elinde tutmuştur bu 1, Chang Tso-lin Mançurya'dan sürülmüştür bu 2, Çin'e katılan diğer bölgeler Çin'i zayıflatmıştır bu 3. Bunlar aslında ilginç olmak bir tarafa Tevfik Rüştü'nün ne denli tecrübeli bir devlet adamı olduğunu gösterir. Şimdi gelelim neden Chiang Kai - Shek deyince, gözümün önünden Hemingway'in ve Gellhorn'un geçtiğine. 4-5 akşam önceydi, Hemingway & Gellhorn aşkını anlatan bir film izledim, Gellhorn ABD'nin önemli savaş muhabirlerinden biridir, Hemingway zaten malumunuz. İkisi evlenir evlenmez Gellhorn sürmekte olan Çin-Japon Savaşı ve etkilerini görmek için Çin'e gitmek ister (1946-47 gibi), Hemingway de eşine eşlik eder, bir nevi balayı gibi düşünür. Gellhorn, kendisine gösterilmek istenen manzaradan çok, gerçek manzarayı görmek ister, halkın içine dalar, sonuç ciddi bir yıkımdır. Halk açtır, sersefildir, yanmaktadır, sokaklardadır. Gellhorn üzüntüsünden kahrolur, bu arada Hemnigway 5 yıldızlı bir otelde, yeni edindiği arkadaşlarla içkinin ve Çin zenginliğinin tadını çıkarmaktadır. Gellhorn ve Hemingway Chiang Kai-Shek ile buluşur. Gellhorn, Chiang Kai-Shek ve karısının, çok bilmiş, süslü, zengin duruşlarından hoşlanmaz, kendilerine uzatılan pahalı yiyeceklere de elini sürmez. Gördüğü manzaradan bahseder, halkı anlatır, Chiang Kai-Shek'in karısı sinirlenir, güzel şeyleri görmek varken neden kötülerin peşinden gittiğini sorar. "Halkın nasıl yönetileceğini en iyi biz biliriz" der. Gellhorn şok geçirir ve büyük de bir hayalkırıklığı... Ne yalan söyleyeyim bende de ciddi bir nefret uyandırdılar. İnsan toplulukları sokaklarda yanıp, açlık ve susuzluktan kırılırken birilerinin her şeye sahip olup, içten kahkahalar atması ve bu birilerinin bir ülkeye yönetici olması.
Toparlayacak olursak 1-Tevfik Rüştü haklı çıkmıştır, Chiang Kai-Shek çok uzun yıllar Çin'i elinde tutmuş bu anlamda O'nun söylediği bağlamda başarılı olmuştur, ancak hayatını okuduğum zaman başarısının tartışılması gerektiğini gördüm ve Gellhorn'un haklı da olduğunu, 1946 ve sonrası için şöyle yazıyor hakkında: "Çin için değersiz biriydi ama uluslararası alanda ünü artmıştı". Çünkü başarı bir ülkeye sahip olmak değildir sadece, başarı O halkı kalkındırmak ve acılarını dindirmek için elinden geleni yapmaktır ayrıca. 2- Dünya'nın ne kadar ufak olduğunu gördüm bir kez daha, ordan burdan bir sürü farklı insan, Amerikalısı, İspanyolu, Çinlisi,Türkü tek bir yazı altında birleşti işte, biraz benim ama daha çok edebiyatın, tarihin , sinemanın ve kitapların gücü sayesinde. Bir de eşim gelmiş diyor ki, bırak okumayı kendine böyle eziyet etme :) halbuki anlatacak yeni hikayelerim var şimdi, bundan güzel eziyet mi olur ?