Gece gece gözüme çöp battı, yattım ama uyuyamadım, kafamda bir sürü cevapsız soru, eski notlarımı arıyorum bugünlerde, aradıkça da bir sürü anı çıkıyor karşıma, yazılmış onlarca defter, tutulmuş yüzlerce anı. Onlardan biri takıldı kafama, "kader" deyip geçtim. Sonra yine o malum soruya takıldım, "insanın hiç mi iradesi yok". Aslında 2009 yılına kadar verdiğim cevap çok netti. Kaderin bizim verdiğimiz kararlardan ibaret olduğuna inanırdım. Yani özgür bir irade var, ve yazılmış olan kader de, tamamen bizim yaptıklarımızın önceden bilinip yazılıyor olduğuydu. Ancak 2009'da ilginç bir şey yaşadım (aslında bu akşam bulup okuduğum ve kafama takılan da tam olarak bu oldu). Sıcak bir yaz günü, iş yerindeyim, yüksek lisans tezimle uğraşıyorum. Sıcak ve bıkkınlık birleşip bunalım, tavan yapmış. bilgisayar ekranında boş yeni bir sayfa açıyorum. Ne olduğunu bilmediğim bir şeyler yazıyorum. Cidden yazdığım şey hakkında en ufak fikrim yok. İlk sayfa bittiğinde tek gördüğüm gök mavisi bir deniz, yanyana sıralanmış bir dağ dizisi, rengarenk kır çiçekleri; (gerberalar,papatyalar, kandiller, süsenler) balkonu şakayıklarla dolu beyaz damsız bir ev, uçsuz bucaksız bir sahil... Belki bilinçaltı... olmak istediğim yer. İşin ilginci o çiçeklerin hepsini sanki önceden kurulmuşum gibi, yazdığım esnada hemen açıp "google"dan arayıp buluyorum. Ve daha da ilginci yazmaya devam ediyorum, günün sonunda 15 sayfa olmuş. Hiç tanımadığım iki insandan bahsediyorum, onlar mutlu hem de çok. Garip ama ben de mutluyum. Ertesi sabah işime ve teze dönüyorum, bir yandan da aklım tanımadığım o çiçekli böcekli dünyadaki yeni çiftte. Ne yapıyorlar acaba, her şey hala güzel mi?
Ne yazmışım diye merakla bakıyorum, hemen bir kaç düzeltme yapıyorum, yazım hatalarını ama. Sonra neden bilmem bir arkadaşıma yollama gereği duyuyorum. "Kızım sen cidden çılgınsın, müthiş olmuş devam et" diyor. Genelde, sözünü dinlediğim bir arkadaşım, o yüzden hiç itiraz etmiyorum. Tez arası bir mola deyip yaklaşık 35 günümü gece gündüz ona ayırıyorum ve neticede yaklaşık 350-400 sayfalık bir kitap çıkıyor ortaya. Buraya kadar tuhaf olan bir durum yok. Tuhaf olan, yazdığım hiç bir şeye müdahale edememiş olduğum gerçeği. Bazı geceler kafamda kurgu yaratıp yarın uyandığımda "Georgia'yı o durumdan çıkaracağım... cenazeye yollamayacağım...o mektupları asla bulamayacak..." gibi pek çok şey planlayıp, uyanıp da bilgisayar masasına kafamda bu planlarla gitmeme rağmen, yazmaya başladığım an her şeyin farklı gelişiyor olmasıydı. Sanki bedenimin içinde bir başka ben daha vardı, ve yazmaya başladığım an, saklandığı yerden fırlıyor, tüm ruhunu bilgisayara aktarıyordu. Bu o sıralar o kadar çok kafama takıldı ki, kendimi sürekli şekilde "kitabın bile kendi kaderi var, ne yapsam değiştiremiyorum" derken bulmaya başladım. Hele ki kitap bittiğinde ve düzeltmeler için okumaya başladığımda gördüğüm manzara benim için şok edici oldu. Kitabın kendi kaderinin olması bir yana, kitabın ana karakteri de, kitabın kendisi de "özgür bir irade olmadığını ve karşı konulamaz bir kader olduğunu" vurguluyordu. Bunu fark ettiğim an kendimden korktum, ekranı kapattım. İnsan nasıl olur da asla inanmadığı bir durumu savunur şekilde yazar, hem de kendi iradesinin dışında ??? Bundan o kadar korktum ki, romanı alıp, bilgisayarın en derin noktalarına gömdüm. Tezime döndüm ve yaklaşık 1 yıl ona hiç bakmadım. İşte bu akşam bulduğum notlar, tam da o günlere ait: yazmaya başlayışımın üçüncü günü "durduramıyorum, oysaki çok yorgunum, gece 24.00" sekizinci gün " annem diyor ki zayıflamışım, gözlerime morluk çökmüş...23.30", on ikinci gün "Georgia o mektupları asla bulamayacak, evet bulamayacak tam olarak bu şekilde devam ettireceğim...23.26", on üçüncü gün "mektupları buldu, bu romanı kim yazıyor ...00.10" yirmi ikinci gün "niye kafa patlatıyorum ki nasılsa, kitabın kendi iradesi var 22.45" otuz beşinci gün "bitti,,,parmaklarım da ben de eridim, 01.15" otuz altıncı gün "korkutucu hem de çok!!! uyu ve unut!!!göm gitsin!!!"
Bu notları bulup okuyunca, uykum kaçtı, tam bir deli güncesi... o satırları yazana dek düşündüğüm şeyle yazdıktan sonra inanmak zorunda olduğum şey arasındaki taban tabana zıtlığı anımsadım. Kader vardır, özgür irade yoktur. Bu mudur yani? Gerçekten, ne yaparsak yapalım ne kadar kaçarsak kaçalım, dönüp dolaşıp kaderin istediği noktaya mı varıyoruz. Ne kadar terk edersek edelim, yine büyük bir güç alıp bizi aynı noktaya mı döndürüyor? Aslında son 3 yılımı gözden geçirince rahatsız edici bir biçimde evet dediğimi görüyorum, zamanında kaçmaya çalıştığım ne varsa içine düştüm, yapmam dediğim ne varsa yapmaya başladım. Ve bunların hiç biri, ben istediğim için olmadı. Aksine bana rağmen oldu. Bu gece aslında güzel bir şairden ya da yazardan bir kaç satır bir şey karalayım istedim, kafamdaki soruları dağıtmak için, çalışma odama geldiğimde ne zamandır el atmadığım "K" serime el atıp güzel bir şeyler okuyayım ve kafamdaki her şey dağılsın. Sizlere de güzel bir şeyler karalayım dedim. O sebeple gözümü kapatıp serinin içinden rastgele bir dergi çektim, 125. sayı çıktı kapakta beyaz sakalıyla Sıgmund Freud'u görünce, "yok olmadı bana bir şair bir edebiyatçı lazımdı" dediğim an yanındaki tanıtım yazısının ona ait olmadığını gördüm, başka bir yazarın kitabından satırlar vardı: "tespih tanelerinde anadilini aramak" hah tamam işte bu, güzele benziyor dedim ki o an yazarın ismini de gördüm: "Mıgırdiç Margosyan" "Allahım şaka mı bu???" diye bağırıp dergiyi masaya koydum, okudum ama yazmamaya karar verdim. Ermeni meselesi ile uğraşmayacağım diye kendimi paralamama rağmen nasıl olduğunu anlamada iki tane Ermeni yazısı kaleme aldım zaten, üzerine bir de Ermeni yazar ve roman tanıtımı yapmak...hayır yapmayacağım, Yazar kötü olduğu ya da milliyetçilik yapıyorum falan diye değil, ilgisi yok, ben kitaplarından parçalar okudum, gerçekten hoş, okuyun derim, ama yazmıyorum... "tamamen özgür irademi kullanmak için" en azından bu gecelik, hepsi o. Kader bu kadarına da karışmaz heralde...
Gece Yarısı 02.40...Ve Benim Hâla Uykum Yok...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder