31 Ocak 2014 Cuma

Ve Bir Kitap Gelir, Hayatınız Alt Üst Olur

Bir kaç gün önceydi, Amerika Kıtası'na yapılan göçleri okurken, dipnotlardan yola çıkarak asıl okunması gereken kitabın Kemal Karpat'ın "Osmanlı Nüfusu" olduğunun fark ettim. Üniversitenin kütüphanesinde olduğunu görünce, eşimden rica ettim getirdi. Kitap eve geldiği sırada ben Mehmet Temel'in "İşgal Yıllarında İstanbul'un Sosyal Durumu"nu okuyordum, bir kitabı bitirmeden ötekine başlama huyum olmadığı için, Kemal Karpat'ın kitabına başlama gibi bir düşüncem de yoktu. Nitekim başlamamıştım da gece 12'ye kadar Mehmet Temel'i okudum, sonra yatma vaktinin geldiğine karar verip kitabı masanın üzerine bırakmış gidiyordum ki, bu mor kapaklı şirin görünümlü ama bir ansiklopedi boyunda olan kitaba şöyle bir bakayım dedim, işte son günlerin en büyük hatasını o an yaptığımı sonradan anlayacaktım. Çünkü şöyle bir hızlıca baktıktan sonra önsözünde ne demiş, sonrasında ne olmuş diye okurken hatırladığım tek şey eşimin geldiği ve "sen ne zaman kalktın?" diye sorduğuydu. O ana kadar cidden sabah olduğunu fark etmemiştim. Ve işin daha da ilginci sabah olduğunda vardığım sayfa sayısı 12'ydi. Zaten şimdi şöyle düşünüyorum ki ömür biter bu kitap bitmez. Anlaşılmaz çok ağır bir dili var, o sebeple ancak o kadar okuyabildim olayı değil. Aksine güzel bir dili, güzel bir anlatımı var. Ancak Kemal Karpat inanılmaz bir eser koymuş ortaya, ezber bozan bir kitap, "Tahsin Paşa'nın Yıldız Hatıraları"ndan beri hiç bir eser beni böyle alıp yerden yere vurmadı, hiç biri beni bu denli heyecanlandırmadı. Tahsin Paşa'yı okuyup bitirmem 2 haftayı geçmişti, hem de tüm gün durmadan okumama rağmen, işte Kemal Karpat'ın eseri de öyle. Sizi öylesine düşünmeye, irdelemeye, bilgilerinizi tartmaya itiyor ki, ilerleyemiyorsunuz, tekrar tekrar geri dönüyorsunuz. Kitabı okurken Henri Pirenne'nin "Orta Çağ Kentleri"nin Osmanlı versiyonunu okuyor gibi hissettim, ya da Braudel'in "Akdeniz Dünyası", Durkheim'in "İntihar"ını, birincisi böyle bir eserin bir Türk'e ait olması çok büyük bir gurur kaynağı benim için, bizim için, Türk tarihi ve bu ülke için. ikincisi, bu kitap kesinlikle zorunlu bir ders kitabı olmalı, benim tüm Osmanlı algım değişti, yeni çağdan Cumhuriyete geçişte büyük bir boşluk vardı ve hatta cumhuriyete önayak olan kısımda da, işte bu kitap tam da o noktaya değiniyor. Bu ülke nasıl Müslüman bir ülke haline geldi, Osmanlı imparatorluğu aslında neyi ifade ediyordu? Türklük aslında nedir? Sultan Abdülhamit "İslamcılık" politikası derken içte aslında neyi hedefliyordu? Sultan Abdülhamit'in ne denli zeki bir insan olduğunu elbette biliyoruz ama gerçekten Kemal Karpat'ın anlattığı şekli ile içte bir İslamcılık mı benimsemişti (o kısmı okurken cidden tüylerim diken diken oldu, bu denli iyi bir örgütlenmesi, planlaması olması müthiş) Beni hayrete düşüren noktalardan biri (Osmanlı kesinlikle Kayı boyundan değildir, asla da olamazdı sözünden çok -yeniçağcı olmadığım için- ) Osmanlı'nın bir ara  Avrupa'dan nüfus ve göçmen talebi, Müslüman nüfus falan değil, ciddi ciddi Avrupalıdan nüfus talebi var, bu konu ile ilgili hükümet yakından ilgileniyor, ilânlar veriliyor, vergi indirimi yapılacaktır yahut vergi yoktur şeklinde, Rumeli ve Anadolu'ya yerleştirilmek üzere isteniyor. Ancak 1860 itibari ile Osmanlı'ya Müslüman göçleri başlayınca batıdan ve kuzeyden Osmanlı bu talebinden vazgeçiyor. Tabi bu sırada Macar göçleri de var. Bir anda Osmanlı'nın rengi değişmeye başlıyor ve Osmanlı artık Müslüman bir ülke olmaya başlıyor. Farklı bir Rumeli, farklı bir Anadolu, farklı bir Arap diyarı..

.Mesela neden bu ülkedeki, Boşnaklar, Çerkesler, Arnavutlar, Tatarlar vb hiç bir vakit ayaklanmazken Araplar'ın ayaklanabildiğini yahut daha Anadolu içine gelirsek Ermeni'nin, Kürt unsurların ayaklanma taraftarı olabildiğini de anlıyoruz. Bu kitaba başlarken kafamdaki en önemli nokta "göçler bir ülkeyi yıkar da, kurar da farklı bir siyasete sürükler de" olgusu olmuştu. Bu kitapla bu olguyu çok açık şekilde görebiliyoruz, öyle güzel anlatıyor ki, gözümün önüne hemen bir Lübnan örneği geliyor, ya da Kemal Karpat'ın verdiği gibi İsrail örneği, ya da dünyadaki Ermeni Diasporası ve Türkiye üzerindeki siyasi yaptırımları, bu bakımdan cidden göçleri bilmeden ve de anlamadan bir devletin dönüşümünü ve oluşumunu anlamak mümkün değil. En azından ben bu zamana dek anladığımız şeyin Osmanlı olmadığını düşünüyorum. Ve kitap bu kadar değil elbet, kitap tam bir hazine. Muhakkak okuyun derim, ve beni hiç yanıltmayan bir noktayı da hemen belirtmek isterim ne zaman tadından yenmez bir tarih eseri bulsam (Niyazi Berkes, Henri Pirenne, Braudel, İlber Ortaylı, Max Weber, Emile Durkheim gibi yazarların yazdığı eserler başta olmak üzere) bu insanların ana unsur olarak sosyolojiyi kullanıyor olması (elbette yan disiplinler de var coğrafya, felsefe, din, psikoloji vb) tesadüf olmasa gerek. Bu arada benim hayatımı niye alt üst ettiği kısmına gelince, okumaya başladığım geceden beri, tüm düzenim bozuldu, gece sabaha kadar ayığım ancak sabah 5'te uykum geliyor uyandığımda ise saat 13.30 - 14.00 oluyor ve malum kış olduğu için 3 saat sonra tekrar hava kararıyor yine akşam olmuş oluyor,geceleri uyumayıp sınava hazırlanan lisans öğrencilerine döndüm, ki ben o dönemlerde bile gece 12yi geçirmeyen bir insandım, ağzıma kahve sürmememe rağmen şimdi uyandığımda ayılabilmek için etrafta nescafe arıyorum, karmakarışık oldum. Dün 2 gibiydi ayıldığımda arkadaşımı arayıp "dengem bozuldu, buluşup gezinsek mi yorulursam belki uyurum" dediğimde, "işte öğrenci dediğin böyle olur, bana benzedin nihayet" diye epey bir dalga geçti. Bu arada "hava soğuk" diye uyardı da sağ olsun. Çünkü en son dışarı çıktığımda hava yaz gibiydi, ince bir gömlekle çıkmıştım, meğer arada kış gelmiş, üşüdüm çok. O sebeple 3 saatten fazla kalamadım, zaten uykum da gelmedi, günleri de takip edemez oldum. Bir de doktoradan çok sevdiğim bir arkadaşım arayıp "hocam toparla beni, dağıldım çok" dedi, ben de ona "beni kim toparlayacak, sen iki gün sonra tatili bitirip döneceksin" dedim. Onu tatil bitirdi, beni hem tatil hem bu kitap bitirdi, düzenim alt üst oldu.

Siz siz olun kitaba gecenin 12'sinde bakmayın, şöyle bir bakış atmak için olsa bile...        

19 Ocak 2014 Pazar

Lost in Translation


Bugün arkadaşlarımdan biri ile oturmuş sohbet ediyorduk, arkadaşım haftaya çıkacağı Bulgaristan macerasının heyecanı yaşarken bir anda "alfabeleri Kiril ise ne yaparım ben" şeklinde bir sohbet açınca konu nasıl olduysa Bulgaristan'dan Japonya'ya geldi, bir an bana dönüp, "Japonya'ya mı gitsek" diye sordu, hiç düşünmeden "hayır" dedim. Japonya kesinlikle görmeyi istediğim ülkelerden biri olmakla birlikte insanın dil yüzünden çıldırmasının kaçınılmaz olduğu ülkelerin başında gelir. Daha önce gitmiş değilim ama Türkçe'ye "Bir Konuşabilse" olarak çevrilen Scarlett Johansson ve Bill Murray'in baş rolünü
paylaştığı filmden dolayı durumu gayet iyi biliyorum. Bir "Japonya" dendiğinde bir de "yalnızlık", aklıma hep bu film gelir, nasıl oldu da bu zamana kadar bu filmi yazmadım, hayret!.. Lost in Translation, "Pretty Woman" ve "Woody Allen filmleri" ile birlikte izleyebildiğim nadir filmlerdendir. (Woddy Allen, deyince O'na da bir gün ayrı bir sayfa ayırayım. O'nu gibi bir dahiyi yazmazsak bu blog çok eksik kalır.) Filmde gittikleri ülkenin dilinin bilmedikleri için ciddi sıkıntı çeken iki insan vardır. Ancak olay sadece gittikleri ülkenin dilini bilmeyen iki insanın çektiği sıkıntı değildir. Derinde daha büyük bir sıkıntı, yani "yalnızlık" vardır. Scarlet Johansson filmde, yeni evlenmiş ve fotoğrafçı olan eşinin işi dolayısıyla Japonya'ya gelip otellerden birine yerleşmiş, eşi tüm gün bazen haftalarca yanında olmadığı için yalnızlıktan çıldırmak üzere olan bir kadını  Bill Murray ise şöhretinin son demlerinde olup reklam çekimi için Japonya'ya giden Amerikalı aktör Bob'u canlandırmaktadır. Bu ikili aynı otelde oldukları için bir müddet sonra tanışır, ve birbirlerinin yalnızlıklarına ortak olmaya başlar, ancak umulduğu gibi bir aşk hikayesi ile değil, çünkü ikisi de evlidir, birbirlerine dokunamayacaklarını bilir, ama çok kısa da olsa şirin, kısa, bazen çılgın bazen hüzünlü bir arkadaşlık geçirirler. Filmin en ilginç yanı bu arkadaşlık içinde bile yaşadıkları yalnızlıktır. Çünkü gece olduğunda herkes kendi odasına ve köşesine çekilir.  Yönetmen, filmde, yalnızlığı perdeye öyle bir aktarmış ki ayakta alkışlamamak mümkün değil, üstelik Nuri Bilge Ceylan'ın "Uzak" filmi gibi sizi sıkıntıdan öldürmüyor . Filmin pek çok güzel karesi olmakla birlikte ben en çok aşağıdaki kareye takıldım. 

Filmi izlerken bu kareyi defalarca dondurduğumu anımsıyorum. Ve ne kadar da tanıdık bulduğumu, hepimizin hayatında zaman zaman olmuştur böyle kareler... İnsanlar sizin ne denli kalabalık olduğunuzu düşünür oysaki siz bu karedeki kadar yalnızsınızdır. Ve hiç bir kare yalnızlığı daha güzel tanımlayamaz diye düşünüyorum. İçinde milyonlarca sesi, insanı barındıran bir şehre tepeden öylece, bir başına bakarsınız. Ne tanıdık bir yüz vardır ne de bildik bir ses. Hayat öylece akar gider ve siz sadece tepeden bakarsınız. İç sesiniz vardır sadece bir de siz, ve dinmeyen öfkeniz. Perdeleriniz kapalıysa gün ile gece birbirine karışır. Anlamazsınız ne vakit güneş doğar ne vakit gün batar, zamanı karıştırmaya başlarsınız...iç sesiniz sussun istersiniz önce, işte öyle anlarda bir köşeye kıvrılıp dinlediğiniz (milyon kere dinlediğiniz) bir şarkı yardımınıza koşar bazen http://www.youtube.com/watch?v=DATKMNuOe-k bazen de sesiyle güne uyandığınız tanıdık bir güvercin...Dünyanın her yerinde güvercinler aynı dili mi konuşur diye düşünürsünüz... Ama sonra gün gelir iç sesinizi kaybetmekten korkarsınız. Öfkeniz bile dinsin istemezsiniz, yitip gitme korkusu sarar çünkü...sonra ne işim var benim burada dersiniz, ama dönecek güç de bulamazsınız... Uzak kalırsanız geçer zannedersiniz, diner her şey. Ama öyle basit olmadığını öğrenirsiniz. Kaçtığınızın yalnızca bir şehir, bir ülke, ya da  bir insan olmadığını...Her şeyin sizle geldiğini de idrak edersiniz. Ama zaman akmıştır bir kere, hayat hiç tınmadan sizi devam etmiştir, geride bıraktığın her şey gibi... çocuklar boy atmış, ağaçlar meyve bile vermiştir. Sense sadece zamanda donup kalmış gibisindir. Bıraktığın noktaya döndüğünü düşünür insanlar, belki sen de ama aslında ne onların gördükleri aynı sen, ne de senin gördüğün aynı kişidir.  Her zamanki gibi kalabalık sanırlar seni oysaki her zamankinden daha yalnızsındır ve de daha sessiz... 

Ve zaman geçince anlarsın aslında  hiç bir yolun boşa olmadığını, tıpkı filmin de dediği gibi "Sometimes You Have to Go Halfway Around The World To Come Full Circle"

10 Ocak 2014 Cuma

Roma'da bir "Mahzen" öyküsü

Nihayet yorucu okul dönemi bitti, tatil başladı. Onun mutluluğuyla dün güne koşarak başladım, sonra uzun süredir görmediğim bir arkadaşımla buluştum, ardından eve dönüp keyifle yemek pişirdim, kitaplıktan rastgele bir kitap seçtim ve okumaya başladım. İşte benim keyifli tatilim... Ama bugün işler bozuldu, tatilimin istediğim gibi geçmeyeceği de anlaşılmış oldu. Bu sabah koşunun temposunu fark etmeden kaçırmışım, yollar da biraz inişli çıkışlı, sonuç incinmiş iki bacak ve artık yürüyemeyen ben. Gerçi değişen pek bir şey olmadı, evden çıkmaya niyetli değildim, yine bolca okunacak kitabım vardı ancak koşamayacak olmak hatta acıdan yürüyemiyor olmak biraz can sıkıcı. Bugün biraz çeviri yapayım diye bilgisayarın başına oturduğumda her zamanki gibi dinleyecek birilerini arıyordum ki tesadüfen Selami Şahin'in daha önce görmediğim bir şarkısına rastladım. Selami Şahin benim için her daim Zeki Müren ile birlikte sürekli dinlenecekler listemde ilk sırayı alır. Fakat işin ilginci, Selami Şahin'in "Mahzen" albümündeki şu şarkıya rastlamış olmamdı  http://www.youtube.com/watch?v=9Jt-Z0bPCx4 şimdi bunun nesi ilginç diyeceksiniz, yıllardır Tanju Okan söyledi şimdi Selami Şahin söylemiş diyeceksiniz, evet öyle ama...hikaye şu, 2012'nin sonunda eşim işleri dolayısıyla İtalya'ya gitti, bense Türkiye'de bazı işlerim olduğu için onunla gidemedim fakat ona daha sonra katıldım. Roma'yı hiç sevmemiştim, şehir keşmekeş tam bir gürültü ve görüntü (aşırı turistten dolayı) kirliliğiydi, her gün ofluyor, sıkıntıdan ölüyordum. Gidişimin 3. günüydü, sabah erkenden uyandım, panjurları açtım, güneşli sıcak bir sabah, henüz yağmur yok, yerler kupkuru... Saat henüz 6.50, eşim uyuyor, bense uyanığım, saatlerce kös kös oturamayacağımı çok iyi biliyorum, yanımda İngilizce testlerden başka bir şey yok, çok bile düşündün deyip fırladım,  eşortmanlarımı giydim sol cebime yalnızca 20 euro sağ cebime ise inerken resepsiyondan aldığım otelin kartını attım. gözlüklerimi de taktım doğru koşmaya, sağıma soluma bakındım ki zaten 2 gün boyunca defalarca etrafında dolanmıştım, 20 dakika koşsam yeter, fazla sağa sola açılmam dedim. En azından koşuya başlarken düşündüğüm şey oydu, ancak kendimi koşarken Colesseum'un önünde bulduğumda  hemen durup panikle kolumdaki saate baktım ki yaklaşık 45-50 dakikadır koşuyormuşum ve tabi ki de kayboldum. Etrafıma bakınıp insan arıyordum ki henüz dükkanlar bile açılmamıştı. Colesseum'un önünde bir kaç turist vardı, tabiki de karttaki adresi bilmiyorlardı. Etrafta taksi de görememiştim ki, bir anda tam karşı yolda durmuş su içmek için mola veren iki kişi gördüm. Onları kaçırmamak için boş yoldan karşıya geçip, ağır tıksak derdimi anlattım, kartı gösterdim. Adam yanındaki adama döndü İtalyanca bir şey söyledi, sonra bana dönüp İngilizce "endişe etme, iş yerimin karşısı" dedi. Otelin karşısında ne vardı ki, cafe, otel sonra yine cafe yine otel ha öyle ya bir de bakanlık binası...Geldiğim yola doğru döndü, "arabayla bırakayım mı, yoksa koşalım mı" dedi, o an çok az ilerimizde bir araba ve şoför koltuğunda biri olduğunu fark ettim. Terli olduğunu, ki doğru sırtı su içindeydi, (üstelik yalnız o değil ben de öyleydim)  bu yüzden ya koşmamız ya da arabaya binmemiz gerektiğini söyledi, "koşalım" dedim. "Güzel" dedi yanındaki arkadaşı arabaya gitti, ve netice itibari ile hafif tempoda koşarak geldiğim yoldan gerisingeri beni otelin kapısına kadar götürüp bıraktı. Ben bin kere teşekkürler ettim, o yalnızca gülümseyip kartını uzattı, "yine kaybolursan ara beni" deyip benimle dalga geçmeyi de ihmal etmedi. Tabi koşarken, bolca sohbet de ettik, öğrenci misin, turist misin, eşin ne iş yapıyor vb... İtalyanlar cidden tam bir Akdeniz insanı o yüzden konuşmayı çok seviyorlar, cana yakınlar. Koşarken istem dışı bir kaç kez dönüp arkamızdan ağır ağır gelen arabaya bakmıştım. Bu arada geçtiğimiz yollarda  açılmış dükkanlardan insanlar arada kibarca selam veriyordu. O an yanımdakinin tanınan biri olduğunu anladım. Fiziki özelliklerinden sporcu olabileceğini düşündüm (ama eski bir sporcu çünkü 45-50 li yaşlarında vardı) Kim olduğunu sordum, verdiği cevaba epey şaşırdım, çünkü adam ekonomi bakanıymış, doktorası da varmış, o yüzden akademiden filan bahsettiğimde pek ilgisini çekmiş, ünlü bir sanatçı falan da olsa şaşırmayacaktım ancak bakan olunca hem şaşırdım hem de epey düşündüm. Hatta ona da sordum, acaba bizim bakanlar böyle koşuyor mu diye, gülümsedi ve "sen söyle" dedi. Sonra biraz Türkiye anılarını anlattı, bir akşam katıldığı bir yemekten söz etti, sonra da  Selami Şahin'i tanıyıp tanımadığımı sordu . coşkulu bir sesle "I am a big fan of him" dedim. "me too" dedi. Sonra anlattı, yemekte tanışmış, dinlemiş, ona bir de albümünü hediye etmiş, hatta en çok da az önce üstte attığım linkteki şarkıyı beğenmiş, bana biraz mırıldandı. Kendi kendime dedim ki Tanju Okan ile Selami Şahin'i karıştırıyor. Ama bozuntuya vermedim. Çünkü Selami Şahin onu bir albümde söylemiş olsa bilirdim. Ben de jest olsun diye Andrea Bocelli dinlediğimi en çok da http://www.youtube.com/watch?v=2JR7AUWRO04 "cuando me enamoro"yu sevdiğimi ama sözlerini bilmediğimi söyledim, ama birazcık müziğinden mırıldandım. Kendi kendime de bir taraftan Selami Şahin onu söyledi mi, döndüğümde bakacağım diyordum ama tabi iş güç derken unuttum gittim, bu akşam şarkıyı tesadüfen gördüm ve video 2011'de yüklenmiş yani bakan haklıymış, Selami Şahin'in yeni bir albümü (bana göre yeni :) varmış üstelik onu da söylemiş, hem de ne güzel söylemiş.

Tüm bu yazıdan çıkan sonuç : Bir daha Viyana dışında hiç bir yabancı şehirde kendi başına koşulmayacakmış bu 1,  Avrupalının bakanı sokakta rahatça koşuyor diye şaşılmayacakmış bu 2. ve dünyanın neresine giderseniz gidin sizle aynı zevklere sahip insanlar bulunabilirmiş bu 3 (gerçi bunu pek çok defa gördüm), Roma sokaklarında "en iyi dostum içkim sigaram" diye mırıldanıp koşan üstüne ben Selami Şahin'i pek severim diyen bir İtalyan'a rastlanırsa onun dönemin ekonomi bakanı olduğu anlaşılacakmış bu da 4 :) şaka bir tarafa, hayat güzeldir, sürprizlerle doludur, bir ülkeye seyahat ettiğinizde asla klasik turistler gibi, turistik bölgeleri gezip kalmayın, kendinizi şehre teslim edin, arka sokaklarını dolaşın, yerli halkın gittiği köşe publara gidin, koşun, kaybolun...bir şehrin tadı ancak böyle çıkar.

Ve bu arada Selami Şahin de cidden çok güzel söylemiş, Zeki Müren'in bir haftadır dönen "bir ilkbahar sabahı"ndan sonra(komşularım kahrımdan ölüyorum sanmış:) artık bir hafta da bu döner durur. Sevgi ve Kitapla kalın ;)

       

1 Ocak 2014 Çarşamba

Deli Güncesi

Gece gece gözüme çöp battı, yattım ama uyuyamadım, kafamda bir sürü cevapsız soru, eski notlarımı arıyorum bugünlerde, aradıkça da bir sürü anı çıkıyor karşıma, yazılmış onlarca defter, tutulmuş yüzlerce anı. Onlardan biri takıldı kafama, "kader" deyip geçtim. Sonra yine o malum soruya takıldım, "insanın hiç mi iradesi yok". Aslında 2009 yılına kadar verdiğim cevap çok netti. Kaderin bizim verdiğimiz kararlardan ibaret olduğuna inanırdım. Yani özgür bir irade var, ve yazılmış olan kader de, tamamen bizim yaptıklarımızın önceden bilinip yazılıyor olduğuydu. Ancak 2009'da ilginç bir şey yaşadım (aslında bu akşam bulup okuduğum ve kafama takılan da tam olarak bu oldu). Sıcak bir yaz günü, iş yerindeyim, yüksek lisans tezimle uğraşıyorum. Sıcak ve bıkkınlık birleşip bunalım, tavan yapmış. bilgisayar ekranında boş yeni bir sayfa açıyorum. Ne olduğunu bilmediğim bir şeyler yazıyorum. Cidden yazdığım şey hakkında en ufak fikrim yok. İlk sayfa bittiğinde tek gördüğüm gök mavisi bir deniz, yanyana sıralanmış bir dağ dizisi, rengarenk kır çiçekleri; (gerberalar,papatyalar, kandiller, süsenler) balkonu şakayıklarla dolu beyaz damsız bir ev, uçsuz bucaksız bir sahil... Belki bilinçaltı... olmak istediğim yer. İşin ilginci o çiçeklerin hepsini sanki önceden kurulmuşum gibi, yazdığım esnada hemen açıp "google"dan arayıp buluyorum. Ve daha da ilginci yazmaya devam ediyorum, günün sonunda 15 sayfa olmuş. Hiç tanımadığım iki insandan bahsediyorum, onlar mutlu hem de çok. Garip ama ben de mutluyum. Ertesi sabah işime ve teze dönüyorum, bir yandan da aklım tanımadığım o çiçekli böcekli dünyadaki yeni çiftte. Ne yapıyorlar acaba, her şey hala güzel mi?
Ne yazmışım diye merakla bakıyorum, hemen bir kaç düzeltme yapıyorum, yazım hatalarını ama. Sonra neden bilmem bir arkadaşıma yollama gereği duyuyorum. "Kızım sen cidden çılgınsın, müthiş olmuş devam et" diyor. Genelde, sözünü dinlediğim bir arkadaşım, o yüzden hiç itiraz etmiyorum. Tez arası bir mola deyip yaklaşık 35 günümü gece gündüz ona ayırıyorum ve neticede yaklaşık 350-400 sayfalık bir kitap çıkıyor ortaya. Buraya kadar tuhaf olan bir durum yok. Tuhaf olan, yazdığım hiç bir şeye müdahale edememiş olduğum gerçeği. Bazı geceler kafamda kurgu yaratıp yarın uyandığımda "Georgia'yı o durumdan çıkaracağım... cenazeye yollamayacağım...o mektupları asla bulamayacak..." gibi pek çok şey planlayıp, uyanıp da bilgisayar masasına kafamda bu planlarla gitmeme rağmen, yazmaya başladığım an her şeyin farklı gelişiyor olmasıydı. Sanki bedenimin içinde bir başka ben daha vardı, ve yazmaya başladığım an, saklandığı yerden fırlıyor, tüm ruhunu bilgisayara aktarıyordu. Bu o sıralar o kadar çok kafama takıldı ki, kendimi sürekli şekilde "kitabın bile kendi kaderi var, ne yapsam değiştiremiyorum" derken bulmaya başladım. Hele ki kitap bittiğinde ve düzeltmeler için okumaya başladığımda gördüğüm manzara benim için şok edici oldu. Kitabın kendi kaderinin olması bir yana, kitabın ana karakteri de, kitabın kendisi de "özgür bir irade olmadığını ve karşı konulamaz bir kader olduğunu" vurguluyordu. Bunu fark ettiğim an kendimden korktum, ekranı kapattım. İnsan nasıl olur da asla inanmadığı bir durumu savunur şekilde yazar, hem de kendi iradesinin dışında ??? Bundan o kadar korktum ki, romanı alıp, bilgisayarın en derin noktalarına gömdüm. Tezime döndüm ve yaklaşık 1 yıl ona hiç bakmadım. İşte bu akşam bulduğum notlar, tam da o günlere ait: yazmaya başlayışımın üçüncü günü "durduramıyorum, oysaki çok yorgunum, gece 24.00"  sekizinci gün " annem diyor ki zayıflamışım, gözlerime morluk çökmüş...23.30", on ikinci gün "Georgia o mektupları asla bulamayacak, evet bulamayacak tam olarak bu şekilde devam ettireceğim...23.26", on üçüncü gün "mektupları buldu, bu romanı kim yazıyor ...00.10" yirmi ikinci gün "niye kafa patlatıyorum ki nasılsa, kitabın kendi iradesi var 22.45" otuz beşinci gün "bitti,,,parmaklarım da ben de eridim, 01.15" otuz altıncı gün "korkutucu hem de çok!!! uyu ve unut!!!göm gitsin!!!" 
Bu notları bulup okuyunca, uykum kaçtı, tam bir deli güncesi... o satırları yazana dek düşündüğüm şeyle yazdıktan sonra inanmak zorunda olduğum şey arasındaki taban tabana zıtlığı anımsadım. Kader vardır, özgür irade yoktur. Bu mudur yani? Gerçekten, ne yaparsak yapalım ne kadar kaçarsak kaçalım, dönüp dolaşıp kaderin istediği noktaya mı varıyoruz. Ne kadar terk edersek edelim, yine büyük bir güç alıp bizi aynı noktaya mı döndürüyor? Aslında son 3 yılımı gözden geçirince rahatsız edici bir biçimde evet dediğimi görüyorum, zamanında kaçmaya çalıştığım ne varsa içine düştüm, yapmam dediğim ne varsa yapmaya başladım. Ve bunların hiç biri, ben istediğim için olmadı. Aksine bana rağmen oldu. Bu gece aslında güzel bir şairden ya da yazardan bir kaç satır bir şey karalayım istedim, kafamdaki soruları dağıtmak için, çalışma odama geldiğimde ne zamandır el atmadığım "K" serime el atıp güzel bir şeyler okuyayım ve kafamdaki her şey dağılsın. Sizlere de güzel bir şeyler karalayım dedim. O sebeple gözümü kapatıp serinin içinden rastgele bir dergi çektim, 125. sayı çıktı kapakta beyaz sakalıyla Sıgmund Freud'u görünce, "yok olmadı bana bir şair bir edebiyatçı lazımdı" dediğim an yanındaki tanıtım yazısının ona ait olmadığını gördüm, başka bir yazarın kitabından satırlar vardı: "tespih tanelerinde anadilini aramak" hah tamam işte bu, güzele benziyor dedim ki o an yazarın ismini de gördüm: "Mıgırdiç Margosyan" "Allahım şaka mı bu???" diye bağırıp dergiyi masaya koydum, okudum ama yazmamaya karar verdim. Ermeni meselesi ile uğraşmayacağım diye kendimi paralamama rağmen nasıl olduğunu anlamada iki tane Ermeni yazısı kaleme aldım zaten, üzerine bir de Ermeni yazar ve roman tanıtımı yapmak...hayır yapmayacağım, Yazar kötü olduğu ya da milliyetçilik yapıyorum falan diye değil, ilgisi yok, ben kitaplarından parçalar okudum, gerçekten hoş, okuyun derim, ama yazmıyorum... "tamamen özgür irademi kullanmak için" en azından bu gecelik, hepsi o. Kader bu kadarına da karışmaz heralde...      
         Gece Yarısı 02.40...Ve Benim Hâla Uykum Yok...