Bu sıralar
Halide’dir, Mozart’tır(eğitim için Viyana’ya gitmeye niyetlendiğimden Mozart’ın
Viyana’sını da anlamaya çalışıyorum) Niyazi Berkes’dir derken anılara iyice sardım.
Beni hayatta mutlu eden iki faktörden biri (eski)basını incelemek diğeri de anı
okumaktır. Çünkü karşınıza öyle anılar, öyle hikayeler çıkıyor ki bildiğinizi
sandığınız her şey yerle yeksan oluyor. Niyazi Berkes anıları yeni kurulan
Türkiye Cumhuriyeti’ne ışık tutmakla kalmıyor ABD’nin 1930lu yıllarına da ışık
tutuyor. Ayrıca öyle ilginç şeyler anlatıyor ki (sanırım sosyolog olduğundan) kırk
yıl düşünseniz aklınıza gelmeyecek, her biri ayrı bir araştırma ve tez konusu
olacak konular oluyor. O ilginç anıları anlatmak uzun ve zahmetli olacağından çok
olmasa da yine de ilginç bulduğum ve beni etkileyen bir olayı aktarmak
istiyorum:
“Atatürk
henüz ölmüştü…Çok acı günlerimizdi. Üniversitenin posta yeri, kitap satılan
mağazanın içindeydi. Atatürk’ün ölümünden sonra her zaman yaptığım üzere sık
sık mektup atmak için gene bir gün postaneye uğramıştım. Elimde birkaç mektup,
sıramın gelmesi için adım adım ilerlerken, arkamda uzun boylu bir oğlanın
elimdeki zarfların üstündeki adresleri okumaya çalıştığını fark ettim. Canım sıkıldı
ve zarflarımı tersine çevirdim. Sıram geldi, zarflarımı pullayıp çıkarken
arkamdaki oğlan bana yetişti. “Arkadaş çok özür dilerim, Türkiye’ye mektup
atmakta olduğunuz fark ettimdi, ondan” dedi. Ben bu münasebetsizliğe içerlemiştim. Biraz sinirli
“bundan
size ne, başkasının zarfına bakılır mı?” dedim. Oğlan “haklısınız, ayıp bir şey, ama bana özgü bir nedeni var, izin
verirseniz anlatayım” dedi. Bu sözlere gelinceye değin ben oğlanın bir Rum
olduğunu İngilizce şivesinden sezmiştim. Devam etti :”ben Yunan asıllıyım, ama anam babam Türkiyelidir. Yarım yüzyıldır bu
ülkede (ABD’de) gençlik hasretlerinden ölecekler. N’olur lütfedip bize bir kez
olsun gelir misiniz? Annemi çok sevindireceksiniz” dedi. Kararlaştırdığımız bir gece verdiği adrese
gittim. Kaldıkları apartmanın tüm ışıkları şenlik varmış gibi yakılmıştı. Oğlanın annesi İstanbullu
bir bayandı. Üstüme sarıldı beni öptü, öptü; yaşlı kollarından zor kurtuldum. Kocası
Edirneli bir Rum’muş. Ağır başlı bir adam. Bu öpüşme sarılma merasimlerinden
sonra koltuklara oturduk. Oturduğum yerin yanında bir sigara, kahve masacığı,
bir de bir Rum metropolit(anladığım
kadarı ile Rum gazetesi) fotoğrafı duruyordu. Atatürk’ün ölümü üzerine o gün
ondan mektup almışlar. Onu getirip
okumaya ve bana İngilizce olarak çevirmeye başladılar, çünkü ikisi de, Türkçeyi
hayli unutmuşlardı. Metropolit sahife
sahife olayı anlatıyordu. Yalnız bir yeri Türkçe
idi : Atanın cenaze günü “Dağ Taş Ağladı” diye yazmıştı. Ana babanın oğlu ile kızları bizi
seyrediyorlardı. Savaşan iki milleti böyle birbirine yaklaştırıp ağlatan adamı
onlarda anlamaya çalışıyordu…” Niyazi Berkes’in bu anısı evdekilerin meşrutiyet
dönemi gençlik anılarından Niyazi Berkes’i evlatları gibi kucaklayıp saatlerce
ağlaşmalarına dek sürer gider.
Bu ve
buna benzer okuduğum yüzlerce anı vardır ki bana hep aynı şeyi söylettirir. Savaş
milletlerin değil, siyasetçilerin savaşıdır, savaşan ise ne yazık ki bağlı olduğu
ülkeye mensup gençliğinin baharındaki zavallı halktır. Halide Edip de Sakarya Savaşı’nı
anlatırken, (Yunanlılarla Türkler arasındaki savaşta) Rum cephesine yaralı
şekilde esir düşen Türk askere, Rumlar çekildikten sonra “yaralarını kim sardı” diye sorar. Aldığı cevap “Rum
doktor” olur. Yine aynı cephede herkes geri çekildiğinde birbirine sarılmış
koyun koyuna yatan Rum ve Türk askerleri bulurlar. Bu durum Halide’yi olduğu
kadar cephedeki taş yürekli gibi duran komutanların içine işler. Yine çok
yıllar sonra Yunanistan’da elçilik yapan sevgili Zeki Kuneralp anılarında 6-7
Eylül olaylarını anlatırken, bu olaylar esnasında eşinin doğum sancısı
tuttuğunda eşinin yanında olan kişinin Yunan Büyükelçisinin karısı olduğunu
anlatır. Ve her şeyden öte geçen yıl yaptığımız Yunanistan ziyareti göstermiştir
ki Türkler ve Yunanlılar, siyaset ve milli eğitim gereği birbirine düşman
olarak aksedilen iki millettir. Ancak halk bazında, bu böyle değildir. Hele
yaşı biraz geçkin olan Yunanlılar Türklere sevgi doludur. Geçen yıl ilk kez Yunan
adalarına tatile giderken Türk olduğumuzu söylemememiz tembihlenmişti oysa öyle
güzel muamele gördük ki, (sürekli tatlı ikramları yapıyor ve bizden para
almıyorlardı) orayı ikinci bir ev gibi benimsedik. Bu biraz kişilik ve niyetle
de ilgili tabi siz konuya siz haindiniz diye girerseniz onlar da siz de bize
eziyet ettiniz diye lafa başlar. Halbuki onların ne suçu var ki onlar sadece
halk. Ama onun yerine bir zamanlar
Osmanlıydık, siyasi konjektür bizi bu hale getirdi. Adalar şimdi şöyle güzel,
İstanbul böyle oldu, nüfus şu kadar, baklavaya biz bu şerbeti koymuyoz, cacıkı
şöyle yapıyoruz diye lafa girdiniz mi, karşınızdakini sizden ayırmanın imkanı
yok. Gerekli olan sadece birazcık özveri. Niyazi Berkes’in anısının ilginçliği
de (ki geçen yıldan beri artık bu duruma şaşırmıyorum) bunu göstermiyor mu,
gurbet elde biri Rum diğeri Türk iki insanı bir araya getirip ağlatan VATANIM
dedikleri toprakları, ATAM diye ağlaştıkları aynı unsur, aynı kişi değil
mi? Tabiki de öyle olacak çünkü başlıkta da yazdığım gibi Aynı Toprakların Çocuklarıyız Biz.
Bu arada
Niyazi Berkes’in “Köy Enstitüleri” de muhakkak okunmalıdır. Çok iyi bir çalışmadır,
cumhuriyetin ilk yıllarında yapılmış ve yazılmış tek tük iyi inceleme eserlerden
biridir. Niyazi Berkes uzun süre köylere gidip orada ikamet edip, köylüyü ve
köylerin durumunu incelemiştir. Hatta bu alanda ilktir bile denilebilir. “Türkiye’de Çağdaşlaşma” eseri zaten
tarihçiler tarafından iyi bilinen efsane bir eserdir. Ama ben bunların yanında “Osmanlı
Neden 200 Yıl Geri Kaldı” yı da şiddetle tavsiye ederim. Ve tabi şu an okumakta olduğum “Unutulan
Yılları” da başlı başına farklı tez konuları içeren olaylarla doludur. Bu kadar
öneriden sonra Niyazi Berkes hayranı olduğum da fark edilmiştir sanırım
gerçekten de öyle batıda Emile Durkheim, ve ilginç tarih yaklaşımı dolayısıyla
Weber, Türkiye’de ise Niyazi Berkes (her ne kadar sürgün şekilde ABD’de yaşamış
olasa da) benim favori toplum bilimcilerimdir.