19 Eylül 2015 Cumartesi

Ne Yapayım Bilemedim

Son zamanlarda sık sık dile getirdiğim "zaman fazlalığı" meselesi, son günlerde bize durmaksızın pişen pasta börekler şeklinde yansımaya başlayınca, bunun daha fazla bu şekilde süremeyeceğine karar verdim (dün gece 11 de kalkıp börek pişirdim ve bu, bu hafta içinde ikinci böreğim oldu). Üstelik sadece 1 gece önce yapılıp yenen börek değil, gün boyunca yapıp yemeyi sürdürdüklerim de cabası, sonunda eşim evden kaçtı, "maça gidiyorum ben" deyip çekip gitti :)) O gider gitmez tatlı bir şey mi pişirsem acaba diye bir an aklımdan geçirdim ama sonra tatlı arzumu dindirmek için latte yapıp içtim, aradan bir saat geçti su almaya indim, çalışma odama dönerken içimden inanın evin merdivenlerini yemek geldi :o kahve rengi ahşap bir anda gözüme tatlı gibi göründü. Sonra kendimi telkin edip en azından yeğenimin zorla açıp başıma bıraktığı ama hiç üzerime almadığım bloğa bir iki bir şey yazarsam belki yapıp yemiş kadar olurum dedim. Başladım bir kaç tarif atmaya, yazmıyorsun tariflerini bizden saklıyorsun diyen hanımlar buyurun tarifler (zaten bende başka yerlerden bulup yapıyorum) http://halaminkitcheni.blogspot.com.tr/2015/09/frnda-kasarl-mantar-dolmas.html  

Kesti mi tabi ki hayır ama en azından bir duruldum. Bir müddet düşündüm, bunalımda mıyım, neden bu denli mutfağa atıyorum kendimi diye ama hayır bunalımda değilim. Yengem geçen yaz nedenini anlayamadığımız (kendisini de anlayamadığı bir biçimde) bunalıma girmiş 1.5 ay boyunca durmaksızın pişirmişti, çılgın gibi yiyorduk, ben yine haftada en fazla 2 gün orada duruyor hafta içleri yakıp dengeliyordum o hiç durmadan yapıp yemişti. Evin mutfağı açık büfeye dönmüştü, tezgahın üzerine sürekli yeni yiyecekler koyuyor, biri bitti mi yerine farklı yeni bir şey yapıyordu. 1,5 ayın sonunda bir akşam (dünya kadar yiyecekle birlikte)tavuk kızartmıştı, çılgın gibi tavuk butunu yerken bir anda bana baktı ve şöyle dedi "inanamıyorum, doydum". O an herkes bir oh çekmişti. Bir an, ben de mi öyle oldum, diye düşündüm ama değil. Ruh halim de keyfim de gayet iyi, çok şükür! Aslında her daim yemek pişirmeyi seviyordum ama vakit bulamadığım için abartılı yapmıyormuşum demek. Hatta bazen oflaya poflaya yapıyordum, kötü de oluyordu. Neticede bunun boşluktan olduğuna karar verdik. Bu boşluğu doldurmak için karı-koca önce hakemliğe başvurmayı düşündük (eşim eski basketçi ben voleybolcu) üstelik yabancı dilimizin olması da büyük avantajdı. Nitekim görüşüp konuştuk da ancak 30 yaş üstü başvuramıyormuş. Üzüldük ama çok da önemsemedik. Eşim, seni bir yere antrenör yapalım dedi. Güldüm, çünkü bugün ki kulüp sayısı eskinin 20'de 1'i oranında, üstelik o iş çok disiplin ve zaman gerektiren bir iş. Evlenmeden bir - iki yıl önce eski antrenörüm, antrenörlük teklifi yapmıştı ama evlenme durumu söz konusu olduğundan, Sakarya - İzmit arası git gel, üstelik de durmadan Türkiye'yi gez, evli bir insan için sıkıntı olabilir diye kabul etmemiştim, sonra eski antrenörümü bir daha hiç görmedim ama işin cilvesine bakın ki, yakın bir arkadaşım kulübün başkanı olunca, davet ettiği için maçlarına gidip izleme imkanı buldum. Hatta izlediğimde içimden "aslında kızlar epey de iyilermiş" diye de geçirmedim değil. Yanılmıyorsam Türkiye 2.likleri ya da 1. likleri de oldu çok emin değilim. Sağolsun her maça davet eder, gittikleri her ile çağırırdı ama o zamanlar okul koşturmasından kafayı kaldırmaya vakit yoktu. Hatta şimdi beni gülümseten bir anekdot: aslında bu bloğun mimarı da odur. Ben daha lisans öğrencisiyken bana durmadan "Nesrin bize haftalık tarih semineri versen" derdi, ben "vaktim yok" derdim (cidden yoktu), sonraları "o halde blog aç, ne okuyor ne izliyor, neler yapıyorsun onu görelim" demeye başladı. O zamanlar açamasam da blog fikrini kafama  o yerleştirdi, bilmem hatırlar mı ? 


Neticede hayatımı birazcık hareketlendirmeye karar verdim, hem beni mutlu edip pişirmemi sağlayacak ya da hem yedirip hem de bol bol yürütüp tarihle iç içe yolculuklara çıkaracak(böylece kilo almayacaksınız) bir yol buldum. Çok pahalı olmayan ve rehber aşçı ya da gurmeler eşliğinde hem pişirip hem tadabileceğiniz (günü birlikten -1 haftaya kadar farklı periyotlarda sürebilen) hafta sonu organizasyonlarına katılma kararı aldım. İşin problemli yanı şu (sizler merak edip soruyor, nedir ne değildir, ya da yeni bir blog yaratıp oradan her şeyi at takip edelim, diyorsunuz), onları nereye yazacağımı bilemiyorum. Seyahat bloğuna olmaz, yemek bloğuna da olmaz, burası da daha çok kitap köşesi gibi... İnstagramda bir hesap mı yaratsam ? ama oraya da uzun uzun yazmaya üşenirim. Ben şimdilik bir düşüneyim sonra ne yapacağıma karar veririm. Yeni bir blog daha açmak zor geliyor. Karar verene dek bol bol fotoğraf çeker, karar verdiğimde toptan yazmaya başlarım.

Yukarıda gördüğünüz resim ise İtalya'dan kalma, ünlü şeflerle beraber pişirip, sonrasında tezgaha sıralıyor ve afiyetle yiyorsunuz. Gelip geçen de alıp yiyebiliyor. Soldan ve alttan ikinci benim ama sormayın tarifi anımsamıyorum, zaten hafızamda tarif bulunmaz. Fakat yapımı hiç zor değildi, yalnız şunu söyleyeyim kek kalıbı ne denli geniş olursa o denli güzel ve hızlı pişiyor, o yüzden pişimi kolay dağılımı güzel olmuştu. Neticede ben bir karar varabilirsem sizleri de bir biçimde haberdar ederim. Ben şimdi biraz gidip İskender Pala okuyacağım "Babil'de Ölüm İstanbul'da Aşk" bakalım nasılmış.

Görüşene dek hoşçakalın                         

14 Eylül 2015 Pazartesi

Elektrik Kesilince

Tam kitap okumaya hazırlanırken elektrik kesilince şaşkın bir şekilde öylece kaldım. Ben de hazır şarjı varken ve ışık saçan tek eşya olduğundan bilgisayarıma sarılıp bari bir şeyler yazayım diye düşünüp aldım sazı elime :) ne yazacağıma dair bir fikrim yok ama bakalım buna da müdahale gelecek mi? En son biraz depresif bir ruh hali ile bir yazı kaleme almıştım, yazdıktan 1 saat sonra ilk mesajı aldım, ardından 2 gün boyunca "ne depresyonu, neyin depresyonu" diyen telefonlar gelince "tamam tamam geçti" deyip, yazıyı kaldırdım. Benim depresyona girmeye hakkım yok :o şaka bir yana mutlu oluyorum aslında, çünkü o kadar hızlı geri dönüş alabiliyor olmam, bloğumun sık sık kontrol edildiğini gösterir. 

Teze başladığımdan beri (iş yükü anlamında) hayatım garip şekilde hafiflemiş durumda. Tezle ilgili malzemeleri mesai saatleri içine hapsedip geri kalanında kendimi zorlamamayı planlamıştım ama zaman içinde bir şeyler hızlanmaya başlayınca boş vakitlerim çoğalmaya başladı. Bu bir yanı ile iyi aslında. Spor her daim yaptığım bir şey olmakla beraber eve ya da kendime çok daha fazla vakit ayırabiliyorum. Hatta artık 2 haftada bir bilgisayardan bir yemek ya da gezi programı da izleyebiliyorum. Hatta istersem her akşam da izleyebilirim ama programa karar vermek karşısına geçip saatlerce bakacağımı bilmek fikri zor geliyor o yüzden çok zorlamıyorum. Onun yerine kitap okumak daha kolay geliyor. Ayrıca yemek programı demek, yemek yapma arzusu demek, bu aynı zamanda eşimin müdahalesi ve hevesimin kursağımda kalması demek, o sebeple o arzuyu hafta sonlarına saklıyorum. Gerçi o da haklı, saat ayarım yok. Bunları niye yazıyorum? "Tüm bunlara nasıl vakit buluyorsun" sorusuna cevap vermek için. Sürekli aynı soruyu duyuyorum ama soru bana garip geliyor, çünkü bence çoğu kadın benim gibi, ama erkekler eşlerinin neler yaptığının farkında olmadığı ancak ben blogda pek çok şeyden bahsettiğim için benim çok fazla şey yaptığımı sanıyor. Belki bir iki ufak fark olarak, tvnin olmaması, erken kalkıp disiplin içinde işleri yapmak, gezmek yerine evde olmayı tercih etmek bir etken olabilir ve tabi çocuğun olmaması da büyük etken ama olunca onu da spora götüreceğim, sağlıklı besleyeceğim hiç kurtuluşu yok :)


Hafifleme duygusu ciddi bir boşluk yaratınca kendimi daha sık (hafta sonları) İzmit'te bulmaya başladım. Yeğenimin pasaklı tavşanı artık gözüme oldukça eğlenceli ve sevimli gelmeye başladı. Nitekim instagramdan takip edenler bizi yerlerde nasıl sürüklediğini, minnacık tavşanın bizi nasıl maymuna çevirdiğini de görmüştür :) Acaba ben de eve evcil bir hayvan alsam mı diye ciddi ciddi düşünürken (o evi batırdıkça ben temizlerdim zaman geçerdi :) tabiki de o malum cümleyle karşılaştım, " tavşan alacağına bebek yap en azından bezine işer" kahkaha atmakla beraber ilk önce "yok artık biraz malzememi yarılasaydım" derken sonra düşününce aslında o kadar da zor görünmedi. Zaten 9 ayı karnında geçiyor ayrıca mesai saatleri içinde bebeği bakıcıya bıraksan, akşam yemeği sonrası nasılsa yapacak bir şey yok, tam böyle düşünürken kafama soru işaretleri yığılıyor acaba kime benzer, babasına mı bana mı? Gözleri kahve mi olur mavi mi? Kitaplara düşkün olup sözelci bir beyin mi olur, yoksa babası gibi sayısalcı mı? Şu günlerde en çok gündemde olan konu çocukları okutup okutmama meselesi, aklıma bir an o da geliyor. Acaba okutur muyum okutmaz mıyım ? Ona kafamda meslek bile buldum ama o sever mi sevmez mi? Ben insanların üniversite okuması taraftarı değilim, kendim de meslek sahibi olmak için başlamamıştım ama kader işte, herhalde sonunda bu alanda bir meslek sahibi olacağım, çocuğu da (eğer sever ve isterse tabi) saçma sapan bir eğitime mahkum etmektense her iki elini iyi kullanmasını sağlayıp dünya çapında bir tenisçi olarak yetiştirmek... Hem spor yapıp sağlıklı bir birey olarak yetişir, hem de iyi para kazanır. Olmaz demeyin benim ailem 2 tane milli oyuncu çıkarmış bir aile. Üstelik bu işler sadece yetenek, azim ve disipline bakar. Eğer istemezse daha farklı seçeneklerim de var tabi. İnsanın aklına çocuk fikri yerleşince otomatik olarak gelecek planları da düşüyormuş demek ki. Tüm vaktimi çocuğa meslek arayarak geçirmiyorum tabi, bu arada izlediğim bir kaç film de oldu. Çocuk olunca uzun süre mümkün olmaz diye görmek isteyip de göremediğim ya da görüp de yeniden gitmek istediğim yerleri kapsayan bir seyahat planı içine girdim. Paris'ten başlayıp (yılda en az 1 kez Fransa'ya giriş yapmazsak bizi bir daha AB'ye almayacaklarmış :)Norveç'e kadar sürecek seyahatin bir kısmı Kopenhag'da geçeceği için, orayla ilgili araştırma yaparken "Copenagen" isimli bir film olduğunu gördüm. Ben Kopenhag'ı görmek adına izlemiştim ama iyi ki izlemişim dediğim bir film oldu, öncelikle filmin müziği çok güzel, sonra konu da hoş, atmosfer de güzel kesinlikle izlemenizi tavsiye ederim ancak izleyecekseniz kesinlikle tek başınıza izliyorsunuz ! Çünkü çok fazla küfürlü ve küfürler çok feci. Ama özellikle Efy'den çok hoşlandım :) 


Ayrıca yine bu seyahatin planlamasını yaparken "Barry White" keşfettiğim bir isim oldu.  https://www.youtube.com/watch?v=Fcd3XuQwDQQ dinleyin bakın tarzı size kimi anımsatacak. Hikayesi de şöyle Ayhan Sicimoğlu'nu izliyorum aslında Sicimoğlu'nun kuzey bölge seyahatlerine bakacakken Antibes seyahatini görünce anılarım depreşiyor, onu izlemeye karar veriyorum. Ayhan Sicimoğlu Antibes'i dolaşırken eski plakların satıldığı bir dükkanın önünde duruyor, eski plaklara bakıyor o anda eline Barry White'ın plakı geliyor ve gülümseyip anlatmaya başlıyor "bundan 20 yıl öncesi İstanbul'da taksiye bindim baktım Barry White çalıyor, radyo sandım sonra baktım şarkılar peş peşe geliyor. Sordum taksiciye sever misin Barry White, nereden bilirsin? Taksici cevap veriyor : "Aa sevmem mi ağbi çok severim, Barry White çok delikanlı bir ağbimizdir !" Ayhan Sicimoğlu bir yandan plağı çeviriyor elinde bir yandan kendi kendine konuşuyor "benim taksicim sever, delikanlı ağbimizdir" diyor. Bu arada elektrik geldi, ve ben Ahmet Ümit'in hiç sevmediğim ama yine de okuduğum için bitirmem gereken kitabı okumaya gidiyorum.

Umarım sizlerin yapacak daha iyi işleri vardır

Görüşene dek sevgi ile kalın