Hayatta öğrenemediğim tek şey oldu "dengeli yaşamak"(sağlıklı beslenmek ve yaşamaktan bahsetmiyoruz tabi). Ya sıkıntıdan öldüm ya da çalışmaktan. Sanıyorum çocukluğumla ilgili bir durum bu. Bugün çocukların ilk okula başladığı bir yaşta(6 yaşında) top sahasının kenarında durmuş, hazırlık maçı yapan takımı seyrederken topun önüme gelip de öfkesiyle tanınan koça (ayrıca okul müdürüne) topu en kısa sürede olduğum mesafeden nasıl atarım havliyle servisi çaktığım gün, sanıyorum ki yazılmış kaderimin hızla işlemeye başladığı gün oldu. İki dakika öncesi "takım mı kuracaksın topu atsana" diye bağıran müdür servisi atmamın ardından yüzünde gülümsemeyle gelip "sen bizim okulda mısın evladım" deyip de ben de "evet" cevabını verince, kendimi sonu gelmeyen antremanların içinde buldum. Sonu gelmeyen diyorum çünkü, hoca beni alıp Kocaelispor'a götürüp, Eczacıbaşı'nın henüz emekli olan kaptanına emanet edince kendimi bir kaç yıl içinde kulübün A Takımı dahil aynı anda 5 takım + okul takımında oynarken bulunca ve her takımın ayrı bir kurulumu ve antremanı olduğundan sabahın 8'inde evden çıkıp gecenin 12'sinde eve gelmek sıradan bir hal oldu. Ne haftasonum oldu ne de tatilim, çünkü yılın yarısında maçlardan uğrayamasam da bir okulum vardı ve benim için tatil demek sınav için çalışmak demekti. Milli takıma alındığım güne kadar yani çok uzun yıllar bu düzen böyle devam etti. Fakat milli olmak ciddi sıkıntılar getirdi(koçlar arası rekabet, çalıştıkları okula gitmem için baskılar daha doğrusu ağır tehditler ).
Kendimi bir anda her şeyi bırakmış, çantayı sırtlamış yola düşer buldum. Ve tek başına çıktığım bu yol belki de hayatımın ilk tatili oldu, ömrümde ilk kez bir şehre maç için değil, gezmek için gitmiş, dağını taşını gezmiş, köylerinde dolanmış, istediğim yerde istedim kadar kalmıştım. Künefe (o zamanlar piyasada yok tabi pek bilinmiyor) yemek için gittiğim İskenderun'da 35 gün kalmış, hayatımın en ilginç günlerini yaşamıştım. Tatil dönüşü (yani 1,5 yıl sonra) ne yaptıysam yeterli gelmedi. Önce eğitim hayatına devam etmek için liseye yazıldım (açıköğretim tabi) sonra vakit geçsin diye bir işe girdim. Bu arada bol bol kitap okudum. Sonra kendimi üniversitede buldum ve gerisi bilindik klasik hikaye...Çocukluktan gelen o alışkanlıktan olsa gerek biri ne zaman bana bir şeyi yap dediyse, hep çok ciddiye aldım. Ölmek vardı ama o işi yapmamak yoktu. Her şey bir tarafa bırakılacak ve önce o iş bitecekti. Hele ki uzun zamana yayılmış bir işse, varsa yoksa gece gündüz yalnız o iş yapılacaktı. ÜDS kursuna giderken, İngilizce Hocası "hocam çalışma sisteminiz nedir?" diye sormuş ben de cevaben "öğlen 11'den önce evin tüm işi, temizliği, yemeği, bulaşığını bitirir, sonra verdiğiniz ödevlerin başına oturup gece 12 ye kadar devam ederim" deyince hoca kocaman gözlerle "ne kadar zamanda ara veriyorsunuz" demiş ben de cevaben "öğlen yemeğinde yarım saat akşam yemeğinde 1 saat(eşimle yediğimden)" deyince hoca ciddi bir şok geçirmişti. "40 dakikada bir ara verin bu çok sağlıksız bir yerde patlarsınız" demişti. Acaba neyimden şikayetçiydi de böyle söyledi diye merak etmişimdir hep, çünkü ödevleri düzenli yapan hatta yanlışı en az çıkan en memnun olduğu öğrencisiydim. Belki de fırsat bulup da kestiremediğim Rapunzel'e bağlayan saçlarımdan korkmuştu :) Şaka bir yana eşimle oturup ciddi ciddi konuşmuş ve tek dersliğine bile olsa İngilizceden uzak kalmam için doktoraya başlatmışlardı. Ama benim için değişen pek bir şey olmadı sadece çalıştığım envanter değişti. Belki birazcık da havam. Ama İngilizce hocamın dediği gibi ara ara patlamalar olmadı değil, çalışmaktan bıkıp isyan bayrağını çektiğim sonra boş boş durmaktan bıkıp yine kitaplara döndüğüm. Ve yine öyle bir zaman dilimindeyim şimdi. Geçen hafta sonuna doğru isyan bayrağını çektim resmen. Cidden bir tatil yapmaya karar verdim, İÇİNDE TARİH KİTABI OLMAYAN BİR TATİL.
Bazen günlerimi saatlerce (3-4 saat) spor salonunda geçirdim, bazen eşimle sabahlara kadar bilgisayardan Teenwolf ya da Vampire Diaries serisi izledim, başka bir gün arkadaşımı alıp sinemaya gittim, ağzımız hayretten beş karış açık halde film izledik önce (tahmin ettiniz tabi o filmi), sonra çocuklar gibi gidip donut yedik, mağazaları gezdik. İlk defa kafamda yapılacak bir şey kaygısı olmadan çocuklar gibi mutlu bir gün geçirdim. Ardından uzun zamandır yapmak istediğim o şeyi yapıp kendimi popüler kültüre bırakarak Orhan Pamuk ve Ayşe Kulin'in son kitaplarını aldım. Elimde bir tarih kitabı yerine Ayşe Kulin'in "Handan"ı ile gezmeye başladım. Ben nereye "Handan" oraya. Pek sevdiğimden değil, aslında hiç sevmediğimden yoksa 300 sayfalık kitap bir günde biterdi. Doğruyu söylemek gerekirse (son zamanlardaki dalgınlığımdan olsa gerek) ben Elif Şafak aldığımı ve onu okuduğumu sanıyordum, Elif Şafak'ın "Aşk"ını okumuş bir insan olarak da Elif Şafak'ın bu hale nasıl düştüğünü anlamaya çalışıyordum ki, bir sabah uyanıp da yatağımın başucunda duran kitaptaki Ayşe Kulin yazısını görünce soğuk duş almış gibi oldum, çünkü vücuduma ağır bir soğuk indi. Zaten (o an) kafamı boşaltmaya ne denli ihtiyaç duyduğumu bir kez daha kavradım. Ayşe Kulin "Veda - Umut" serisi ile çok sevdiğim bir yazar olmuştu. "Hayat-Hüzün"de çizdiği kişilik beni itmeye başladı. Elif Şafak sanarak aldığım ve Halide'nin "Handan"ı ile karşılaştırmalı yazdığı romanı okurken Ayşe Kulin tam bir hayal kırıklığı olmaya başladı. Belki çok ağır olacak ama şunu söylemeden edemedim. "Halide'nin kemikleri sızlıyor mudur?" Kesinlikle sızlıyordur. Halide Edip hayatta olsa Ayşe Kulin ona bu romanı uzatsa Halide "olmamış hemşire" der. Yayınlanmasına izin vermezdi. Hani deveye sormuşlar "boynun neden eğri" deve cevap vermiş "iyi de nerem doğru?". Ayşe Kulin'in "Handan"ı da tıpkı bu. ortaokulda ilk kez kalemi ele almış, yeni yetme bir çocuğun karalayacağı türden bir zırvalık ne yazık ki! Kitapta ciddi kurgu hataları olmak bir tarafa (balkondan düşüş sahnesinde Derya isimli bir şahsiyet Handan'la beraber aynı evdedir, ilerleyen sahnelerde Derya'nın da orada olduğunu yazdığını unutmuş olsa gerek olayı ciddi bir hata ile bağlamış, sonra Amerika'daki evde Halide'nin Handan'ına "hele Defne tutukluluktan kurtulsun" der. Halbuki daha Türkiye'ye gidilmemiş Defne daha tutuklanmamış yani olaylar yaşanmamıştır". Bunun tek bir göstergesi var bu kitap, bittikten sonra ne Ayşe Kulin ne de yayınevi tarafından okunmuş. Zaten ilk andan itibaren şunu düşündüm, kitap belli ki sipariş üzerine çok hızlı yazılmış(en fazla 3-4 günlük iş) ama neden? İlk başlarda (kardeşine gelene kadar) nedir bu bir "Sex and the City" özentisi mi diye düşünüyordum. Sonra işler acayip şekilde değişti. Bir anda siyasete ve Gezi Parkı'na bağlandı. O zaman gerçekten de olayın siparişen ya da para kazanmak amaçlı yapıldığını anladım. Çünkü bir karakterin her hikayesi farklı bir ruh hikayesi olur mu? Yazar hiç bir ruh halinde durmuyor daldan dala atlar gibi bir ruh halinden diğerine atlıyor. Halbuki bir insan karakterini bu denli değiştiremezsiniz. O oldu bunu anladım, bu oldu buna dönüştüm. Bunlar o kadar hızla oluyor ki ışık hızıyla. Sonra Halide'nin "Handan"ıyla yapılan diyaloglar öyle kötü ki, korkunç ötesi "mail mi o ne? internet mi o ne? bilgisayar mı o ne? sen de bana benziyorsun Handan !!!" Neresi benziyor yahu ??? Halide'nin "Handan"ı yasak aşkını yaşamamak için yanlış bir şey yapmamak için intihar ediyor yani edebinden, Ayşe Kulin'in Handan'ı ise sorunsuz oluyor diye "evli erkek" tercih ediyor !!!
Kendimi bir anda her şeyi bırakmış, çantayı sırtlamış yola düşer buldum. Ve tek başına çıktığım bu yol belki de hayatımın ilk tatili oldu, ömrümde ilk kez bir şehre maç için değil, gezmek için gitmiş, dağını taşını gezmiş, köylerinde dolanmış, istediğim yerde istedim kadar kalmıştım. Künefe (o zamanlar piyasada yok tabi pek bilinmiyor) yemek için gittiğim İskenderun'da 35 gün kalmış, hayatımın en ilginç günlerini yaşamıştım. Tatil dönüşü (yani 1,5 yıl sonra) ne yaptıysam yeterli gelmedi. Önce eğitim hayatına devam etmek için liseye yazıldım (açıköğretim tabi) sonra vakit geçsin diye bir işe girdim. Bu arada bol bol kitap okudum. Sonra kendimi üniversitede buldum ve gerisi bilindik klasik hikaye...Çocukluktan gelen o alışkanlıktan olsa gerek biri ne zaman bana bir şeyi yap dediyse, hep çok ciddiye aldım. Ölmek vardı ama o işi yapmamak yoktu. Her şey bir tarafa bırakılacak ve önce o iş bitecekti. Hele ki uzun zamana yayılmış bir işse, varsa yoksa gece gündüz yalnız o iş yapılacaktı. ÜDS kursuna giderken, İngilizce Hocası "hocam çalışma sisteminiz nedir?" diye sormuş ben de cevaben "öğlen 11'den önce evin tüm işi, temizliği, yemeği, bulaşığını bitirir, sonra verdiğiniz ödevlerin başına oturup gece 12 ye kadar devam ederim" deyince hoca kocaman gözlerle "ne kadar zamanda ara veriyorsunuz" demiş ben de cevaben "öğlen yemeğinde yarım saat akşam yemeğinde 1 saat(eşimle yediğimden)" deyince hoca ciddi bir şok geçirmişti. "40 dakikada bir ara verin bu çok sağlıksız bir yerde patlarsınız" demişti. Acaba neyimden şikayetçiydi de böyle söyledi diye merak etmişimdir hep, çünkü ödevleri düzenli yapan hatta yanlışı en az çıkan en memnun olduğu öğrencisiydim. Belki de fırsat bulup da kestiremediğim Rapunzel'e bağlayan saçlarımdan korkmuştu :) Şaka bir yana eşimle oturup ciddi ciddi konuşmuş ve tek dersliğine bile olsa İngilizceden uzak kalmam için doktoraya başlatmışlardı. Ama benim için değişen pek bir şey olmadı sadece çalıştığım envanter değişti. Belki birazcık da havam. Ama İngilizce hocamın dediği gibi ara ara patlamalar olmadı değil, çalışmaktan bıkıp isyan bayrağını çektiğim sonra boş boş durmaktan bıkıp yine kitaplara döndüğüm. Ve yine öyle bir zaman dilimindeyim şimdi. Geçen hafta sonuna doğru isyan bayrağını çektim resmen. Cidden bir tatil yapmaya karar verdim, İÇİNDE TARİH KİTABI OLMAYAN BİR TATİL.
Bazen günlerimi saatlerce (3-4 saat) spor salonunda geçirdim, bazen eşimle sabahlara kadar bilgisayardan Teenwolf ya da Vampire Diaries serisi izledim, başka bir gün arkadaşımı alıp sinemaya gittim, ağzımız hayretten beş karış açık halde film izledik önce (tahmin ettiniz tabi o filmi), sonra çocuklar gibi gidip donut yedik, mağazaları gezdik. İlk defa kafamda yapılacak bir şey kaygısı olmadan çocuklar gibi mutlu bir gün geçirdim. Ardından uzun zamandır yapmak istediğim o şeyi yapıp kendimi popüler kültüre bırakarak Orhan Pamuk ve Ayşe Kulin'in son kitaplarını aldım. Elimde bir tarih kitabı yerine Ayşe Kulin'in "Handan"ı ile gezmeye başladım. Ben nereye "Handan" oraya. Pek sevdiğimden değil, aslında hiç sevmediğimden yoksa 300 sayfalık kitap bir günde biterdi. Doğruyu söylemek gerekirse (son zamanlardaki dalgınlığımdan olsa gerek) ben Elif Şafak aldığımı ve onu okuduğumu sanıyordum, Elif Şafak'ın "Aşk"ını okumuş bir insan olarak da Elif Şafak'ın bu hale nasıl düştüğünü anlamaya çalışıyordum ki, bir sabah uyanıp da yatağımın başucunda duran kitaptaki Ayşe Kulin yazısını görünce soğuk duş almış gibi oldum, çünkü vücuduma ağır bir soğuk indi. Zaten (o an) kafamı boşaltmaya ne denli ihtiyaç duyduğumu bir kez daha kavradım. Ayşe Kulin "Veda - Umut" serisi ile çok sevdiğim bir yazar olmuştu. "Hayat-Hüzün"de çizdiği kişilik beni itmeye başladı. Elif Şafak sanarak aldığım ve Halide'nin "Handan"ı ile karşılaştırmalı yazdığı romanı okurken Ayşe Kulin tam bir hayal kırıklığı olmaya başladı. Belki çok ağır olacak ama şunu söylemeden edemedim. "Halide'nin kemikleri sızlıyor mudur?" Kesinlikle sızlıyordur. Halide Edip hayatta olsa Ayşe Kulin ona bu romanı uzatsa Halide "olmamış hemşire" der. Yayınlanmasına izin vermezdi. Hani deveye sormuşlar "boynun neden eğri" deve cevap vermiş "iyi de nerem doğru?". Ayşe Kulin'in "Handan"ı da tıpkı bu. ortaokulda ilk kez kalemi ele almış, yeni yetme bir çocuğun karalayacağı türden bir zırvalık ne yazık ki! Kitapta ciddi kurgu hataları olmak bir tarafa (balkondan düşüş sahnesinde Derya isimli bir şahsiyet Handan'la beraber aynı evdedir, ilerleyen sahnelerde Derya'nın da orada olduğunu yazdığını unutmuş olsa gerek olayı ciddi bir hata ile bağlamış, sonra Amerika'daki evde Halide'nin Handan'ına "hele Defne tutukluluktan kurtulsun" der. Halbuki daha Türkiye'ye gidilmemiş Defne daha tutuklanmamış yani olaylar yaşanmamıştır". Bunun tek bir göstergesi var bu kitap, bittikten sonra ne Ayşe Kulin ne de yayınevi tarafından okunmuş. Zaten ilk andan itibaren şunu düşündüm, kitap belli ki sipariş üzerine çok hızlı yazılmış(en fazla 3-4 günlük iş) ama neden? İlk başlarda (kardeşine gelene kadar) nedir bu bir "Sex and the City" özentisi mi diye düşünüyordum. Sonra işler acayip şekilde değişti. Bir anda siyasete ve Gezi Parkı'na bağlandı. O zaman gerçekten de olayın siparişen ya da para kazanmak amaçlı yapıldığını anladım. Çünkü bir karakterin her hikayesi farklı bir ruh hikayesi olur mu? Yazar hiç bir ruh halinde durmuyor daldan dala atlar gibi bir ruh halinden diğerine atlıyor. Halbuki bir insan karakterini bu denli değiştiremezsiniz. O oldu bunu anladım, bu oldu buna dönüştüm. Bunlar o kadar hızla oluyor ki ışık hızıyla. Sonra Halide'nin "Handan"ıyla yapılan diyaloglar öyle kötü ki, korkunç ötesi "mail mi o ne? internet mi o ne? bilgisayar mı o ne? sen de bana benziyorsun Handan !!!" Neresi benziyor yahu ??? Halide'nin "Handan"ı yasak aşkını yaşamamak için yanlış bir şey yapmamak için intihar ediyor yani edebinden, Ayşe Kulin'in Handan'ı ise sorunsuz oluyor diye "evli erkek" tercih ediyor !!!
Maalesef ömrümde gördüğüm en özensiz en kötü kitaptı. Üstelik işin içine bir de Halide'nin Handan'ını ve Halide Edib'i kattığı için ayrıca sinirlendim. Diğer yandan sonuna dek okumayı başardığım için mutluyum çünkü bazen kitaplar öyle sonla biter ki, en başta ne yazdığını anımsamazsınız bile. Sonu da öyle bir final yapmayınca kitabın bağışlanacak bir yanı kalmadı. Bir kaç yaz önce "Mehmet Coral'ın Alaçatı'da Aşk"isimli kitabını okumuştum, hikaye iyi ama yani yazan yazdığını niye okumaz defalarca üzerinden niye geçmez deyip oflayıp poflarken kitap öyle bir sonla bitti ki sıcak bir aşk hikayesi okurken bir anda öylesine korktum ki kitabı yatağa fırlatıp soluğu eşimin yanında oturma odasında almıştım. Böylece kitap benim için iyi kitaplar seviyesine çıktı. Çünkü hikaye sağlam hem de çok. Ama yazar yazma işini becerememiş. Tabi o hikaye yazar sayesinde bana da ve benim vasıtamla başkalarına da esin kaynağı oldu. Şimdi o son benim için oldukça sıradan ama hala hem sinema hem edebiyat dünyası tarafından farklı versiyonları yaratılıp kullanılıyor. Yani Ayşe Kulin'in "Handan"ı bunu da yapamamış. Saçma sapan bir şey olmuş.
Demek ne yapmıyormuşuz? Kendimizi bunaltıncaya kadar çalışmıyormuşuz bu 1. Ayşe Kulin'in Handan'ı ile vakit kaybetmiyormuşuz bu 2. Ola ki bir şey yazıyorsak defalarca üzerinden geçmemezlik yapmıyor başkasına okutmamazlık da etmiyormuşuz bu 3. İsmini vermediğim ama sizin anladığınız filme gitmiyormuşuz bu 4(fazlaca açık seçik olduğundan değil de, adamı pataklama iç güdüsü yarattığından). Ayrıca son bir tavsiye cool görüneceğim diye televizyon izlememezlik etmiyor(ben o televizyonu açabilmek için nelerimi vermem!!!) ya da öyle olduğunuzu dile getirmiyor, birkaç saatinizi olsun televizyon başında geçiriyormuşsunuz (birkaç saatlik tv bence insanı normalleştirir) bu da 5. *Çok çalışıyorum diye inatla beni bölümden ihraç etmeye çalışan sayın bölüm başkan yardımcısı, senin inadına yazıyı yine uzun tuttum, yine bana saydıra saydıra okursun artık bu da 6 :)))
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder