Bu sabah anladım ki insanın muhteşem derecede güzel kuzen ve arkadaşlara sahip olması hiç de kolay değilmiş. İnsan bir taraftan yazın, onlara kavuşacağım diye sevinirken diğer yandan paylaştıkları resimleri gördükçe "ama ben, nasıl bu hale geldim" diye söylenip durunca ister istemez soluğu fitnees salonunda alıyormuş. İşin fitnees kısmı problem değil de (zaten yıllardır yürüyen ve koşan bir insan olarak) yüzme kısmı epey yoruyormuş. Daha doğrusu beni yoruyor, çünkü daha ilk gün "hocam bak en kısa sürede böyle görünmek istiyorum" deyip (kuzenimin resmini gösterip :), hoca bana bakıp "eh işimiz zor değil" deyip ama sağlamlığıma da güvenip ağır bir program yapınca sabahın köründe de tam 1 km yüzünce (50 m'de bir 10 saniye dinlenip), kendimi havuzun kenarına tırmanmış "hocam olimpiyata mı katılacam ben" diye bağrırken buldum :) Zaten biraz daha yüzseydim muhtemelen beynime oksijen yerine su gittiğini düşünmeye başlayacaklardı. Niye, çünkü düşünün neredeyse etrafa hiç göz atmadan durmaksızın yüzen bir insan bir anda kıkır kıkır gülmeye başlayıp (doğal olarak) suda batmaya başlıyor. Üstelik bir de o an sırt üstü olduğundan batış daha bir heybetli oluyor!!!
Neden güldüğüm kısmına gelince, bir taraftan yüzüyorum ama bir yandan çok yorulmuşum bu yüzden kendi kendime de kızıyorum "Bu ne yahu Sinop'tan atsalar Sivastopol'dan çıkacak gibiyim" diye söyleniyorum ve Sivastopol hikayesi aklıma düşer düşmez, önce kıkırdama ardından kahkahalar yükseliyor hali ile suyun dibini boyluyorum. Aslında ne de iyi oldu soluklanmış oldum! Sivastopol hikayesine gelince, 2 gün önce Ahmet Bedevi Kuran'ın "İnkılap Tarihimiz ve Jön Türkler" isimli eserini okuyordum. Eserin bir yerinde yazar, siyasi sürgün olarak kaldığı Sinop'tan deniz yolu ile Sivastopol'a kaçışını anlatıyordu. Yüzerken öyle kahkahalar attığıma falan bakmayın, okurken ciddi biçimde heyecanlanıp gerildim. Ancak Sivastopol kıyılarına çıkışlarından sonraki kısım bana çok komik göründü. Manzara gözüme geldikçe hala gülümsüyorum. 11 kişilik bir kafile (hepsi sürgün) üstelik bunlardan biri 12- 13 yaşlarında bir çocuk. Bunları kaçıran kaptan, kafileyi alıp Yalta kıyısına bırakır ancak yakayı ele vermemek adına yetkililere Sivastopol'a bırakıldıklarını söylemeleri konusunda yemin ettirir. Nitekim kaçak kafile Yalta'ya çıkar. Zaten gece yarısı olduğundan hava karanlıktır, kaptanın verdiği talimata uyarak şose yolu takip ederek Sivastopol'a kadar yürüyeceklerdir. Gece bu kafileye rastlayan insanlar olur, ve hayretler içinde kalırlar. Niye çünkü bizimkiler onca (fırtınalı)maceraya rağmen küçüğünden büyüğüne kafalarında fesleri ile Yalta'ya kadar vardıkları yetmezmiş gibi, gece yarısı yol ortasında dalton misali dizilip yürürken de kafalarındaki fesleri katiyen çıkarmazlar :) E Rus memleketinde kafasında fesle gezen 11 kişilik grup ister istemez milleti hayrete düşürür. İşte kendime kızmakla meşgulken bir anda gözüme bu grup gelince önce kıkırdamaya sonra da kahkaha atmaya başlıyorum sonra ne mi oluyor, hiiç sadece sudan baloncuk yükseliyor, çünkü boğuluyorum ama gülmekten :) (Bu hikayeyi ve sonrasını aslında tamamen yazmak lazım ama hikayeye dair daha ciddi planlarım var o yüzden devamını anlatmayacağım.)
Spor sonrasını, yeni kitabımı okuyarak geçirmeyi planlıyorum. Ancak o kadar yorulmuşum ki, değil kitabı okumak gözümü açık tutmakta zorlanıyorum. Ancak evde olmadığım için uyuma şansım da olmuyor. O yüzden ilk önce bir müddet bilgisayarı kurcalıyorum, sanıyorum ki gereksiz ne varsa okuyorum. Sağlıklı bir cilt için ne yapmak lazım, hangi burca ne hediye alınır, en romantik tatil yerleri, Acun 4 yaşındaki kızı niye sahneye çıkarmışmış??? Baktım olmuyor, sıkılmaya başlıyorum. Ben de bir film izlesem ya diyor sonra film yorumlarına bakarak "Sorry, If I Love You" diye bir film buluyorum. Filmin Kore ve İspanyol versiyonu da var, benim izlediğim İtalyan versiyonu. Zaman öldürmek için izlenebilir diye düşünüyorum. Zamanı öldürmek için ama geçirmek için değil ona göre ! Filmin konusu 17 yaşındaki bir kızla kendisinden 20 yaş büyük bir adamın birbirine aşık olma hikayesi ve yaşadıklarını anlatıyor. Aslında epey komik sahneleri vardı. Yalnız şu tuhaf geldi, tabi ben yaş dilimim dolayısıyla, kızın değil de adamın yerine koyarken buldum kendimi sonra acayip tuhafıma gitti. Çünkü kız adama sinirlenirmiş numarası yaptığı bir yerde "bak şimdi sesin babam gibi çıktı" diyordu, adam gülümseyerek, ama dediğinde ısrar edince, bu sefer kız "bak şimdi de büyük babama benzedi" deyip en sonunda da "peki, baba" deyince kendimi çok feci biçimde yaşlanmış hissettim tamam 37 değilim belki ama sonuçta yaş dilimi olarak aynı dilimdeyim. 17 yaşında yeğenlerim var bana teyze ya da hala dediklerinde hala gençmişim gibi geliyordu. Ama o yaslarda birinin anne demesi sanırım ki beni çok sarsardı.
Bir de ne yaptıysam karakterlerle empati kuramadım, dolayısıyla duyguları anlamam mümkün olmadı belki de o yüzden pek beğenemedim, çünkü ben bayan olduğum için kendimi kızın yerine koymam gerekiyormuş gibi hissettim ama diğer yandan hem yaş hem yaşayış hem de düşünce tarzı bakımından hikayenin kahramanı olan erkek gibi hissedince kafam karıştı, anlayamadım. Üstelik kızın 17 hali biraz fazla hareketli ve çocuk geldi, hele ki 17'sinde sırtına çantasını atıp "Kainatı keşfe çıkıyorum" ben diye "Ferrarisini Satan Bilge" misali yola düşmüş bir insan için kızın 17 hali olağanüstü hareketli. Ya da kızın 17 hali doğal benimki tuhaf, eşimin de dediği gibi belki ben doğduğumda "Benjamin Button"dım :)) o yüzden bir türlü anlayamadım. Ama diğer yandan tam bir İtalyan filmi, gerçekte de nasıllarsa öyle yansıtmışlar. Sıcakkanlı, çapkın, kavgaya meyilli, kural tanımaz...5 saniye içinde kendiniz bir İtalyanla kavga ederken ya da can ciğer olmuş sohbet ederken bulabilirsiniz. "Allora Senyoooraa..." diye başlayan bir muhabbet her saniye her yere gidebilir.
Mesela havaalanında siz biraz telaşla "bavulum kayıp" diye müdüre gidersiniz, müdür sizi (hızlı biçimde) başta aşağı süzüp "sıkıntı yok gelin beraber yemek yiyelim o esnada bavulunuz da gelir" der. Siz neye uğradığınız şaşırır ciddi bir ifade ile "kocam bekliyor" (öyle olmasa bile) der bavulu alıp kaçarsınız, ama sonra arkası kesilmeyen sıcakkanlılık mı çapkınlık mı olduğunu anlayamadığınız durumun her yerde başınıza gelmesi sonucunda otele varır varmaz, üzerinizdekileri çıkartıp yalnızca bir jean ve salaş bir tşört giyip saçınızı da tepenizde toplayıp, İtalya sınırları içinde kaldığınız tüm vakti böyle geçirmenin en iyi yol olduğunu, modanın merkezine gidiyorum azıcık fashionable olayım deyip dolapta saklamayı tercih ettiğiniz kıyafetleri, moda merkezine gidiyorum diye giymenin İtalya için hiç iyi bir şey olmadığını öğrenmiş olursunuz. Ama diğer yandan cidden (yani çapkınlıklarını bir tarafa bırakırsak) çok sıcakkanlı ve yardımsever insanlar. İtalyanları tüm halleri ile yansıtması bakımından da filmi çok başarılı bulduğumu söyleyebilirim hatta zaman zaman Woody Allen'ın "Rome with Love" filmi gözümün önüne gelmedi değil. Karakterleri kafaya çok takmam diyorsanız izlemenizde bir sıkıntı yok.
Ve her zaman olduğu gibi demek neymiş kısmına gelince :) 1- Öyle kas yapıcam, incecik bel yapıcam diye km'lerce yüzmeyecekmişiz hele ki yaza daha 4 ay varken. 2- Hadi diyelim ki yüzdük, aklımızı komik hikayelerle meşgul etmeyecekmişiz 3- Kendimizden 20 yaş küçük ya da büyük biri ile aşk yaşamayı düşünüyorsak önce "Sorry, İf I Love You" izleyip başımıza ne geleceğini öğrenmemezlik yapmayacakmışız 4- İtalya'ya asla yalnız gitmeyecek, gidiyorsak da öyle diz üstü çizme giyeyim, üzerine azıcık havalı birazcık kısa etek giyeyim, saçımı yapayım vs gibi bir duruma girmeyip kot pantolon - tşörtt ile idare edecek, yüzümüze koca gözlükler takıp kimseyle göz teması bile kurmayacakmışız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder