23 Şubat 2015 Pazartesi

Biraz Denge Biraz "Handan"

Hayatta öğrenemediğim tek şey oldu "dengeli yaşamak"(sağlıklı beslenmek ve yaşamaktan bahsetmiyoruz tabi). Ya sıkıntıdan öldüm ya da çalışmaktan. Sanıyorum çocukluğumla ilgili bir durum bu. Bugün çocukların ilk okula başladığı bir yaşta(6 yaşında) top sahasının kenarında durmuş, hazırlık maçı yapan takımı seyrederken topun önüme gelip de öfkesiyle tanınan koça (ayrıca okul müdürüne) topu en kısa sürede olduğum mesafeden nasıl atarım havliyle servisi çaktığım gün, sanıyorum ki yazılmış kaderimin hızla işlemeye başladığı gün oldu. İki dakika öncesi "takım mı kuracaksın topu atsana" diye bağıran müdür servisi atmamın ardından yüzünde gülümsemeyle gelip "sen bizim okulda mısın evladım" deyip de ben de "evet" cevabını verince, kendimi sonu gelmeyen antremanların içinde buldum. Sonu gelmeyen diyorum çünkü, hoca beni alıp Kocaelispor'a götürüp, Eczacıbaşı'nın henüz emekli olan kaptanına emanet edince kendimi bir kaç yıl içinde kulübün A Takımı dahil aynı anda 5 takım + okul takımında oynarken bulunca ve her takımın ayrı bir kurulumu ve antremanı olduğundan sabahın 8'inde evden çıkıp gecenin 12'sinde eve gelmek sıradan bir hal oldu. Ne haftasonum oldu ne de tatilim, çünkü yılın yarısında maçlardan uğrayamasam da bir okulum vardı ve benim için tatil demek sınav için çalışmak demekti. Milli takıma alındığım güne kadar yani çok uzun yıllar bu düzen böyle devam etti. Fakat milli olmak ciddi sıkıntılar getirdi(koçlar arası rekabet, çalıştıkları okula gitmem için baskılar daha doğrusu ağır tehditler ).

Kendimi bir anda her şeyi bırakmış, çantayı sırtlamış yola düşer buldum. Ve tek başına çıktığım bu yol  belki de hayatımın ilk tatili oldu, ömrümde ilk kez bir şehre maç için değil, gezmek için gitmiş, dağını taşını gezmiş, köylerinde dolanmış, istediğim yerde istedim kadar kalmıştım. Künefe (o zamanlar piyasada yok tabi pek bilinmiyor) yemek için gittiğim İskenderun'da 35 gün kalmış, hayatımın en ilginç günlerini yaşamıştım. Tatil dönüşü (yani 1,5 yıl sonra) ne yaptıysam yeterli gelmedi. Önce eğitim hayatına devam etmek için liseye yazıldım (açıköğretim tabi) sonra vakit geçsin diye bir işe girdim. Bu arada bol bol kitap okudum. Sonra kendimi üniversitede buldum ve gerisi bilindik klasik hikaye...Çocukluktan gelen o alışkanlıktan olsa gerek biri ne zaman bana bir şeyi yap dediyse, hep çok ciddiye aldım. Ölmek vardı ama o işi yapmamak yoktu. Her şey bir tarafa bırakılacak ve önce o iş bitecekti. Hele ki uzun zamana yayılmış bir işse, varsa yoksa gece gündüz yalnız o iş yapılacaktı. ÜDS kursuna giderken, İngilizce Hocası "hocam çalışma sisteminiz nedir?" diye sormuş ben de cevaben "öğlen 11'den önce evin tüm işi, temizliği, yemeği, bulaşığını bitirir, sonra verdiğiniz ödevlerin başına oturup gece 12 ye kadar devam ederim" deyince  hoca kocaman gözlerle "ne kadar zamanda ara veriyorsunuz" demiş ben de cevaben "öğlen yemeğinde yarım saat akşam yemeğinde 1 saat(eşimle yediğimden)" deyince hoca ciddi bir şok geçirmişti. "40 dakikada bir ara verin bu çok sağlıksız bir yerde patlarsınız" demişti. Acaba neyimden şikayetçiydi de böyle söyledi diye merak etmişimdir hep, çünkü ödevleri düzenli yapan hatta yanlışı en az çıkan en memnun olduğu öğrencisiydim. Belki de fırsat bulup da kestiremediğim Rapunzel'e bağlayan saçlarımdan korkmuştu :) Şaka bir yana eşimle oturup ciddi ciddi konuşmuş ve tek dersliğine bile olsa İngilizceden uzak kalmam için doktoraya başlatmışlardı. Ama benim için değişen pek bir şey olmadı sadece çalıştığım envanter değişti.  Belki birazcık da havam. Ama İngilizce hocamın dediği gibi ara ara patlamalar olmadı değil, çalışmaktan bıkıp isyan bayrağını çektiğim sonra boş boş durmaktan bıkıp yine kitaplara döndüğüm. Ve yine öyle bir zaman dilimindeyim şimdi. Geçen hafta sonuna doğru isyan bayrağını çektim resmen. Cidden bir tatil yapmaya karar verdim, İÇİNDE TARİH KİTABI OLMAYAN BİR TATİL.

Bazen günlerimi saatlerce (3-4 saat) spor salonunda geçirdim, bazen eşimle sabahlara kadar bilgisayardan Teenwolf ya da Vampire Diaries serisi izledim, başka bir gün arkadaşımı alıp sinemaya gittim, ağzımız hayretten beş karış açık halde film izledik önce (tahmin ettiniz tabi o filmi), sonra çocuklar gibi gidip donut yedik, mağazaları gezdik. İlk defa kafamda yapılacak bir şey kaygısı olmadan çocuklar gibi mutlu bir gün geçirdim. Ardından uzun zamandır yapmak istediğim o şeyi yapıp kendimi popüler kültüre bırakarak Orhan Pamuk ve Ayşe Kulin'in son kitaplarını aldım. Elimde bir tarih kitabı yerine Ayşe Kulin'in "Handan"ı ile gezmeye başladım. Ben nereye "Handan" oraya. Pek sevdiğimden değil, aslında hiç sevmediğimden yoksa 300 sayfalık kitap bir günde biterdi. Doğruyu söylemek gerekirse (son zamanlardaki dalgınlığımdan olsa gerek) ben Elif Şafak aldığımı ve onu okuduğumu sanıyordum, Elif Şafak'ın "Aşk"ını okumuş bir insan olarak da Elif Şafak'ın bu hale nasıl düştüğünü anlamaya çalışıyordum ki, bir sabah uyanıp da yatağımın başucunda duran kitaptaki Ayşe Kulin yazısını görünce soğuk duş almış gibi oldum, çünkü vücuduma ağır bir soğuk indi. Zaten (o an) kafamı boşaltmaya ne denli ihtiyaç duyduğumu bir kez daha kavradım.  Ayşe Kulin "Veda - Umut" serisi ile çok sevdiğim bir yazar olmuştu. "Hayat-Hüzün"de çizdiği kişilik beni itmeye başladı. Elif Şafak sanarak aldığım ve Halide'nin "Handan"ı ile karşılaştırmalı yazdığı romanı okurken Ayşe Kulin tam bir hayal kırıklığı olmaya başladı. Belki çok ağır olacak ama şunu söylemeden edemedim. "Halide'nin kemikleri sızlıyor mudur?" Kesinlikle sızlıyordur. Halide Edip hayatta olsa Ayşe Kulin ona bu romanı uzatsa Halide "olmamış hemşire" der. Yayınlanmasına izin vermezdi. Hani deveye sormuşlar "boynun neden eğri" deve cevap vermiş "iyi de nerem doğru?". Ayşe Kulin'in "Handan"ı da tıpkı bu. ortaokulda ilk kez kalemi ele almış, yeni yetme bir çocuğun karalayacağı türden bir zırvalık ne yazık ki! Kitapta ciddi kurgu hataları olmak bir tarafa (balkondan düşüş sahnesinde Derya isimli bir şahsiyet Handan'la beraber aynı evdedir, ilerleyen sahnelerde Derya'nın da orada olduğunu yazdığını unutmuş olsa gerek olayı ciddi bir hata ile bağlamış, sonra Amerika'daki evde Halide'nin Handan'ına "hele Defne tutukluluktan kurtulsun" der. Halbuki daha Türkiye'ye gidilmemiş Defne daha tutuklanmamış yani olaylar yaşanmamıştır". Bunun tek bir göstergesi var bu kitap, bittikten sonra ne Ayşe Kulin ne de yayınevi tarafından okunmuş. Zaten ilk andan itibaren şunu düşündüm, kitap belli ki sipariş üzerine çok hızlı yazılmış(en fazla 3-4 günlük iş) ama neden? İlk başlarda (kardeşine gelene kadar) nedir bu bir "Sex and the City" özentisi mi diye düşünüyordum. Sonra işler acayip şekilde değişti. Bir anda siyasete ve Gezi Parkı'na bağlandı. O zaman gerçekten de olayın siparişen ya da para kazanmak amaçlı yapıldığını anladım. Çünkü bir karakterin her hikayesi farklı bir ruh hikayesi olur mu? Yazar hiç bir ruh halinde durmuyor daldan dala atlar gibi bir ruh halinden diğerine atlıyor. Halbuki bir insan karakterini bu denli değiştiremezsiniz. O oldu bunu anladım, bu oldu buna dönüştüm. Bunlar o kadar hızla oluyor ki ışık hızıyla. Sonra Halide'nin "Handan"ıyla yapılan diyaloglar öyle kötü ki, korkunç ötesi "mail mi o ne? internet mi o ne? bilgisayar mı o ne? sen de bana benziyorsun Handan !!!" Neresi benziyor yahu ??? Halide'nin "Handan"ı yasak aşkını yaşamamak için yanlış bir şey yapmamak için intihar ediyor yani edebinden,  Ayşe Kulin'in Handan'ı ise sorunsuz oluyor diye "evli erkek" tercih ediyor !!! 

Maalesef ömrümde gördüğüm en özensiz en kötü kitaptı. Üstelik işin içine bir de Halide'nin Handan'ını ve Halide Edib'i kattığı için ayrıca sinirlendim. Diğer yandan sonuna dek okumayı başardığım için mutluyum çünkü bazen kitaplar öyle sonla biter ki, en başta ne yazdığını anımsamazsınız bile. Sonu da öyle bir final yapmayınca kitabın bağışlanacak bir yanı kalmadı. Bir kaç yaz önce "Mehmet Coral'ın Alaçatı'da Aşk"isimli kitabını okumuştum, hikaye iyi ama yani yazan yazdığını niye okumaz defalarca üzerinden niye geçmez deyip oflayıp poflarken kitap öyle bir sonla bitti ki sıcak bir aşk hikayesi okurken bir anda öylesine korktum ki kitabı yatağa fırlatıp soluğu eşimin yanında oturma odasında almıştım. Böylece kitap benim için iyi kitaplar seviyesine çıktı. Çünkü hikaye sağlam hem de çok. Ama yazar yazma işini becerememiş. Tabi o hikaye yazar sayesinde bana da ve benim vasıtamla başkalarına da esin kaynağı oldu. Şimdi o son benim için oldukça sıradan ama hala hem sinema hem edebiyat dünyası tarafından farklı versiyonları yaratılıp kullanılıyor. Yani Ayşe Kulin'in "Handan"ı bunu da yapamamış. Saçma sapan bir şey olmuş. 

Demek ne yapmıyormuşuz? Kendimizi bunaltıncaya kadar çalışmıyormuşuz bu 1. Ayşe Kulin'in Handan'ı ile vakit kaybetmiyormuşuz bu 2. Ola ki bir şey yazıyorsak defalarca üzerinden geçmemezlik yapmıyor başkasına okutmamazlık da etmiyormuşuz bu 3. İsmini vermediğim ama sizin anladığınız filme gitmiyormuşuz bu 4(fazlaca açık seçik olduğundan değil de, adamı pataklama iç güdüsü yarattığından). Ayrıca son bir tavsiye cool görüneceğim diye televizyon izlememezlik etmiyor(ben o televizyonu açabilmek için nelerimi vermem!!!) ya da öyle olduğunuzu dile getirmiyor, birkaç saatinizi olsun televizyon başında geçiriyormuşsunuz (birkaç saatlik tv bence insanı normalleştirir) bu da 5.  *Çok çalışıyorum diye inatla beni bölümden ihraç etmeye çalışan sayın bölüm başkan yardımcısı, senin inadına yazıyı yine uzun tuttum, yine bana saydıra saydıra okursun artık bu da 6 :))) 

12 Şubat 2015 Perşembe

Azıcık Kıskanmış Olabilirim :)

Bu sabah anladım ki insanın muhteşem derecede güzel kuzen ve arkadaşlara sahip olması hiç de kolay değilmiş. İnsan bir taraftan yazın, onlara kavuşacağım diye sevinirken diğer yandan paylaştıkları resimleri gördükçe "ama ben, nasıl bu hale geldim" diye söylenip durunca ister istemez soluğu fitnees salonunda alıyormuş. İşin fitnees kısmı problem değil de (zaten yıllardır yürüyen ve koşan bir insan olarak) yüzme kısmı epey yoruyormuş. Daha doğrusu beni yoruyor, çünkü daha ilk gün "hocam bak en kısa sürede böyle görünmek istiyorum" deyip (kuzenimin resmini gösterip :), hoca bana bakıp "eh işimiz zor değil" deyip ama sağlamlığıma da güvenip ağır bir program yapınca sabahın köründe de tam 1 km yüzünce (50 m'de bir 10 saniye dinlenip), kendimi havuzun kenarına tırmanmış "hocam olimpiyata mı katılacam ben" diye bağrırken buldum :) Zaten biraz daha yüzseydim muhtemelen beynime oksijen yerine su gittiğini düşünmeye başlayacaklardı. Niye, çünkü düşünün neredeyse etrafa hiç göz atmadan durmaksızın yüzen bir insan bir anda kıkır kıkır gülmeye başlayıp (doğal olarak) suda batmaya başlıyor. Üstelik bir de o an sırt üstü olduğundan batış daha bir heybetli oluyor!!!


Neden güldüğüm kısmına gelince, bir taraftan yüzüyorum ama bir yandan çok yorulmuşum bu yüzden kendi kendime de kızıyorum "Bu ne yahu Sinop'tan atsalar Sivastopol'dan çıkacak gibiyim" diye söyleniyorum ve Sivastopol hikayesi aklıma düşer düşmez, önce kıkırdama ardından kahkahalar yükseliyor hali ile suyun dibini boyluyorum. Aslında ne de iyi oldu soluklanmış oldum! Sivastopol hikayesine gelince, 2 gün önce Ahmet Bedevi Kuran'ın "İnkılap Tarihimiz ve Jön Türkler" isimli eserini okuyordum. Eserin bir yerinde yazar, siyasi sürgün olarak kaldığı Sinop'tan deniz yolu ile Sivastopol'a kaçışını anlatıyordu. Yüzerken öyle kahkahalar attığıma falan bakmayın, okurken ciddi biçimde heyecanlanıp gerildim. Ancak Sivastopol kıyılarına çıkışlarından sonraki kısım bana çok komik göründü. Manzara gözüme geldikçe hala gülümsüyorum. 11 kişilik bir kafile (hepsi sürgün) üstelik bunlardan biri 12- 13 yaşlarında bir çocuk. Bunları kaçıran kaptan, kafileyi alıp Yalta kıyısına bırakır ancak yakayı ele vermemek adına yetkililere Sivastopol'a bırakıldıklarını söylemeleri konusunda yemin ettirir. Nitekim kaçak kafile Yalta'ya çıkar. Zaten gece yarısı olduğundan hava karanlıktır, kaptanın verdiği talimata uyarak şose yolu takip ederek Sivastopol'a kadar yürüyeceklerdir. Gece bu kafileye rastlayan insanlar olur, ve hayretler içinde kalırlar. Niye çünkü bizimkiler onca (fırtınalı)maceraya rağmen küçüğünden büyüğüne kafalarında fesleri ile Yalta'ya kadar vardıkları yetmezmiş gibi, gece yarısı yol ortasında dalton misali dizilip yürürken de kafalarındaki fesleri katiyen çıkarmazlar :) E Rus memleketinde kafasında fesle gezen 11 kişilik grup ister istemez milleti hayrete düşürür. İşte kendime kızmakla meşgulken bir anda gözüme bu grup gelince önce kıkırdamaya sonra da kahkaha atmaya başlıyorum sonra ne mi oluyor, hiiç sadece sudan baloncuk yükseliyor, çünkü boğuluyorum ama gülmekten :) (Bu hikayeyi ve sonrasını aslında tamamen yazmak lazım ama hikayeye dair daha ciddi planlarım var o yüzden devamını anlatmayacağım.) 


Spor sonrasını, yeni kitabımı okuyarak geçirmeyi planlıyorum. Ancak o kadar yorulmuşum ki, değil kitabı okumak gözümü açık tutmakta zorlanıyorum. Ancak evde olmadığım için uyuma şansım da olmuyor. O yüzden ilk önce bir müddet bilgisayarı kurcalıyorum, sanıyorum ki gereksiz ne varsa okuyorum. Sağlıklı bir cilt için ne yapmak lazım, hangi burca ne hediye alınır, en romantik tatil yerleri, Acun 4 yaşındaki kızı niye sahneye çıkarmışmış??? Baktım olmuyor, sıkılmaya başlıyorum. Ben de bir film izlesem ya diyor sonra film yorumlarına bakarak "Sorry, If I Love You" diye bir film buluyorum. Filmin Kore ve İspanyol versiyonu da var, benim izlediğim İtalyan versiyonu. Zaman öldürmek için izlenebilir diye düşünüyorum. Zamanı öldürmek için ama geçirmek için değil ona göre ! Filmin konusu 17 yaşındaki bir kızla kendisinden 20 yaş büyük bir adamın birbirine aşık olma hikayesi ve yaşadıklarını anlatıyor. Aslında epey komik sahneleri vardı. Yalnız şu tuhaf geldi, tabi ben yaş dilimim dolayısıyla, kızın değil de adamın yerine koyarken buldum kendimi sonra acayip tuhafıma gitti. Çünkü kız adama sinirlenirmiş numarası yaptığı bir yerde "bak şimdi sesin babam gibi çıktı" diyordu, adam gülümseyerek, ama dediğinde ısrar edince, bu sefer kız "bak şimdi de büyük babama benzedi" deyip en sonunda da "peki, baba" deyince kendimi çok feci biçimde yaşlanmış hissettim tamam 37 değilim belki ama sonuçta yaş dilimi olarak aynı dilimdeyim. 17 yaşında yeğenlerim var bana teyze ya da hala dediklerinde hala gençmişim gibi geliyordu. Ama o yaslarda birinin anne demesi sanırım ki beni çok sarsardı. 

Bir de ne yaptıysam karakterlerle empati kuramadım, dolayısıyla duyguları anlamam mümkün olmadı belki de o yüzden pek beğenemedim, çünkü ben bayan olduğum için kendimi kızın yerine koymam gerekiyormuş gibi hissettim ama diğer yandan hem yaş hem yaşayış hem de düşünce tarzı bakımından hikayenin kahramanı olan erkek gibi hissedince kafam karıştı, anlayamadım. Üstelik kızın 17 hali biraz fazla hareketli ve çocuk geldi, hele ki 17'sinde sırtına çantasını atıp "Kainatı keşfe çıkıyorum" ben diye "Ferrarisini Satan Bilge" misali yola düşmüş bir insan için kızın 17 hali  olağanüstü hareketli. Ya da kızın 17 hali doğal benimki tuhaf, eşimin de dediği gibi belki ben doğduğumda "Benjamin Button"dım :)) o yüzden bir türlü anlayamadım. Ama diğer yandan tam bir İtalyan filmi, gerçekte de nasıllarsa öyle yansıtmışlar. Sıcakkanlı, çapkın, kavgaya meyilli, kural tanımaz...5 saniye içinde kendiniz bir İtalyanla kavga ederken ya da can ciğer olmuş sohbet ederken bulabilirsiniz. "Allora Senyoooraa..." diye başlayan bir muhabbet her saniye her yere gidebilir. 

Mesela havaalanında siz biraz telaşla "bavulum kayıp" diye müdüre gidersiniz, müdür sizi (hızlı biçimde) başta aşağı süzüp "sıkıntı yok gelin beraber yemek yiyelim o esnada bavulunuz da gelir" der. Siz neye uğradığınız şaşırır ciddi bir ifade ile "kocam bekliyor" (öyle olmasa bile) der bavulu alıp kaçarsınız, ama sonra arkası kesilmeyen sıcakkanlılık mı çapkınlık mı olduğunu anlayamadığınız durumun her yerde başınıza gelmesi sonucunda otele varır varmaz, üzerinizdekileri çıkartıp yalnızca bir jean ve salaş bir tşört giyip saçınızı da tepenizde toplayıp, İtalya sınırları içinde kaldığınız tüm vakti böyle geçirmenin en iyi yol olduğunu, modanın merkezine gidiyorum azıcık fashionable olayım deyip dolapta saklamayı tercih ettiğiniz kıyafetleri, moda merkezine gidiyorum diye giymenin İtalya için hiç iyi bir şey olmadığını öğrenmiş olursunuz. Ama diğer yandan cidden (yani çapkınlıklarını bir tarafa bırakırsak) çok sıcakkanlı ve yardımsever insanlar. İtalyanları tüm halleri ile yansıtması bakımından da filmi çok başarılı bulduğumu söyleyebilirim hatta zaman zaman Woody Allen'ın "Rome with Love" filmi gözümün önüne gelmedi değil. Karakterleri kafaya çok takmam diyorsanız izlemenizde bir sıkıntı yok. 

Ve her zaman olduğu gibi demek neymiş kısmına gelince :) 1- Öyle kas yapıcam, incecik bel yapıcam diye km'lerce yüzmeyecekmişiz hele ki yaza daha 4 ay varken. 2- Hadi diyelim ki yüzdük, aklımızı komik hikayelerle meşgul etmeyecekmişiz 3- Kendimizden 20 yaş küçük ya da büyük biri ile aşk yaşamayı düşünüyorsak önce "Sorry, İf I Love You" izleyip başımıza ne geleceğini öğrenmemezlik yapmayacakmışız 4- İtalya'ya asla yalnız gitmeyecek, gidiyorsak da öyle diz üstü çizme giyeyim, üzerine azıcık havalı birazcık kısa etek giyeyim, saçımı yapayım vs gibi bir duruma girmeyip kot pantolon - tşörtt ile idare edecek, yüzümüze koca gözlükler takıp kimseyle göz teması bile kurmayacakmışız.