27 Ağustos 2015 Perşembe

"Nefes Nefese" Derken

 Sabah kahvaltı ederken, dalgın olduğumu fark etmiş olacak ki eşim soruyor: "Damla'nın Hollanda Lopu ne yapıyor, her yere tuvaletini yapmaya devam ediyor mu?" Ben de eşimin suratına bakıp ciddi bir ifade ile cevap veriyorum : "Biliyor musun, bence Yahudiler dünyayı yönetmeye gayret etmek konusunda çok haklı. Ben de Yahudi olsam ben de aynı gaye içinde olurdum." Eşim şaşkın bir ifade ile : "Damla diyorum, tavşan diyorum" diye söyleniyor ben de aynı ciddiyette devam ediyorum :"II. Dünya Savaşı esnasında neredeyse tüm kıta Avrupa'sı Hitler liderliğinde çılgın gibi Yahudi avına çıkmadı mı, çıktı. Yani adamlar şunu çok iyi biliyor, tekrar delinin biri çıkar yine bir fırsatını bulursa, dünyanın geri kalanı da kraldan çok kralcı olmak için o delinin peşine takılır, tüm Yahudileri toplar onları bir adaya tıkıştırıp üzerine de atom bombasını atar. Buna izin vermemek için yapılacak en iyi şey mümkünse dünyayı yönetmek. Ateizm gibi fikir akımlarını yayarak insanları dinsizleştirmek... Neden çünkü bu Hıristiyanlar cidden çarmıh hikayesi yüzünden(ispiyonlama vakasi yuzunden) Yahudilere kafayı takmış durumdalar. Ve ne denli dinsiz insan olursa Yahudiler o denli az tehlikede olur. (Bence Hıristiyanlar'daki asıl sebep din değil para ama bunu dile getirmeye utanıyorlar)!"  

Muhtemelen eşimin yüzündekine benzer bir şaşkın ifade sizde de var oldu. Sabahın köründe Yahudi mevzusu nereden çıktı derseniz, cevabı Ayşe Kulin'in "Nefes Nefese" isimli eserinde yatıyor. Kitabı birkaç hafta önce okudum sonra dün gece, bazı yerlerini okumak için tekrar elime aldım. Kitap II. Dünya Savaşı esnasında Fransa'da bulunan Türk elçiliği ve konsolosluklarının savaş sırasında Yahudileri kurtarmak için gösterdiği çabaları anlatıyor. İlk olarak söylemeliyim ki kitap iyi bir kitap, ismi gibi ilk kısımları benim için nefes nefeseydi, o kadar ki ilk 200 sayfayı okurken heyecandan uyuyamadım. Ama asıl heyecandan öldürecek son kısma gelince hiç bir şey hissetmedim çünkü anlattığı hikayeyi satırı satırına biliyordum. Yani bu filmin nasıl gelişeceğini ve sonunu bilmekle aynıydı. Ve orada anlatılan her şey; hem İsmet Paşa'lı Ankara günleri, savaş esnasındaki Churchill, Roosevelt görüşmeleri - talepleri, hem de hariciyeci Macit'in "hayranıydım" şeklinde anlattığı Numan Menemencioğlu karakteri, hepsi gerçektir. Hatta ben de bir Numan Menemencioğlu hayranıyımdır. Onun hakkında bir makale hazırlayacağım diyordum daha kısmet olmadı. 
   İkinci olarak aslında kitabı anlatmak istemiyorum yoksa tüm büyüsü kaçar, lütfen alıp okuyun. II. Dünya Savaşı yıllarını iyi bilmiyorsanız şaşıracağınız ve heyecanla okuyacağınız çok fazla şey var. Nefes  Nefese'yi bu denli iyi biliyor olma nedenim, sağdaki kitaplarda yatıyor. Özellikle "Büyükelçi" ve "Denge Oyunu"nu okursanız romandaki olayların çok daha ayrıntılı halini öğrenebilirsiniz. Emir Kıvırcık tarafından ele alınan "Büyükelçi" o sırada Fransa'da görevli büyükelçimiz Behiç Erkin'in Fransa'daki Yahudileri kurtarmak adına gösterdiği büyük mücadeleyi anlatıyor. Sizin Yahudiler hakkında ne düşündüğünüzü bilemem, çoğunuzun "keşke hepsi ölseydi" dediğinizi çok iyi biliyorum. Ama bu söylemin kendisi zaten "insanlığın ölmesi"yle aynıdır, hiç bir insan, ırkından, dininden, inancından, derisinin renginden ya da yapmadığı hiçbir kötülükten dolayı işkence görüp öldürülmeye mahkum edilemez. Bu sebeple ben oradaki Türk ekibinin yaptığı her şeyi yürekten takdir ediyorum. Üstelik Nefes Nefese sayesinde yaşananları bir kez daha anımsama imkanı buldum. Türk ekibi Fransa'dan 20.000 Yahudi'yi kurtarır. Hem de öyle basit, kalem oynatarak filan değil, ciddi tehlikelere atlayarak... Yahudilerin tıkıştırıldığı vagonlara zıplayıp onlarla kamp yollarına düşerek, "bu insanlar indirilmezse ben de inmiyorum" deyip, Yahudilerle kamp yollarında bilinmezliğe doğru seyahat ederek...

Sahte pasaportlar, vaftiz belgeleri hazırlayarak Türk vatandaşlığı da verdikleri (Fransa'daki -Yahudi olmayan ama insan olan- gizli bir yer altı teşkilatının bastırmasıyla Türk uyruklu olmayanlara da pasaport hazırlanır) "son umut" dedikleri Türkiye tarafından yollanan ve bir trenin arkasına bağlanacak ay yıldızlı Türk vagonuna doluşturulan bir vagon Yahudi'yi Türkiye'ye kaçırabilmenin en güvenli yolu olarak Almanya'ya gitmeyi planlayacak kadar gözü kara ve bir o kadar da zeki, kendini adamış bir ekip. Vagonun geçmeyi seçebileceği 3 istikamet vardır: İtalya, Arnavutluk, Almanya. O sırada diğer devletler kraldan çok kralcı olduğu için çılgın bir arama yürütmektedir. Türk ekibi de şöyle düşünür "hangi çılgın Yahudi kalkıp da Almanya'ya seyahat etsin ki?" bu fikirden yola çıkarak vagonu Berlin'e götürmeye karar verirler. Oradan da Türkiye'ye gelecektir. Hazırlanan pasaportlara göre bu Türk vatandaşlarının hiçbiri Yahudi değildir. Çoğunluğu Hıristiyandır. Bu nasıl oluyor derseniz asıl sürpriz burada çünkü bu insanlara vaftiz belgesi yollayan isim, 1958 yılında Papa olacak Angelo Giuseppe Roncalli'dir. Hikayedeki Yahudi karakterlerden biri şaşkın halde "nasıl yani bir Hıristiyan din adamı bize bunları mı yolladı" diye sorduğunda Türk konsolosluğundan bir karakter cevap verir "neden olmasın Allah'a inanıyorsa hangi dinden olduğunun ne önemi var, bu bir insanlık meselesi!" Ancak vagonu sorunsuz bir biçimde geçirmek mümkün olmayacaktır, bir vagon insan resmen ölüm makinasının içine yaklaşık 10 gün süren bir yolculuk yapacak, her istasyonda SS'ler tarafından aranacak türlü musibetler yaşayacaktır. 


Özetle siz bu kitabı okuyun şaşırarak okuyacağınız bir roman olacak. Hem yeni Türkiye'yi göreceksiniz hem de savaşın değiştirdiği yaşamlara şahitlik edeceksiniz. Yukarıda ayırdığım diğer kitaplara gelince, sanıldığının aksine bir dahi değil aksine deli olduğunun göstergesi olarak kabul ettiğim Hitler'in "Kavgam"ı, adamın nasıl bir manyak nasıl bir Yahudi düşmanı ve nasıl bir küfürbaz olduğunu kendi sözleri ile görün. Benim o kitaptan çıkardığım kocaman bir "hazımsızlık"!. R. A. C. Parker ve "II. Dünya Savaşı" savaşlı yılların değişen sosyal yapısını anlatmak konusunda müthiş bir eser. Garanti ediyorum roman okur gibi keyifle okuyacaksınız. Selim Deringil'in "Denge Oyunu" sizi tam bir İsmetkolik yapacaktır. Fakat dış politikadaki tüm o görüşmeleri tek tek anlatır. İsmet Paşa sağır ayağına yatıp nasıl istediğini koparmış bir yandan Almanlarla al gülüm ver gülüm yaparken diğer yandan İngilizleri nasıl kandırmış bir bir anlatır. Kitabı lisans yıllarında okudum hatta beğendiğim için özetini yaptığım kitaplardandı diye anımsıyorum, kapağını açtığımda içine düştüğüm notu gördüm:"Bence 2. Dünya Savaşı en çok Türkiye'ye yaramış. Taraflar ne olur ne olmaz diye bizi silahlandırırken, ordumuz iyi kötü gelişmiş bu arada dış politika ve ekonomide dışarıdan koparabileceğimiz ne varsa koparmışız" koparma kısmını tahmin ediyorum ki Numan Menemencioğlu'nun Almanlara zorla çerez satma hikayesine dayanıp ekledim :) Selin Çağlayan'ın "İsrail Sözlüğü" geçen yıl hazırladığım Yahudi Göçü ile ilgili makale için satın aldığım kitaplardan biriydi. Tarafsız bir gözden, hem bugünün İsrail'inde yaşayan Yahudilerle hem de İsrail'in kuruluşunda büyük öneme sahip olan ve hala hayatta olan isimlerle yapılmış röportajlardan oluşuyor. Bir görün derim. Niyazi Berkes ve "Unutulan Yıllar"ına gelince, Niyazi Berkes bence zaten efsane bir isim. Bu kitap anı kitabı olmanın yanı sıra içi bir araştırma eseri gibidir. İsmet Paşa'lı Türkiye yıllarını öyle bir anlatır ki şaşırır da kalırsınız. Bir yandan insanların dış politikada ayakta kalmak adına gösterdikleri o büyük mücadele, inanç, onca mesai sizi hayran bırakırken iç politikadaki küçük adamların koltuk sevdaları adına ülkeyi sürükledikleri kaos ve cehalet inanılır gibi değildir. Ayrıca bence üzerinde çalışılmamış bir dönemi aydınlattığını düşünüyorum. Kİtap ve Alman konusuna gelince hepiniz adına üzgünüm ama Hitler hakkındaki meşhur efsaneyi Rusların açıkladığı Alman belgeleri ile çürütür. Hangi efsane mi, valla çeşitli versiyonları var: 1- Hitler Türkleri çok severdi o sebeple Türkiye'ye saldırmadı. 2- Hitler Türkiye'den çekiniyordu o sebeple Türkiye'ye saldırmadı, siz artık hangisini isterseniz o versiyonunu ele alın. 

Berkes'in yazdığı Ruslar tarafından yayınlanan Alman raporlarına göre, Hitler Türkiye'yi de listeye almış daha Rus saldırısı gelmeden evvel "Türkiye'ye saldırın" diyor ama adamın o kadar zeki danışmanları var ki, Hitler'i engelliyor, neden mi? Söylemeyeceğim, çok merak ediyorsanız açıp okuyun. 4 yıl önce okuduğum bir kitap olmasına rağmen pek çok kısmı kafama kazılı kalmış kitaplardan biridir. Bu kitabın da kapağını görünce dünya kadar notla beraber şöyle bir not görüyorum: "Numan Menemencioğlu tez konusu olur, yapılmadıysa eğer" :) Bu da Sayın Menemencioğlu'nun Türkiye için ne denli önemli isimlerden biri olduğunu gösterir. Eski hariciyeciler müthiş isimler, Türkiye adına koparabilecekleri ne varsa koparmak için canla başla uğraşan adamlar, şimdikiler gibi değiller. Şimdikiler ne bulundukları ülkedeki Türk eserlerinden haberdar, ne de yol yordam biliyorlar, adamlar resmen yaptıkları görüşmeleri tweet atıyorlar, Sayın Ortaylı'nın dediği gibi Âli Paşa görse şapkası uçar! misali...Bizdeki iş bilmezliği ele almaya kalksak bu yazı hem farklı bir yere hem de sonsuza uzanır. O sebeple biz kitaplarımıza geri dönelim.   Kitaplar hayattır, yaşamın ta kendisidir. Siz onlara gönlünüzü ne denli açarsanız yeni kapıların da size ne denli açıldığını görürsünüz. O yüzden lütfen okumaktan kaçınmayalım!

Yeni bir kitapta görüşene dek sağlıcakla kalın!
             

Not: 1-Aslında kitaptan evvel değinmem gereken bir Ayşe Kulin mevzusu vardı ama sanırım ona özel ayrı bir yazı yazmalıyım, çünkü Ayşe Kulin hakkında anlatmak istediğim çok şey var,( tüm yazı neredeyse onun kitaplarını okuyarak geçirdim) 
2- Ayşe Kulin "Adı Aylin" kesinlikle okuyun. Gerçek bir hikaye. Aylin Rodomisli Cates'in hikayesi. Son günlerde Fetullah Gülen'in "Beni Amerika'ya tavsiye eden kişidir" dediği isim.
3-Hollanda Lop Tavşan'ı yeğenime doğum gününde gelen ve durmadan her yana tuvaletini yapan ama diğer yandan resimde gördüğünüz üzere müthiş şeker bir şey. Gerçi bizimki bunun grisi ve alacalısı. Ama şeker olduğuna kanmayın, diğer yandan birine kötülük yapmak istiyorsanız kesinlikle hediye olarak götürün, çünkü şeker görünümlü bir intikam aracıdır :)

22 Ağustos 2015 Cumartesi

Kadın İstemezseymiş !

Sabah gözüme bir türlü uyku girmeyince sabahın tatlı serinliğinde kendimi spor salonunda buldum. Hafta sonları spora gitmek insanlar için bir eziyet gibi olsa da bana daha çok dinlenme gibi geliyor, üstelik bir yerlere yetişme telaşım olmadığımdan kalma süremi daha uzun tutabiliyorum. Bir yandan yüzerken diğer yandan ne pişirsem diye düşünüyorum bir yandan bunu hangi saatte yapmam gerektiğini sonra da hangi periyotta ders çalışmam gerektiğini sorguluyorum. Böylece sabah sabah bir yandan spor yaparken diğer yandan yemek ve çalışma programı da yapmış oluyorum. Güzel ve dinlenmiş bir vücut ve kafa ile eve gelince, Saffet Emre Tonguç ile yapmayı planladığım gezi programlarına bakmak için telefonumu kurcalıyordum ki şöyle bir paylaşım görüyorum "kadın istemezse tecavüze uğramazmış diyen Ahmet Çakar kalp krizi geçirmiş(...)" bir an oh olsun demek geliyor içimden sonra da "tövbe tövbe" deyip, "Allah şifa versin" diyorum ama keyfim de kaçıyor. Çünkü ülkemiz malum, batı görünümlü ama özünde doğulu bir devlet. Kadının hiç bir değeri yok. Etek giyer, tecavüz sebebidir. Pantolon giyer, tecavüz sebebidir. Ya da bunların hiçbiri yoktur kapalıdır, olsun onun kadın olması, nefes alması bile tecavüz sebebidir. Bu ülkede gencecik insanlar yıllarca tecavüzcüleriyle evlendirildi. Töre cinayetleri, "öldüren çocukların günahı ne diye" yıllarca hukukçuların bastırmasıyla cezaları indirildi. Adam karısına 150 bıçak darbesi attı, "kıskandım" dedi, azıcık ceza ile evine yollandı. Ama kadın, kocam beni satıyor dedi, dövüyor dedi, dayanamadı çekti bıçağı adamı öldürdü. Hakim, "sen bir adamın canına nasıl kıyarsın" dedi, en ağır cezayı verdi. Bu böyle gider de gider. Biz boşa yazdıklarımızla kalırız. Hırsız hikayesi gibidir bu hırsız evi soyar ama karşıdaki de "iyi de sen camı açık bırakmışsın be birader" der. Siz çaresizlikle iyi de hırsızın hiç suçu yok mu diye bağırırsınız. Yoktur, hırsız daima haklıdır. Hele o hırsız erkek siz kadınsanız. 

"Kadın istemezse tecavüze uğramaz" lafını görünce gözümün önünden hızla bir sürü görüntü akıyor. 1-İzmit - Adapazarı arasında yıllarca süren lisans, yüksek lisans yılları esnasında, her gün iş yerinde çıkardığım ayakkabılarım, kıyafetlerim ve üzerime geçirdiğim en gösterişsiz kıyafetlerim, niye çünkü akşamın bir vakti okuldan dönüyorum, 2-Lisansın son yılları, öyle olmadığı halde erkek arkadaşımmış gibi sürekli yanımda durmasını istediğim arkadaşım, niye çünkü yanımda biri olmazsa bir anda üzerime gelecek pek çok erkek, hatta ona rağmen yaklaşmaya çalışan bir sürü erkek. Ama öyle ya, sayın Çakar'ın dediği gibi "eğer istemeseydim onca kişinin ilgi alanı olmazdım". 3-Parmağım kırık, sargıda hastaneye gidiyorum, doktor her hafta 2 defa düzenli şekilde gelmemi söylüyor, ben de uslu bir hastayım, her hafta düzenli gidiyorum 2 haftanın sonunda doktor olan amcam (kulak-burun-boğazcı) durumu anlattığımda gülüp, "doktorun seni beğenmiş, normalde 1 kez başında 1 kez de sonunda gitmen gerekiyor" diyor., sinirleniyorum çünkü bir yandan işe gidiyorum ve haftanın 2 gününü hastanede geçiriyorum. Gerçekten de olay amcamın dediği gibi çıkıyor, doktor sonunda beni yemeye davet ediyor. Hem de asık suratıma ve tüm o soğuk tavırlarıma rağmen, ama sayın Çakar yine haklı "eğer ben istemeseydim o parmağı kırmaz, o adama gitmez, o daveti de duymazdım" her şey tamamen benim suçumdu. 4-Havaalanındayım tek başıma yaptığım yolculuklardan biri, tüm güvenliklere takılıyorum. İçimi büyük bir endişe kaplıyor, ya güvenlikten geçemezsem hem uçağı kaçıracağım hem de işlerim aksayacak. Neden güvenliğe takıldığımı, kenara çekildiğimi bir türlü anlamıyorum. Güvenlikteki şahıs, adımı soyadımı soruyor, ne iş yaptığımı soruyor, nereye gittiğimi ve ne zaman döneceğimi soruyor. Ben de safça bir merakla dönüş gün ve saatimi ne yapacağını soruyorum, bir anda yüzündeki tüm ciddiyet kaybolup sözde şeker  bir ifade takınarak ! "çünkü döndüğünüz zaman da burada olmak istiyorum" diyor. O an durumu anlıyor gibi oluyorum ama emin değilim, ciddi ciddi tacize uğruyorum hem de güvenlik tarafından. Sonra 2. güvenlik de benzer bir muamele yapınca bayan güvenlik gelip sözde bana duyurmadan "yuh ama ayıp artık rahat bırakın, anlarsa sizi şikayet eder" diyor. Ben de o andan itibaren, endişeli halimden kurtulup "kocam bekliyor, kaç saat sürecek bu daha" diye sinirle bağırıyorum. Uçağa binene kadar her güvenlikte aynı muameleyi görüyorum ama bu sefer olayı bildiğimden hazırlıklıyım, pasaportumu onaylayacak şahıs, gideceğim şehre bakıp "a yarın ben de geliyorum oraya" diye söze girince ben de kendisine kocamla iyi tatiller diliyorum. Yüzü düşüyor. Ama tabi bu benim suçum, dünyanın %90'ından daha uzun olmam, bir erkek için değil, kendime olan saygım ve özgüvenimden kendime bakıyor olduğum için evlendikten sonra da bakımlı olmam, hali ile dikkat çekiyor olmam, bunların hepsi benim suçum ! Kendine bakmak, uzun boylu olmak, büyük suç bunlar !!! 

5-Yukarıdakine benzer pek çok sorun yaşadığım için, insan içine çıkmayı pek seven biri değilim. Olabildiği kadar evimde ya da ailemin yanında vakit geçirmeye çalışıyorum. Ancak üniversiteden bazı hocalarımızın yaptığı sempozyumlara gitmek durumunda kalıyorum. Ve pek çok insanla ister istemez tanışıyoruz. Bu tanışmalar çoğu zaman 30 saniyeden öteye geçmiyor, olmasına rağmen, karşımdaki insanla tek kelime etmiyor sadece tanıştırıldığım için usulen "merhaba" diyor olmama rağmen gerisi çok enteresan gelişiyor. Mesela bu enteresan gelişen kısmını özellikle sayın Çakır'ın yorumlamasını isterdim. Olay şu, ben gittiğim sempozyum ya da konferanslarda hocamı (rektör bir hocamız var) görüp yanına selam vermeye gidiyorum. Bu arada onun yanında bir sürü akademisyen oluyor. Ben hocamla selamlaşırken hoca kısaca beni tanıtıp sonra da "damat nasıl" diyor. Ben çalıştığını söyleyip, hiç uzatmadan herkese iyi günler dileyip hocanın yanından kaçıyorum. Bir daha da o insanların hiç biri ile muatap olmayıp kendi arkadaşlarım ve ortamdaki en yaşlı hocalarla takılıyorum. Bir müddet sonra (muhtemelen ortak birinden) beni bulup facebook'tan ekliyorlar, kabul etmiyorum. Sonra eşimin uyarısı ile bakıyorum ki kabul etmediğim her insan mesaj yollamış (diğerleri diye bir kutu var oraya düşüyor). Ve asıl gariplik burada başlıyor, bu insanlar benim evli olduğumu bile bile, niyetlerinin gayet ciddi olduğunu evlenmek istediklerini söylüyor. Tabi hiç birine cevap vermiyorum, işin kötü tarafı bazıları iyi eserlere imza atmış insanlar normal şartlarda oturup da kitapları hakkında konuşmak isteyeceğim isimler ama hal böyle olunca iş değişiyor üstelik diğer yandan da merak etmeden geçemiyorum "bu insanların hepsi mi bekar?" hiç sanmıyorum. Öyle ya birine bu tür bir şey teklif ediyorsanız en azından teklif eden kişinin bekar olması gerekiyor değil mi? Ayrıca yanlarında eşimden bahsedilmiş olması ya da facebookta evli yazıyor olmasının hiç mi önemi yok? Sayın Çakar bunu nasıl yorumlardı mesela, hatam "medeniyet gereği bazen birileri ile tokalaşıyor olmam ya da tanıştırılırken 3 saniye gözünün içine bakıyor olmam mı?" Ah öyle ya suç benim tabi, ben istemesem facebookum da olmazdı, onlar da beni bulup böyle tekliflerde bulunamazdı! Zaten sonunda kapatmak zorunda kaldım, ama facebooku açık tutmakla kendimi davetkar gördüğümden falan değil, ama teklif yağdıkça çalışabileceğim üniversite sayısı azaldığından. Üstelik o sıra bir sempozyum için bir(ileride çalışma ihtimalim yüksek olan) üniversiteye gidecektim, oradan da birinden teklif gelirse orada çalışma ihtimalimin üzerine de bir çarpı gelir korkusu ile hesabımı kapattım. 

6-Bir de bunun iftira versiyonu vardır,

Lisans 2'de arkadaşımın başına gelen bir olay geliyor hemen aklıma, adam kızdan hoşlanır, kız adamla normal bir iletişimin içindedir, adam kızın kendisine istediği ilgiliyi vermediğini ve vermeyeceğini görünce "sen benden hoşlanıyorsun, aramızda böyle bir şey olması mümkün değil" der, kız şok geçirir, ama diğer yandan güler geçer. Bu, reddedilen çoğu erkeğin reaksiyonudur. Ama kız adamı etrafından uzaklaştırma kararı alır, ve onu komple hayatından çıkarınca bu sefer adam bunu hazmedemez, hikayeyi kendince yorumlar ve sessiz sakin dile getirir. Kız kaba olmamak için "etrafta hem fiziki hem de şahsi anlamda düzgün tipler varken gerçekten olayın senin yorumladığın şekilde gerçekleştiğine, senin benden değil benim senden hoşlandığıma inanıyor musun" diye aklından geçirir ama sormaz. Çünkü pek belli etmez ama oldukça da ince bir yanı vardır, zaten reddettiği kişiyi bir de kırmaktan çekinir !

Bunlar ilk etapta aklıma gelen olaylardı, bir sürü kadına sorsanız kim bilir kimler neler anlatır.   

Yani diyeceğim o ki Ahmet Çakar halt etmiş, kadının yapılmasına izin verdiği şey zaten tecavüz ya da taciz değildir.Gönül rızası taşıyan her şeyin içinde (para yoksa ) sevgi vardır. Etrafta gördüğünüz güzel ama buzdolabı gibi olan kadınların %95'i inanın oldukça sıcakkanlı, mütevazi ve sevgi doludur. Ama erkeklerdeki "davetkar kadın" zihniyetinden ötürü kendilerini korumak adına o görüntüye bürünmüştür. Üstelik tecavüz, taciz gibi olayların en yoğun yaşandığı kesimin kapalı toplumlar olduğunu unutmayalım, ve konuşurken arada bir düşünüp kendimize "iyi de aslında suçlu olan hırsız değil midir" diye sormayı ihmal etmeyelim. Böylelikle, bugün başkalarının başına gelen bu olaylar, yarın sizin eşlerinizin, kardeşlerinizin ya da kızlarınızın başına geldiğinde "o da pencereyi açık bırakmasaymış be kardeşim" sözüyle muatap olmak zorunda kaldığınızda verecek bir cevabınız olur.