Sabah yüzümde kocaman bir tebessümle uyandım. Çünkü rüyamda çok güzel bir çiçek bahçesinin içinde dolaşıyordum derken önce hoş bir meltem esmeye başladı, sonra o meltemin içinde tatlı tatlı dolanırken hafif bir yağmur geldi, öyle sert soğuk değil ama içimi ısıtan güzel bir yağmur. Öyle ki içim mutlulukla doldu ve o mutluluk ruhumu ele geçirmiş olacak ki, gülümseyerek uyandım. Ve tüm gün, o ruh hali sağa sola koşturdum. İşin en güzel yanı ise akşam üzeri havanın rüyama nispet yaparcasına esip yağması oldu. Gökyüzü yıkılıyor benimse midemde kelebekler uçuyordu. Nedenini bilmiyorum ama herhalde başka hiç bir ikili yoktur ki beni bu denli mutlu etsin. Kaç insanın yağmuru görünce yüzünde güller açar bilmiyorum. Belki de evde olmayı, ve yazmayı seven ruhumdan kaynaklanıyordur. Üstelik rüzgar ve yağmurun getirdikleri inanılmaz. Sanki beynimde gizli bir bölme var ve o bölmenin açılması bu ikilinin koşup gelmesine bağlı.
Sıcak bir bitki çayı (normal zamanlarda) , diz üstü bilgisayarı, dökülmek için sabırsızlanan kelimeler, sağa sola savrulan yapraklar, camı döven damlalar daha ne olsun! Akşam üzeri fırtına çıktığında önce balkon kapısına koştum, kapının eşiğinde durmama rağmen tüm o soğuk iliklerime işledi. Rüyamdaki gibi tatlı tatlı esmiyordu ama gözlerimi kapattığımda verdiği o özgürlük duygusunu hiç bir şeye değişmem. Bir an bu anı sonsuza dek yaşayabileceğimi düşündüm. Sonra her yağmur yağdığında gözümü yumduğum zamanlar olduğu gibi yine aynı anıya sürüklendim. Bir sonbahar sabahı, daha dünyadan bihaber gencecik bir kızım, İskenderun'da bir otel odasındayım, gece pencereyi açık unutmuşum sabah toprak kokusu ve yağmurun sesine uyanıyorum. Gökyüzü gri bulutlu. Yanımdaki yatağa bakıyorum. Bana bir gece önce kederli biçimde "Agora Meyhanesini" söyleyen kadını arıyor gözlerim. 50'lerinde adı Aysel, kısa süre olmuş tanışalı ama hemen giriyor gönlüme ve artık o benim Aysel Ablam. Kimdir, nedir bilmiyorum. Yer olmadığı ama ablamla eniştem güvendiği için onunla kalıyorum. Bir annesi var biliyorum. Ona bakmakla yükümlü. Çok seviyorum Aysel Abla'yı, tıpkı 3 günlüğüne gittiğim İskenderun'u aylarca kalacak kadar sevdiğim gibi. Sırlarla dolu bir kadın Aysel Abla, ruhu çok yorgun belli, çünkü gözleri o yorgunluğun ağırlığını taşıyor. Çok konuşmuyor ama odada her akşam farklı bir şarkı söylüyor bana, hepsi Türk sanat müziği tabi, ama hepsi gamlı hepsi kederli. Hiç şikayet etmiyorum, Türk sanat müziğine aşığım çünkü, tek üzüntüm onun sesindeki ve gözlerindeki keder. O keder öyle işliyor ki içime bir daha hiç çıkmıyor. Ne zaman yağmur yağsa ben bir İskenderun sabahına uyanıyorum, bir sonbahar sabahı, gökyüzü gri bulutlu... ruhum zaman ve mekan değiştiriyor adeta. Neden ben her yağmurda aynı sabaha uyanıyorum bilmiyorum, yarım kalan neydi de ruhum hala orada bilmiyorum. Tek bildiğim o sabah o boş yatağa baktığım ve tüm eşyaları durmasına rağmen Aysel Abla'nın bir daha geri gelmediği..Ne olduğu sorduysam da söylemediler, ben ortaya çıktığımda fısıltıya dönen konuşmalardan duyabildiklerim "fırtına, yağmur, kayalıklar ve kan" ve tüm bunlardan tek çıkardığım, Aysel Abla'nın o kederli sesiyle bir daha ne bana ne de hiç kimseye şarkı söyleyemeyeceğiydi. Ve ne zaman yağmur yağsa ben o sabaha uyanmaya devam edeceğim, ve ne zaman yağmurla birlikte rüzgar gelse bana onun "Agora"sını fısıldamaya devam edecek. Ve ben ne zaman gözümü kapasam, aradan geçen 15 yıla rağmen onun beline dek uzanan siyah saçları ve keder dolu gözlerini görmeye devam edeceğim. İlginç olansa tüm bu kedere ve her seferinde aynı toprak kokusu ve aynı sonbahar sabahına gitmeme rağmen, her seferinde kendimi kuşlar gibi özgür ve mutlu hissettiğimdir.
Kim bilir gözleri hüzünle bakan ama dudağından tebessümü eksik olmayan o kadın, İskenderun'un o yağmurlu sonbahar sabahında, kayalıklara çıkıp yaşamına son verirken, sırtında bir kanbur gibi duran kederini geride bırakmanın özgürlüğünü ve mutluluğunu hissetmiştir. Ve kim bilir belki de bu yüzden her yağmur yağdığında ben de aynı sabaha uyanıp aynı özgürlüğü ve mutluluğu yaşıyorumdur.
Not: Ben aslında dün gece bitirdiğim Agapi'yi yazacaktım, ancak hep söylediğim gibi yazının bile kendi kaderi var. O yine benim planladığım gibi değil, kendi istediği gibi oldu, parmaklarım da sadece aracılık etmiş oldu.