17 Haziran 2014 Salı

Dans Eden Dervişler

Dönem nihayet bitti, işin güzel yanı tüm kargaşa ve zorluk da dönemle birlikte geçip gitti. Üstelik tüm o stres ve zorluğun daha 5 gün öncesine kadar bana ait olduğuna inanmak çok zor. Sanki her şey yıllar öncesinde yaşanmış ve kalmış gibi, sanki daha geçen haftaya kadar tüm o sıkıntıları yaşayan ben değilmişim gibi...Eh şikayet edecek değilim, huzur güzeldir. Sakin bir kafayla kendi dünyamda kalmak kadar dinlendirici ve huzur veren başka bir şey olamaz. Tatilin en güzel taraflarından biri de ne istiyorsam onu okuyabilecek olmam. İlk etapta kitaplığımdaki romanlardan birini okumayı düşündüm ama bir türlü karar veremedim, içimden hiç birini okumak gelmedi, üstelik de yola çıkmam gerekiyordu. Masamın üzerinden hızla resimdeki kitabı aldım. Okumaya başladığımda ne denli doğru bir kitapla buluştuğumu anladım. Sanıyorum ki ruh halimi 5 gün içinde bu denli iyi bir duruma getiren bu kitap oldu. Ruhumu okşadı resmen. 100 kitapta 1 tane iyi denk gelir ya işte bu da o 1 tanelerden biri. Kitabın yazarı Harry Charles Luke, Osmanlı'da, Kıbrıs'ta, İngiltere'de, Barbados'ta ve daha pek çok yerde İngiltere adına görev yapmış bir isim. Osmanlı ve Kıbrıs'ta geçirdiği zamanlardan alıntılar yaptığı kitap aslında seyahatname olmakla beraber çok tuhaf biçimde, romanımsı, şiirimsi, mistik sizi içine çekip hapseden zaman zaman güldüren çoğu zaman hayrete düşüren bir havaya sahip. Kitabı okumaya başladığımda yoldaydım, kağıt kalem bulma ihtiyacı duydum ancak bulabildiğim tek şey, tarihinden geçen seneye ait olduğunu anladığım bir seyahat dergisi oldu Her yanı dolu olan derginin tek boş yaprağı sırtı dönük duran resimdeki adamın olduğu sayfaydı, ben de mecburen ona yazdım. Kitapla dergi sayfasını bir arada çekip atma sebebim, kitabın ne denli sürükleyici ve değerli olduğunu göstermek için. 

Toplam 10 bölümden oluşan kitabın en değerli bölümleri Konya, Kamil Paşa'lı Kıbrıs, Mucizeler ve Rahipler ile Patrikler üzerine olan kısmı. Bu bölümlere geçmeden evvel ilginç bulduğum bir nokta şu ki, kitap tuhaf biçimde 3 zaman dilimine sahip gibi. Bir bakıyorsunuz Mevlana ile Selçuklu dönemindesiniz, bir bakmışssınız Mehmet Reşatlı Osmanlı'da ama ayrıca tuhaf biçimde bugündesiniz. Garip bir zaman yolculuğu gibi. Kitap aslında Abdülhamit / Mehmet Reşad ve İttihat Terakki dönemi ele alınmış, ama ifade biçimleri ve geri kalan her şeyiyle bugün yazılmış gibi durması çok şaşırtıcı. Mevlanalı Konya'yı anlatttığı kısım İhsan Oktay Anar'ın Puslu Kıtalar Atlas'ını andırıyor ama bir farkla, Harry Charles, İhsan Oktay gibi boğmuyor, yazıyı tuhaf ağdalı bir hale sokmuyor aynı mistisizmin içinde ama gayet aşina olduğumuz kelimelerle aktarıyor. Bu bölümün içinde verdiği bir yemek listesi var, bugün yediğimiz her şeyle aynı. Kültür ve geleneklerimizi kaybediyoruz diyenlere duyrulur. Haşlanmış armut dışında 100 yıldan fazladır aynı yemekleri yemekteyiz. Bunun dışında kitabın içi müthiş hikayelerle dolu, kimi gerçek kimi efsanevi, ilerleyen günlerde hikayelerden parça parça yazıp atmayı düşünüyorum, hikayeler zaten beni benden aldı götürdü. Tüm bunların yanında yaşadığı dönemde yaptığı gözlemler, duydukları, İslam'a ve Hırsitiyan nüfusa bakışı, onların inançları gelenekler, Kamil Paşa'nın emekli olup Kıbrıs'a yerleşmesi ve orada geçirdiği son günlerine dair yazdıkları bence çok önemli. Yazarın İslam'a bakışı, yanlışlıklarının olduğuna inanmasına karşın, derin de bir hayranlık şeklinde. Özellikle Sultan Abdülhamit'in halifeliği nasıl kullanabildiği ya da Afrika'dakilerin nasıl Müslüman edildiği, Afrika'da Müslümanlığın neden istenilen şekilde etkin hale getirelemediği, devletin Gayr-i Müslimlere yaklaşımı, Anadolu'nun içindeki saçları kınalı kafaları açık Türk kadınları, Anadolu'nun Ermeni, Rum, Arnavut nüfusu...Üzerlerine giydikleri pantolondan saçlarının özelliğine kadar yaptığı anlatım, Sabetay Sevi'li 1666 ve dünya mucize yılı, her şey çok tuhaf ama bir o kadar da ilginç ve çekici. Tıpkı bugün gibi, insanlık değişti sanıyoruz ama sanki hep aynı, 1666 öncesindeki inanca göre 1666 yılında çok büyük olaylar meydana gelecekmiş, bizdeki Maya takvimi ve dünyanın sonu hikayeleri gibi...Yalnız bir müftünün bir rahip ile ilgili verdiği bir belge var ki dudak uçuklatıyor...Aman kimse görmesin dedirten cinsten...Sonra rahip ve patriklerle ilgili olan kısım önemli, kimdiler ne yapar, ne yer ne içerlerdi? Ayrıca İstanbul Piskoposluğu'nda görev yapanlarla ilgili istatistikler var. Bunlardan biri patrik olduğunu öğrenince sevinçten ölüyor, biri de hakkında sürgün kararı çıkacağını öğrenince yeniçeri oluyor :)
Mucizeler kısmında halkın nelere inandığını anlattığı bazı olaylar var, ama bahsi geçenler daha çok Rumlardı...Anlattığı mucize hikayesi yazar adaya varmadan 5 yıl önce gerçekleşmiş, aslında gerçekliğinden emin değil, onun amacı halkın bakışını göstermek, fakat hikaye çok tatlı, üstelik öyle betimlemeler ile anlatmış ki, bir ara adanın en ücra köşesindeki o uzak ve sarp  patikasından yürüyen Maria olduğumu düşündüm. Aç, sefil, yırtık kıyafetim ama içimde umutlarımla rüyamda gördüğüm Aziz'in peşinden minik kilisenin yolunu tutan sanki o değil de bendim.  Tuhaftır, bilmem neden, reenkarnasyona kesinlikle inanıyor da değilim (üstelik bir ara reenkarnasyona uğradığını iddia eden insanlarla uzun zaman geçirmiş olmama rağmen) ama inanıyor olsaydım kesinlikle eski dönemlerde yaşamış bir Rum köylüsü olduğuma inanırdım. Bunu aileme de defalarca söylemişimdir, onlar da cevaben "Rus desen anlarız da Rum olmaz" demiştir. Bizim nineler Rus dedeler Çerkez (dolayısıyla doğan çocuklar bilmiyorum artık ne oluyor ama mevzuyu dile getirmiyoruz tabi yoksa bizimkiler kızıyor) ama Türkiye'ye sığınınca nineler de dedeler de hepten Müslüman olup Türkleşmiş, o yüzden Rum söylemine kızarlar. Yazarın Rumlarla ilgili hikayeleri "İzmir Büyücüleri"ni hatırlattı. O da II. Abdülhamit'li Osmanlı İzmir'inde geçiyordu. Ve ikisinin anlattıkları birbiri ile tutarlı. 
Kitabın sevmediğim tek yanı Nasreddin Hoca kısmı oldu. Sanki mistik hava orada dağılıp gitti gibi, ama oraya dair önemli bir ayrıntı, daha 1910'lu yıllarda Nasreddin Hoca hikayelerinin farklı dillere çevrilip dünyanın farklı ülkelerinde yayınlandığı. Yazar onunla ilgili bir sürü fıkra anlatmış, bu fıkralardaki Nasreddin Hoca ya çok zeki ve alim ya da çok saf ve aptal. Ama ne olursa olsun kitap enfes, arabada, yemekte, yatakta, kuyrukta kısacası boş bulduğum her anda büyük bir zevkle okudum, elimde yenileri olmasa aslında bir kez daha okurum ama bu kitap "İzmir Büyücüleri"ni de tetikledi. Sanıyorum önce bir kez daha İzmir Büyücüleri'ni okuyacak sonrasına ise sonra bakacağım. Sevgi ve Kitapla Kalın. 

                         

8 Haziran 2014 Pazar

Taylor, Kymlicka, Zizek ve Habermasla Yola Düşünce ...

Sırt çantam ne zamandır kapının kenarında gitmek için bekliyordu, onu daha fazla bekletmeye içim elvermedi. Ani bir kararla attım sırtıma düştüm yola, biraz kafa dinlemek için kısa ama iyi bir boşluk diye düşünmüştüm. İçine bir kitapla makale atmayı da unutmadım tabi, millet giderken gideceği yerle ilgili şehir rehberi atar, bense her zamanki gibi ders dönemiyle alakalı bir kitap. sözde kafamı dinleyecektim, öyle de oldu (!), kafamda tonla kargaşa...O yüzden kafa dinleme olayını bir daha ele almak lazım, kafa dinleme derken kast ettiğimiz şey aslında huzura erişmektir, ama insan kendiyle başbaşa kaldıkça gerçekten "kafasını dinliyor" içindeki tüm kargaşayı, öfkeyi, yorgunluğu her şeyi...o sesler bir türlü son bulmuyor. Bu yüzden ilk günün ardından kafamı dinlememeye karar verdim ve çıkardım çantadakileri eldekiler Nermin Abadan Unat ile Taylor, Kymlicka, Zizek ve Habermaslı çokkültürlülük tartışmaları. Ne yalan söyleyeyim çokkültürlülük tartışmaları çok iyi geldi, zaman zaman ne dediklerini anlayacağım diye kafam bir dünya oldu. Bir ara öyle uyuşmuştum ki yanlışlıkla su diye alkol mü kullandım, hatta içine bir de toz mu attılar diye düşünmedim değil. Şaka bir tarafa tarihi çok sevsem de ben ya sosyolog olmalıymışım ya da yazar. Çünkü istemiyor olmama rağmen durmadan düşünen bir beyne sahibim ve bu durum sosyolojide işe yarıyor gibi, adamcağızlar yemeyip içmeyip düşünüyor, biz toplumu nasıl düzeltiriz? Habire ortaya farklı teoriler atıyorlar, Türkiye'de sosyolojinin durumu nedir bilmem ama Türk toplumunun durumu (faceden gördüğüm kadarı ile) kes kopyala yapıştır hali. Adamlar kendi duygularını dile getirmekten bile aciz, hemen bir yazar ya da şairin sözünü bulup yapıştırıveriyor. O kadar düşünmekten ve üretmekten uzak ve sıfır bir toplum, ama tabi sırf düşünebiliyor olmanız sosyolog olabileceğiniz anlamına gelmez, öncelikle bu işin sağlam şekilde alt yapısını almak gerekir. Yoksa düşündüğümüz şeyin, yanlış ve eksik taraflarını görmekten çok uzak oluruz. 

Gelelim çokkültürlülük mü aksi mi tartışmalarına, size burada okuduğum her şeyi yazıp anlatmaya kalksam ne benim vaktim ne sizin sabrınız el verir. Çokkültürlülük tartışmaları aslında soğuk savaş bitiminde, sömürgelerin bağımsız olması, ulus devlet inşaaları ve bu esnada ezilen azınlık tartışmaları ve Avustralya, Kanada gibi devletlerin asimilasyonu bırakıp çokkültürlü politikayı benimsemesi ile ortaya çıkmıştır. Ve tabi bunun ortaya çıkışında modernizmin ve Avrupa tekelciliğinin karşısına dikilen postmodernizmin de etkisi büyük. Zaten en büyük tepki, o zamana kadar (ve aslında halen) kendini ulaşılması en yüksek nokta, ve yaşayan tek çağdaş uygarlık olarak görüp dünyanın geri kalanını kendine benzetmeye yani "evrenselleştirmeye" çalışan Batı'nın tekelciliğine...Batının modernizmine ve tekelciliğine karşı, geri kalanın çokkültürlülüğü ve farklılıkların ayakta alkışlanması ve böylece başlayan "kabilecilik çağı"...Yukarıda bahsi geçen sosyologların hepsi farklı ülkelerde yaşamış, her biri sorunu kendi ülkesinden ele almış, üstelik her birinin sözlerinde önemli doğrular olmakla birlikte ben yalnızca bir tarih öğrencisi (ve üç dönemdir bir şekilde azınlıklarla ilgili ders alan bir öğrenci) olarak konuya baktığımda diyebilirim ki, yukarıda liberalizm ve onun getirdiği bireyciliği eleştiren sosyologlar ne denli haklı yanlara sahip olsa da kendi devlet modelim için ulus-devlet en iyisidir. Her ne kadar içinde bulunduğumuz çağ kabilecilik çağı olarak adlandırılsa da, kabilecilik ve çokkültürlülük politikaları benim ülkemi yıkmaktan başka işe yaramaz. Ayrıca, bir kültürün korunması neden illaki devlet eliyle olmalı anlamış değilim. "Ne Mutlu Türküm Diyene" sloganı altında birleştirilmiş ve anayasasından din argumanını da çıkartıp, ülkesindeki her bir vatandaşa "birey" olarak bakan bu sayede Laza, Çerkez'e, Kürt'e, Türk'e, Yahudi'ye, Ermeni'ye aynı mesafede durup, tek bir bayrak altında belli sınırlar içinde olup, halkının güvenliği refahı için çalışan bir devlet politikası neden kötü olsun? Her bir grubun sahip olduğu etnik ve kültürel özellikleri korumak neden devletin sorumluluğu olsun? "Liberal sistem ve bireyciliği içimizi boşaltıp bizi değerlerimizden yoksun bir hale getiriyor" söylemine katılmıyorum. Evet batının tekelciliği ve tüketimini sahiplenmiş ve özenti halinde bunu uygulayan bireylere sahip olduğumuz doğru olabilir ama bu durum, değerlerimizi kaybettiğimiz anlamına gelmez, kızların bir örnek gibi 501 Levis kot giymesi ya da hepsinin film yıldızları gibi görünür hale gelmesi bu insanların bizim özümüzde var olanları kaybettiği ve kültürün parçalandığı anlamına gelmez. Arkadaş çevreme ya da yeğenlerime, onların arkadaşlarına, girdiğim ortamlara baktığımda söyleyebilirim ki, insanlar dış görünüş olarak daha bakımlı hale bürünüyor olsa da özünde hepsi aynı insan...Çocuklarımızı yazları yüzmeye yollarken halen bir taraftan da Kuran Kurslarına gönderiyoruz, daha çok ufak yaşlarda onları oruçla tanıştırıp, bir taraftan da israfın ne denli kötü olduğunu öğretiyoruz. İnsan olarak mutluluğumuzun komşumuzun da mutluluğundan geçtiğini anlatıyoruz. Paylaşmanın değerini, birileri açken tok yatamayacağımızı işliyoruz. Büyüklere daima saygı göstermeyi, onların tecrübesinin önemini vurguluyoruz. En azından kendi geniş ailem adına konuşacak olursam bu anlamda çok başarılı evlatlar yetiştirdiğimizi söyleyebilirim. Dışarıdan bazı şeyleri saklıyor olmak, ya da öyle değilmiş gibi görünmek, var olan tüm değerlerimizi yitirdiğimiz anlamına gelmez. Ve bölgesel geleneklerimiz de biz yaşattığımız sürece yaşamaya devam ediyor ve edecektir. Bence burada konuyu uç boyutlarda çokkültürlülük mü liberalizmin bireyselciliği mi diye ele almak yerine sorunun asıl odak noktasına bakmak gerekir. 

Türkiye bir göçmen ülkesi değildir, yüzlerce yıla dayanan tarihi geçmişi etnisitesi olan bir devlettir. Kanada, Amerika Avustralya gibi daha tarihi bile olmayan yeni bir kıta değildir, zaten bir birlik beraberliği vardır. Gelenler emek gücü olarak değil, mülteci olarak gelmektedir. Ve bunu söylediğim için üzgünüm ama beğenmiyorsanız gidersiniz, aynı şeyi yurt dışında yaşayan ırkdaşlarım içinde söylerim, hiç kimsenin hiç bir toplumun huzurunu bozmaya hakkı yoktur. Ya gittiğin yerin kurallarına uyar, sorun teşkil etmeden yaşarsın, ya da başına geleceklere katlanırsın. Ayrıca şuna da inanıyorum ki Stephen Castles'in Göçler Çağı'nın son sayfalarında dile getirdiği "ülkeler artık çok kültürlü yapılara doğru evrilmektedir, bu sebeple politikalarını artık buna göre evriltmelidir" söylemini çok Amerikanvari buluyorum. Çokkültürlülük Amerika'nın, Kanada'nın Avustralya'nın problemidir. Geri kalanın değil. Amerika kendi problemlerini de dünyaya satmaya çalışıyor bence..."Siz de çokkültürlülüğü kabul edin sizin de problemleriniz var"...yok kardeşim ben çokkültürlü bir etnisiteye sahip değilim, biz yüzlerce yıldır bir arada aynı tarihi yaşadık burada, hepimiz Osmanlıyız hepimiz Lazız, Çerkeziz,Kürdüz ama neticede Türküz bu kadar Tabiki de tüm kültürleri kabul ediyor ve saygı duyuyorum, ama diyorum ki tarih bize ulus-devletlerin huzurunu işaret etmektedir. Azınlıklar azınlık oldukları her yerde acı çekmiş ve çekmeye de devam edeceklerdir, bu sebeple en güzeli kendi vatandaşıyla, ortak bir tarih ve ortak bir idea içinde yaşamaktır. Ayrıca son olarak demek istiyorum ki Batı'nın üstün olmadığı varsayımının karşıtı çokkültürlülük politikası olmasaydı ya da çokkültürlülük Batı'nın biricik ve tek olduğu savına alternatif olarak üretilmeseydi beki bugün tartışıldığı manada yapaylık ve zorlamaya sahip olmaz, bireyselcilik eleştirisine karşı çok daha iyi bir sav üretebilirdi.