Dönem nihayet bitti, işin güzel yanı tüm kargaşa ve zorluk da dönemle birlikte geçip gitti. Üstelik tüm o stres ve zorluğun daha 5 gün öncesine kadar bana ait olduğuna inanmak çok zor. Sanki her şey yıllar öncesinde yaşanmış ve kalmış gibi, sanki daha geçen haftaya kadar tüm o sıkıntıları yaşayan ben değilmişim gibi...Eh şikayet edecek değilim, huzur güzeldir. Sakin bir kafayla kendi dünyamda kalmak kadar dinlendirici ve huzur veren başka bir şey olamaz. Tatilin en güzel taraflarından biri de ne istiyorsam onu okuyabilecek olmam. İlk etapta kitaplığımdaki romanlardan birini okumayı düşündüm ama bir türlü karar veremedim, içimden hiç birini okumak gelmedi, üstelik de yola çıkmam gerekiyordu. Masamın üzerinden hızla resimdeki kitabı aldım. Okumaya başladığımda ne denli doğru bir kitapla buluştuğumu anladım. Sanıyorum ki ruh halimi 5 gün içinde bu denli iyi bir duruma getiren bu kitap oldu. Ruhumu okşadı resmen. 100 kitapta 1 tane iyi denk gelir ya işte bu da o 1 tanelerden biri. Kitabın yazarı Harry Charles Luke, Osmanlı'da, Kıbrıs'ta, İngiltere'de, Barbados'ta ve daha pek çok yerde İngiltere adına görev yapmış bir isim. Osmanlı ve Kıbrıs'ta geçirdiği zamanlardan alıntılar yaptığı kitap aslında seyahatname olmakla beraber çok tuhaf biçimde, romanımsı, şiirimsi, mistik sizi içine çekip hapseden zaman zaman güldüren çoğu zaman hayrete düşüren bir havaya sahip. Kitabı okumaya başladığımda yoldaydım, kağıt kalem bulma ihtiyacı duydum ancak bulabildiğim tek şey, tarihinden geçen seneye ait olduğunu anladığım bir seyahat dergisi oldu Her yanı dolu olan derginin tek boş yaprağı sırtı dönük duran resimdeki adamın olduğu sayfaydı, ben de mecburen ona yazdım. Kitapla dergi sayfasını bir arada çekip atma sebebim, kitabın ne denli sürükleyici ve değerli olduğunu göstermek için.
Toplam 10 bölümden oluşan kitabın en değerli bölümleri Konya, Kamil Paşa'lı Kıbrıs, Mucizeler ve Rahipler ile Patrikler üzerine olan kısmı. Bu bölümlere geçmeden evvel ilginç bulduğum bir nokta şu ki, kitap tuhaf biçimde 3 zaman dilimine sahip gibi. Bir bakıyorsunuz Mevlana ile Selçuklu dönemindesiniz, bir bakmışssınız Mehmet Reşatlı Osmanlı'da ama ayrıca tuhaf biçimde bugündesiniz. Garip bir zaman yolculuğu gibi. Kitap aslında Abdülhamit / Mehmet Reşad ve İttihat Terakki dönemi ele alınmış, ama ifade biçimleri ve geri kalan her şeyiyle bugün yazılmış gibi durması çok şaşırtıcı. Mevlanalı Konya'yı anlatttığı kısım İhsan Oktay Anar'ın Puslu Kıtalar Atlas'ını andırıyor ama bir farkla, Harry Charles, İhsan Oktay gibi boğmuyor, yazıyı tuhaf ağdalı bir hale sokmuyor aynı mistisizmin içinde ama gayet aşina olduğumuz kelimelerle aktarıyor. Bu bölümün içinde verdiği bir yemek listesi var, bugün yediğimiz her şeyle aynı. Kültür ve geleneklerimizi kaybediyoruz diyenlere duyrulur. Haşlanmış armut dışında 100 yıldan fazladır aynı yemekleri yemekteyiz. Bunun dışında kitabın içi müthiş hikayelerle dolu, kimi gerçek kimi efsanevi, ilerleyen günlerde hikayelerden parça parça yazıp atmayı düşünüyorum, hikayeler zaten beni benden aldı götürdü. Tüm bunların yanında yaşadığı dönemde yaptığı gözlemler, duydukları, İslam'a ve Hırsitiyan nüfusa bakışı, onların inançları gelenekler, Kamil Paşa'nın emekli olup Kıbrıs'a yerleşmesi ve orada geçirdiği son günlerine dair yazdıkları bence çok önemli. Yazarın İslam'a bakışı, yanlışlıklarının olduğuna inanmasına karşın, derin de bir hayranlık şeklinde. Özellikle Sultan Abdülhamit'in halifeliği nasıl kullanabildiği ya da Afrika'dakilerin nasıl Müslüman edildiği, Afrika'da Müslümanlığın neden istenilen şekilde etkin hale getirelemediği, devletin Gayr-i Müslimlere yaklaşımı, Anadolu'nun içindeki saçları kınalı kafaları açık Türk kadınları, Anadolu'nun Ermeni, Rum, Arnavut nüfusu...Üzerlerine giydikleri pantolondan saçlarının özelliğine kadar yaptığı anlatım, Sabetay Sevi'li 1666 ve dünya mucize yılı, her şey çok tuhaf ama bir o kadar da ilginç ve çekici. Tıpkı bugün gibi, insanlık değişti sanıyoruz ama sanki hep aynı, 1666 öncesindeki inanca göre 1666 yılında çok büyük olaylar meydana gelecekmiş, bizdeki Maya takvimi ve dünyanın sonu hikayeleri gibi...Yalnız bir müftünün bir rahip ile ilgili verdiği bir belge var ki dudak uçuklatıyor...Aman kimse görmesin dedirten cinsten...Sonra rahip ve patriklerle ilgili olan kısım önemli, kimdiler ne yapar, ne yer ne içerlerdi? Ayrıca İstanbul Piskoposluğu'nda görev yapanlarla ilgili istatistikler var. Bunlardan biri patrik olduğunu öğrenince sevinçten ölüyor, biri de hakkında sürgün kararı çıkacağını öğrenince yeniçeri oluyor :)
Mucizeler kısmında halkın nelere inandığını anlattığı bazı olaylar var, ama bahsi geçenler daha çok Rumlardı...Anlattığı mucize hikayesi yazar adaya varmadan 5 yıl önce gerçekleşmiş, aslında gerçekliğinden emin değil, onun amacı halkın bakışını göstermek, fakat hikaye çok tatlı, üstelik öyle betimlemeler ile anlatmış ki, bir ara adanın en ücra köşesindeki o uzak ve sarp patikasından yürüyen Maria olduğumu düşündüm. Aç, sefil, yırtık kıyafetim ama içimde umutlarımla rüyamda gördüğüm Aziz'in peşinden minik kilisenin yolunu tutan sanki o değil de bendim. Tuhaftır, bilmem neden, reenkarnasyona kesinlikle inanıyor da değilim (üstelik bir ara reenkarnasyona uğradığını iddia eden insanlarla uzun zaman geçirmiş olmama rağmen) ama inanıyor olsaydım kesinlikle eski dönemlerde yaşamış bir Rum köylüsü olduğuma inanırdım. Bunu aileme de defalarca söylemişimdir, onlar da cevaben "Rus desen anlarız da Rum olmaz" demiştir. Bizim nineler Rus dedeler Çerkez (dolayısıyla doğan çocuklar bilmiyorum artık ne oluyor ama mevzuyu dile getirmiyoruz tabi yoksa bizimkiler kızıyor) ama Türkiye'ye sığınınca nineler de dedeler de hepten Müslüman olup Türkleşmiş, o yüzden Rum söylemine kızarlar. Yazarın Rumlarla ilgili hikayeleri "İzmir Büyücüleri"ni hatırlattı. O da II. Abdülhamit'li Osmanlı İzmir'inde geçiyordu. Ve ikisinin anlattıkları birbiri ile tutarlı.
Kitabın sevmediğim tek yanı Nasreddin Hoca kısmı oldu. Sanki mistik hava orada dağılıp gitti gibi, ama oraya dair önemli bir ayrıntı, daha 1910'lu yıllarda Nasreddin Hoca hikayelerinin farklı dillere çevrilip dünyanın farklı ülkelerinde yayınlandığı. Yazar onunla ilgili bir sürü fıkra anlatmış, bu fıkralardaki Nasreddin Hoca ya çok zeki ve alim ya da çok saf ve aptal. Ama ne olursa olsun kitap enfes, arabada, yemekte, yatakta, kuyrukta kısacası boş bulduğum her anda büyük bir zevkle okudum, elimde yenileri olmasa aslında bir kez daha okurum ama bu kitap "İzmir Büyücüleri"ni de tetikledi. Sanıyorum önce bir kez daha İzmir Büyücüleri'ni okuyacak sonrasına ise sonra bakacağım. Sevgi ve Kitapla Kalın.