Yine hayattan kopmanın verdiği ağır yük var üzerimde, ekrana bakmaktan mı, telaşla koşturmaktan mı bilmem, her yanım sızlıyor gibi ama en çok da kafamın içindekiler ağır geliyor. Dün akşam üzeri bıraktım çalışmayı, açtım televizyonu "I Love You New York" diye bir sinema filmi oynuyordu, 11 farklı kısa filmden oluşan bir yapıt. 3 kısa hikayeyi sevdim yalnız, gerisi bana çok uzak. Hele ki söz konusu New York ise... Çocuğun biri bağırıyordu "seni çok seviyorum New York", o bağırıken ben de içimden bağırıyordum "seni hiç sevmiyorum New York, aidiyetsizliğin, yoksunluğun, kimsesizliğin kenti, o devasa kalabalık içinde yalnızlığınızı yüzünüze haykıran, size bir hiç muamelesi yapan kent, seni hiç sevmiyorum." İki küçük hikaye vardı, belki 5 belki 6-7 dakikalık, o kısa dakikalar ve geçişler içinde hıçkıra hıçkıra ağlattı beni. Bir de bir restaurantın kapısında sigara içerken tanışan bir çiftin garip öyküsü. Kadının içeride kocası otururken dışarıdaki adama yaptığı tavizkar kura içerledim, "neden" diye sordu adam, "içeri gideceğim kocamın karşısına oturacağım o her zamanki gibi yine görmeyecek beni", dedi kadın. Adam kadına beklenen soruyu sorduğunda bu sefer garip biçimde "hayır" dedi kadın. Anlayamadım, adam da anlamamış olacak ki, "öyleyse tüm bunlar niye" diye sordu adam. "Bir şeyler değişsin istedim, belki bir dahakine diye cevap verdi" ve içeri gitti kadın. Anlayamadım, ama cürretine kızdım. Belki ben bekarken dahi asla yapmayacağım için, hakkında onlarca kitap yazıp o hiç bir vakit bilmesin diye farklı bir isimle basmayı göze alıp, aşkından ölsem de tek kelime etme cüretinde bulunmayacağım için. Ama sonra değişti herşey, kadın içeri girdiğinde gördüm ki, dışarıdaki adam zaten 40 yıldır evli olduğu kocasıymış...Sonra "Su ve Ateş"i gördüm. Strassbourg'dayken, afişini görmüş acaba seyretsek mi demiştik. Fransa'da bir Türk filmi. İzlememiştik iyiki de izlememişiz orada. Filmi izlerken içim dışıma çıktı yine, ağlamaktan helak oldum tüm gece. Özcan (Deniz) son kurşunu karısının elinden kendine sıkarken, bir tane de bana sıkın da Allah Aşkına bitsin bu eziyet, dedim..Uyandığımda yüzüm gözüm şiş, koca bir ruh karartısı...
Saat 6.50, günlerden pazar, penceremi açtım, soğuk bir rüzgar karşıladı beni...Gökyüzü hafif gri, eşortmanlarımı giydim, "yürüyeceğim" deyip iliklerime kadar üşüme arzusuyla düştüm yola. Özellikle ince giyindim, belki buz tutarsa yüreğim rahatlarım sandım...Belki şanslıysam biraz yağmur da yağar. Nafile...Evden çıktığımda koca bir güneş karşıladı beni, neyseki o tatlı esinti hala var, ve biraz da serin...Uzun zamandır görmediklerim çalındı gözüme, meğer ben kafamı kumda tutarken, doğa tüm renklerine bürünmüş...alı al moru mor çiçekler sarmış her yeri...Gözlüğümü kafama attım, olduğu gibi yalın, bir perde olmadan görmek istedim...Işık zorladı gözümü ama önemi yok...Meğer ne uzun zaman olmuş, görmeyeli, meğer ne zormuş hayata kör yaşamak...Bir ara gelincik tarlalarından geçtim, yüzüme çarpan o tatlı rüzgar çocukluğumdan sahneler getirdi bana, içinde ablam vardı, bir de ben, ve yıkık dökük bir kaç araba, koca bir gelincik tarlası...Özlemiş miyim ne?.. İnsan acıya özlem duyar mı, duyuyormuş meğer...Güya rahatlamak için düştüm yola, sonra yine ağlarken buldum kendimi, gözlüklerimi geçirdim gözüme...Uzaklara baktım biraz, nasıl güzel göründü her yer, nasıl yemyeşil, bir başka gelincik tarlası düştü gözüme, bu sefer ablam yok ama, nasıl olsun o o yıllarda yoktu ki, bir arkadaşımla ben varım sadece, yalınayak gezinip, sırt üstü yattığımız, hayaller kurduğumuz "Fısıltılı Tepeler"de... Tepeler rüzgara fısıldarken biz sırt üstü yatıp tatlı hayaller kurardık...Çocukluğumun büyük kısmının geçtiği o tepeler... beni özgür kılan... beni ben yapan...bir zamanların mutlu çocuk hikayesine ev sahipliği yapan tepeler...yıllar sonra üzerine kentsel dönüşüm projesiyle 15 katlı binaların yapıldığı, bir zamanların yalınayak gezdiğimiz şimdileriyse koca bir metropole dönen tepeler...Şimdi orada yaşayan zavallı çocuklar hayallerini nerede kurar ki?
Sonra gökyüzüne takılıyor gözüm, bir tablo olmuş sanki...Unutmabeni mavisi...Sahi bir zamanlar paletimi elime alıp ne şahane resimler yapardım ben, öyle böyle değil, sahi sahi Türkiye birinciliğim vardı benim...hep bir mavi bir yeşil olurdu içinde, ve oradan oraya koşan bir kız, bir de hep rüzgar, zaten o değil mi bana onca hikayeyi, onca şiiri, onca resmi yazdırıp yaptıran...Bazen rüzgarla gelen bir yanık odun kokusu, beraberinde getirdiği anılarla yazdırırdı sayfalarca, bazen bir yağmur kokusu döktürürdü dizeleri, bazen saçları savrulan bir kız çocuğunda anlam bulurdu fırçam...Ne çok zaman önceymiş,,,hayatı ertelemeye başlayalı, hayattan tat almayalı ne çok zaman olmuş meğer...Yürürken öyle çok şey geçiyor ki gözümden, kendi kendime "ve son" diyorum, sanki birazdan bir ışık parlayacak "ve hayatım nihayete erecek." Bir yandan bunu düşünüyorum, bir yanda annemin yüzü, sonra Zeki Müreni duyuyorum"bir ilkbahar sabahı" diyor yine...Kaldırımda koca bir çalı yığını, anlamsız şekilde ona takılıyor gözüm, 45 dakika sonra duruyorum, yürüyüşü yuvarlak çizip mi tamamlasam gerisin geri mi gidip bitirsem diye düşünüyorum. Gerisingeri gitmeye karar veriyorum. Nedenini bilmiyorum ama içimde ısrarcı bir şeyler var...Bir anaforun içinde gibiyim benle birlikte yürüyen yüzlerce kesit, ve birden bir şey beni çekiyor, az önce anlamsız biçimde gözümün takıldığı çalının içinde buluyorum kendimi ve çok yakınımdan gelen ürkütücü bir ses...Hiç bir şey anlayamıyorum, ayağa kalkmaya çalışıyorum önce, aynı anda hem haykırışlar, hem bana doğru koşup gelen bir adam görüyorum...Ama en çok da beni çalılığa çeken eli arıyor gözlerim, beni oraya alıp atanı, onu bulduğumda fena bağıracağım...Başımda duran adam kolumdan tutup kaldırıyor beni, "iyi misin" diyor? Çok telaşlı, sonra fark ediyorum az öteme bir yere koşuyor..."İyi misiniz, ambulans çağırayım mı" diyor, ve ben hala anlamıyorum, gözyaşları içinde bir kız, ve yanında bir de genç bir adam geliyor, kız durmadan ağlıyor, adam bir şeyim var mı diye bakıyor, "neredeyse ölecektin" diyor üçü de, o an görüyorum manzarayı ve de anlıyorum, durumu. İlk koşan adama soruyorum, "sen gördün mü olayı beni kim çekti oraya" diyorum, adam hayalet görmüş gibi yüzüme bakıyor ve sonra da cevap veriyor "kimse yoktu kendin atladın"...Adama bakıyorum o da bana, hiçbir şey demiyorum...Sadece 10 dakika evvel "ve son" dediğim anlar geçiyor aklımdan...Ve boğazımda takılı bir sürü söz...Hepsi o...