24 Eylül 2016 Cumartesi

Bahar Valsi / Spring Waltz

Sabah, hafta sonu demeyip soluğu okulda alınca günün yarısında dünden kalan işleri bitirmeyi başardım. İşleri bitirmenin verdiği huzur ve rahatlık sayesinde eve döndüğümde kendimi kitap, koltuk ve çay 3'lüsü ile ödüllendirmeyi de ihmal etmedim tabi, hele dışarıda böyle soğuk bir hava varsa, yapılacak en güzel şey kitap okumaktır. Dışarının soğuğuna inat sıcacık evimde bir yandan yeşil çayımı yudumlarken diğer yandan elimde Murathan Mungan'ın "Kadından Kentleri"ini okumaya başladım, kitap hikayelerle dolu, genelde sıkmıyor, tek seferde yarısı bitti, ama itiraf etmeliyim ki daha romantik hikayeler beklemiştim, oysa daha ilk hikayeden itibaren kendimi yalnız, çaresiz, ümitsiz hissetmeye başladım, tuhaf bir depresyona itelenmiş gibiydim, kolunda burma bileziği ile boynundan asılı olan o öksüz ufak kız bendim sanki, üstelik eşimin evde olmaması da o yoksunluğu vurgular gibiydi, içimde kim olduğunu bilmediğim arabesk bir parça çalmaya başladı. Her yer karardı sanki, bir ümitsizlik denizinin içinde yuvarlanır gibiydim. Halbuki çok değil daha 1 hafta önce Ege'ye has o tatlı sıcak ama rahatsız etmeyen eylül esintisinde dolanırken içim nasıl da bir an neşe ile dolmuştu. Üstelik günün sonunda odama çıkarken elimde -favori kitapçım -Remzi Kitapevi'nden satın aldığım kitap vardı. Suna Kıraç'ın - Vehbi Koç'un kızı- o gamsız lüks hayatının verdiği tasasızlıktan mı, yoksa harika bir gün batımı eşliğinde 
bir yandan çayımı yudumlayıp kitabı okurken diğer yandan koltuğa uzanmış Chopin'i dinlemekten mi, içim müthiş bir huzurla dolmuştu. Kendimi değil son yıllarda belki de 30 yıldır bu kadar huzurlu hissetmemiştim. Suna Kıraç etkisinden değil tabi Chopin tarafından büyülenmiş gibiydim. https://www.youtube.com/watch?v=KmzFDEu2RoA 


Kitabı kapatıp kendimi müziğe bıraktığımda ilk defa kim olduğumu bulduğumu hissettim, kimdim, hayattan ne istiyordum, beni huzurlu kılan ya da kılacak olan neydi ??? 

Yaz başından bu yana toplamaya başladığım sanat eserleri, bitmeyen Viyana aşkım, hüzne olan sevdam, tüm yaz izlediğim Frida Kahlo, Dali filmleri, gözümden gitmeyen Gustav Klimt eserleri, Gaudi için çıktığım Barcelona yolculuğu, sonbahar ve kışa olan tutkum sanki her şeyin cevabı ondaymış gibi, isminden başka hiç bir kelimeyi içermeyen o sonatla aydınlandı kalbim. Aslında hep bildiğim ama fark etmediğim sözleri fısıldadı sanki. İsmi gibi içimde bir bahar valsi başladı, kendini yeniden keşfetmenin verdiği o çocuksu heyecan, neye döneceğini bilmediğim değişim korkusunun hiç de korkulası olmadığını anlamanın verdiği güven duygusu...

Gözlerinizi kapatıp siz de bir deneseniz, sizde de aynı etkiyi yapar mı acaba ?

Bu arada kitaplara gelince, belirttiğim gibi Murathan Mungan'ı depresif buldum yine de bitireceğim, Suna Kıraç'ın eseri ise bu zamana dek okuduğum en soğuk kitap gibiydi, yine de okumayı bırakmadım, çıktığım yolculuk boyunca gittiğim tüm şehirlere o da benle geldi ama ne yalan söyleyeyim havanın 35 derece sıcağı bile kitabın verdiği soğuğu kıramadı. 

Görüşene dek sevgiyle kalın


             

9 Eylül 2016 Cuma

Uykum Kaçınca

Gece gece uykum kaçıp da ne yapacağımı bulamayınca belki yazarken yorulurum umuduyla bloğun başına oturdum. Açıkçası ne yazacağıma dair bir fikrim yok. Saat 9.30 gibi uykumun geldiğini düşünüp (aslında uyku değil sabahtan akşama aralıksız çalışmaktan kaynaklı yorgunluk çökmesi) yatağa gittiğimde, hemen uyuyamayacağımı anlayınca 2 gün önce okumaya başladığım Andreas Nenedakis'in "Büyükbaşlar" kitabını okumaya koyuldum. Sonra tekrar uykum geldiğini sanıp tekrar ışığı kapattığımda sanıyorum ki saat 10.30 civarıydı. Gözlerim kapalı ama beynimin içinde o kadar çok soru vardı ki netice itibariyle saat gece yarısını çoktan geçti ve bu işkenceye daha fazla dayanamayıp yataktan çıktım. Tez yazım dönemi yaklaştıkça, yazıp da bitirene dek böyle oluyorum. Şu an ki aslında tezle ilgili düşüncelerden çok, tezle yan yana götürmeyi düşündüklerimle ilgili... Neyi ne zaman yapacağıma dair plan yapmaya çalışıyorum, yapıyorum da ama sonra bir bakıyorum nefes almaya vakit yok. Teze çalış, düzenli periyotta haftada en az 3 gün spora git, evin işlerini aksatma, aileyi, arkadaşları ihmal etme, nihayet Eylül geldi İstanbul'daki sergileri kaçırma, "hayatta hiç bir şey için geç değildir" söyleminden cesaret alıp heveslendiğim iş için yaklaşık 10 aylık bir eğitim sürecine dahil olup bunu spor ve tezi aksatmayacak hale getir, tez dışında kitap okumayı ihmal etme,..liste böyle uzuyor da gidiyor. Hali ile beynimde onlarca soru...

Bu arada Andreas Nenedakis'İn "Büyükbaşlar" kitabı hoş, tavsiye ederim, kitabı bitirmiş değilim ama şimdiden beğendim, bu ayarda gideceği de belli. Kitabın başlığında "Büyükbaşlar - 1922" yazıyor ama Daha erken dönemlerden başlıyor, Girit'te değişen yaşamı, Osmanlı olmaktan çıktıktan sonra başından geçenleri anlatıyor. Kitap tarih kitabı değil, roman tadında, ben bunu okurken aklıma ilk gelen kitaplar İhsan Oktay Anar'ın "Puslu Kıtalar Atlası", Latife Tekin'İn "Berci Kristin Çöp Masalları" ve Henry Charles Luke'ın "Dans Eden Dervişler"i oluyor. İhsan Oktay Anar ve Charles Luke var olan bir devlet üzerinden kültürel unsurları tatlı tatlı anlatır, ama Charles Luke roman yazarı değil, bir seyyahdır. Latife Tekin ise "Berci Krsitin Çöp Masalları"nda çöplüklerde, konteynırlarda yaşayan insanlardan zamanla bir şehir inşa eder. O da diğerleri ile aynı tatlılıkta bir eserdir. Büyükbaşlar'a gelince onlar şehrin önde gelen zenginleri, tüccarları oluyor. Bürokratı, tüccarı, para ağaları nasıl el ele verip de karaborsa yaratıp köşeyi dönüyorlar çok güzel anlatıyor, ve o eski dönemlere ait tarihi kokuyu duymak da ayrıca bir haz veriyor. yazar şu ana dek gördüğüm kadarıyla hiç millet kayırmak gibi bir duruma girmemiş, daha çok kültürel olaylara yer vermiş gibi, o yüzden bir kez daha okumanızı tavsiye ederim. 

Geçen hafta kafama takılan bir kitap oldu, utanarak söylüyorum ki ben geçen haftaya kadar Gabriel Garcia Marquez okumamıştım. Arkadaşımın kitaplığında yazarın bir kitabına rastlayınca hemen ödünç aldım, oldukça da popüler eserlerinden biri "Benim Hüzünlü Orospularım", kitaba gece başladım sabah bitti. Sürükleyiciliğinden ziyade bir müddet sonra sıkıldığımdan, ama bir yandan da bu eser neden bu kadar kıymetli diye merakımdan hemen bitirmek istediğim için sabaha dek okudum.  Kafama takılan konu kitabın başlığı oldu. Çünkü, kitapta evet bir genel ev de işlenmekle birlikte odak noktası 90 yaşındaki  ana karakterin yaşlılıkla birlikte yaşadığı duygusal değişimlerdi. Tahmin ediyorum ki kitap dikkat çeksin düşüncesi ile böyle bir isim almış. Ayrıca belirtmeliyim ki, ben beğenmedim. hele ki 90 yaşında bir adamın 14 yaşında bir kızla önce birlikte olma çabası ardından aşık olup onu elde etme çabaları(tabi bunlar hep parayla oluyor) bana çok mide bulandırıcı geldi. Tıpkı Doğu'da ufacık yaşta kocaya verilen - yüklü meblağ karşılığı yaşlı adamlara satılan kızlar misali, ya da 13- 14 yaşındaki kızlarla (çocuklarla demeliyiz sanırım) birlikte olmak için Tayland'a giden orta yaş ve üzeri erkeklerin arzuladıkları gibi, kitaptaki adamın diğer saydıklarımdan neyi farklı ??? anlamadım, kitabın övülecek hiç bir yanı yok bence ! Ben yine de Marquez'e küsmeyip başyapıtı sayılan "Yüzyıllık Yalnızlık"ı da okuyacağım, yazar hakkındaki asıl kararımı o zaman vereceğim. Belki yazarım da, son zamanlarda okuduğum kitapları yazmayı çok ihmal eder oldum, ama canım yazmak istemiyor.

Bir de bir kaç aydır, iyi mi kötü mü olduğunu anlamadığım bir değişim var üzerimde, canım ne kalem oynatmak ne de okumak istiyor. Yazmanın kuralı duygusal istikrardır, bunu kaybederseniz isteneni veremez, onun yerine kendi içinizdeki karmaşayı yazarsınız doğal olarak da ancak bloğa yazı yazarsınız, okumak konusunda da daha fazla ve daha fazla seçici hale geldim. Eskiden iyi kötü ayırt etmez okurdum, biraz da teknik görmek için ama artık tahammülüm yok sanırım, sadece iyi olanları okumak istiyorum. Tabi bunda bu zamana dek okuduğum binlerce kitabın vermiş olduğu doygunluk var. Görmediğim teknik de kalmadı üstelik. Aslında son zamanlarda ilgimi çeken bir kitap oldu, bir yerde kahve yudumlarken veranda üzerinde ters bırakılmış haldeyken buldum onu. Jean Christophe Grange'in "Lontano" isimli eseri... Grange'i zaten oldum olası beğenirim, neredeyse tüm kitaplarını okumuşumdur. Sonunu en başından tahmin etmeme rağmen "Leyleklerin Uçuşu" da dahil hepsini beğenmişimdir. Hatta en garip ve mistik bulduğum "Taş Meclisi" olmuştur ama onu da beğenmiştim, dönemiyle kıyaslandığında da bugün de Grange tam bir üstaddır, işini iyi bilir.


Ve bu arada yazı yine uzun oldu , üstelik hala uykum yok, kısa tutmayı başaramıyorum. Ama bir yerde kesmek gerekir değil mi, bitirmeden size 2 de film önerisi yapayım Stephan Hawking'in hayatını anlatan "Herşeyin Teorisi"ni izleyin ama adamın yaşam hikayesini de okuyun çünkü gerçekler filmdekinden bambaşka ben yine de filmi de çok etkileyici buldum Eddie Redmayne'ın oyunculuğu şapka çıkarttıran cinsten, diğeri ise çok vintage tarzı bir film "Kod Adı UNCLE", baştan sona aksiyon, soğuk savaş dönemi, oyun içinde oyun, ve filmin (özellikle)müziklerine hayran kaldım, ritmi ve akışı da şahane, izleyin derim. 

Ve anladım ki bu şekilde de uyuyamayacağım biraz daha kitap okuyayım bakalım uyuyabilecek miyim?

Şimdiden herkese iyi bayramlar

Görüşene dek sevgi ile kalın