Kafamda bir tuhaflık vardı,
İçimde de ne o zamana
Ne de o mekana aitmişim duygusu
(William Wordsworth, Prelud)
Bu aralar kafamı hangi tarafa çevirsem herkesin elinde Orhan Pamuk'un "Kafamda Bir Tuhaflık" kitabı...Ancak insanlarla kitap hakkında ne zaman konuşacak olsam yorum hep aynı : "boğuldum, bitiremeyeceğim o yüzden de 50. sayfaya gelmeden bıraktım". Kitabı eline yeni alan insanlara kitabın ilk yüzde onunu geçmişler mi diye çaktırmadan bakıyorum ama ne yazık ki daha geçenini görmedim. Yani muhtemelen onlar da kitabı kısa süre içinde bir kenara bırakacak. Şu ana dek kitabı bitirdiğini bildiğim tek kişiyim (okuyanlar arasında). Sanıyorum ki bunun verdiği ayrıcalıkla kitap hakkında en doğru yorumu yapabilecek insanlardan da biriyim. O yüzden kitabı bir kenara atan herkesi özenle bulup şunu söylüyorum. Madem okuyamıyorsunuz 166. sayfadan başlayın. Çünkü kitap oradan itibaren hızla akmaya başlıyor ayrıca da müthiş bir eser. Yıllardır "şöyle adamakıllı bir roman bulsam da okusam, ağzımda bir tat, yüreğimde bir iz bıraksa" dediğim tarzdan. Ancak itiraf etmeliyim ki klasik Orhan Pamuk romanı değil, ilk kısım çok fazla bilgi dolu. Orhan Pamuk bu roman için 6 yıl çalışmış ciddi araştırmalar yapmış, işte insanların aşamadığı bu ilk kısım yoğun bir bilgi bombardımanı yapıyor. Gündüzleri yoğurtçuluk akşamları bozacılık yapan Mevlut'un çocukluğu ve ilk İstanbul günleri ile birlikte Türkiye'nin ve İstanbul'un değişmeye başlayan yüzü, olayları bir bombardıman halinde okuyucuyu vuruyor. Sanki yazar, bakın ben çok araştırdım hepsi de burada, demek ister gibi. Halbuki böyle yapacağına aralara serpip hikayeye yedirseymiş, eminim ki herkes 166. sayfaya varabilecekti. Ayrıca verdiği bilgilerle eşleşmeyen minik gözden kaçmış kurgusal hatalar var, ancak romanın tamamına bakıldığında bu hataların lafı bile olmaz.
Romanın konusuna gelmeden önce, konu hakkında var olan bir eleştiriye değinmek istiyorum. Eleştiri şu ki "Mevlut'un hikayesi" Peygamberlerden birinin hikayesine çok benziyor ! Ömründe bir kez kalem eline almamış, kendi düşüncesini söylemekten aciz, kendi fikirleri yerine sanal ortamda kes kopyala yapan insanoğlunun bu eleştiriyi yapıyor olması ne tuhaf değil mi! Ne zaman buna benzer eleştiri duysam aynı cevabı veririm : "Tüm yazarlar aynı konuyu işler, aşk, özlem, acı, hayat...önemli olan konunun eşsizliği değil, önemli olan yazarın yarattığı hikayedir, hikayenin bir bütün halinde sizi alıp götürmesi size bambaşka kapılan açmasıdır." Kitapta çocuk yaşta Beyşehir'den İstanbul'a gelen Mevlut'un, neredeyse ömrünün tamamı anlatılmaktadır. Sırtında sırığı ile yoğurt satan Mevlut bir yandan okula gider bir yandan da geçimini sağlamak için babasına yardım eder. İlk aşkı İngilizce hocası, sonra ara sokaklarda rastladığı (adını bilmediği için Neriman ismini verdiği) delikanlılık aşkı, ve nihayetinde amca oğlunun düğününde görüp de göz göze geldiği vakit gözlerine aşık olduğu Samiha'sı ve 3 yıl boyunca Samiha diye ablası Rahiya'ya yazdığı aşk mektupları, Samiha sanıp Rahiya'yı kaçırması, "kısmet" mi "niyet" mi düşünceleri içinde geçen yılları, bir yanıyla durmadan değişen İstanbul'u, gecekondu sokakları, diğer yanı ile gelişen yoğurt sektörü, bu yüzden para kazanmaya çalıştığı pilav-nohut işleri yazları satmaya çalıştığı dondurması, ata mesleğidir kutsaldır deyip asla bırakmadığı bozacılığı ile Mevlut tam bir Anadolu'dan göçtüm İstanbul'a örneğidir. Kitap bence ekmeğini taştan çıkarmanın, tek göz odada da mutlu olunulabileceğin hikayesidir. Orhan Pamuk bir nakış işler gibi ilmek ilmek işlemiş kitabı. O kadar özenmiş o kadar uğraşmış ki, Mevlut'un her anını her tepkisini kestirmek mümkün. O ince ilmekler içinde Mevlut'un resmen ruhunu gördüm ben. Elleri sırık tutmaktan nasır tutmuş, en çok patatesli tavuğu seven o adamın kibar, tedirgin, ama bir o kadar akıllı, bir o kadar kararlı kişiliğini sevdim. Tüm gün deli gibi yorulup zaman zaman hiç para kazanmamasına rağmen İstanbul sokaklarında Rayiha'sının hayali ile mutlu olan ruhunu sevdim.
Orhan Pamuk o ruhu öyle güzel işlemiş ki annemde geçirdiğim, dışarıda soğuğun annemdeyse misafirin eksilmediği hafta sonu herkes gitse de Rayiha ile Mevlut'un yuvasına kavuşsam diye düşünmekten alamadım kendimi. Orhan Pamuk öyle bir Mevlut yaratmış ki eminim okuyabilen herkes o tek gözlü gecekonduda 4-5 yıl boyunca (para kazanmak için) kocasının tavuk-pilavını pişirip, bir yandan doğurduğu iki çocuğuna koşturan üstelik akşam için bozayı hazırlayan, yazları üzerine bir de dondurma hazırlayıp dondurma arabasını da temizleyen Rayiha'nın yerinde olmak için can atmıştır. Niye mi çünkü her türlü zorluğa rağmen Mevlut Rahiya'sını el üstünde tutmaktadır, onu dünyadaki son varlık gibi sevmekte, onu üzecek her şeyden sakınmaktadır. Bir yandan dili söylerken diğer yandan teni göstermektedir. Mevlut Rayiha'sına aşıktır. Tıpkı Rayiha'nın da Mevlut'une olduğu gibi. Üstelik bunu yazar yazdığı için değil size hissettirdiği bu mutluluğu kalbinizde yaşattığı için biliyorsunuz. Sanıyorum ki bu yüzden (hatta şu an yazarken bile gözlerim nemleniyor) Rayiha öldüğünde, sanki kimseye yük olmak istemiyormuşcasına tüy gibi hafif tabutu ile mezara giderken Mevlut'tan çok ben ağladım. Hem de hıçkıra hıçkıra. Çünkü biliyordum ki böyle bir aşkı yaşayan hiç kimse bir daha başka biriyle (güzeller güzeli Samiha ile bile) o denli mutlu olamazdı. Mevlut de olamadı. Çünkü bir zamanlar gözlerine aşık olup uğruna aralıksız 3 yıl mektup yazdığı Samiha kendisine oldukça yabancıydı. O mektupları kendisine yazmasına rağmen, (aldatılarak kendisine Rayiha yollandığında) bu gerçeği sakladığı Rayiha'yı kabullendiği ve şimdi üzerinden 20 yıl geçip de Mevlut o mektuplardaki aşk dolu sözleri kendisine fısıldayamıyor diye (aslında kendisini ablasından çok sevmedi) diye Mevlut'a kırgındı Samiha.
Niye o mektuplarda yazdığın sözleri şimdi fısıldamıyorsun dediğinde : Çünkü artık 20 yaşındaki o adam değilim Samiha...demişti Mevlut. Ve ekonomik durumu oldukça düzelmesine rağmen, asla bırakmadığı bozası için akşam vakti yollara düştüğünde bir kez daha anlamıştı ki Mevlut o aslında bir tek kadını sevmişti: Kendisine bir aldatma sonucu verilen Rayiha'sını...yani ilk "niyet"ini değil kendisine reva görülen"kısmet"ini...
Rayiha'nın yokluğu ile gelen boşluğu inanın ben de hissettim ve bir daha hiç bir şey eskisi gibi olmadı. Bu da Orhan Pamuk'un başarısını gösterir.
Pek değinmese de alttan alttan şunu da hissettiriyor yazar. Samiha kötü değildir. Ablası gibi çok iyi bir kızdır. Ama Mevlut ile ilişkileri Rayiha ile olduğu gibi olamaz. Çünkü aslında kırgındır Samiha. Mevlut'un o aşk mektuplarındaki sözleri dile getirmeyişi, üzerini örtmesi, ben artık o genç adam değilim demesi kırmaktadır Samiha'yı. Diğer yandan senin eşinim, yanındayım demesi Samiha'ya yetmemektedir. Çünkü her şeyden önce bir kadındır o, tıpkı bizler gibi...Ruhu paramparça edilmişse bir kere o kalbi toparlamak emek ister, yürek ister. Samiha Mevlut'un yanında durmaya devam etmektedir ama Mevlut Samiha'nın yüreğine dokunmadıkça ne Samiha sevgi dolu o eski Samiha'dır ne de Mevlut Rayiha'nın hayalinden kurtulup mutlu olacaktır.
Orhan Pamuk'a "Nobel"i gerçekten neden verdiler bilmiyorum. Ermeni söylemleri yüzünde mi ya da iyi bir yazar olduğu için mi? Ermeni söylemleri belki planlı bir siyasi duruştur belki de cidden inandığı için savunduğu bir söylem. Hem yurt içi hem yurt dışı edebiyat piyasasını, roman sektörünü tanıyan bir insan olarak söylüyorum (her daim söylediğim üzere) böyle bir yazara sahip olduğu için Türkiye çok şanslıdır. Bugün piyasada yazarım diye geçinen 20-30 tane ödülü olan (örneğin Canan Tan) gibi isimlerin yanında Orhan Pamuk bir Dostoyevski'dir Tolstoy'dur. Erişilmesi de öyle basit ha demeyle olacak gibi değildir. O yüzden ne yazık ki yaptığı en ufak hatalar bile büyütülüp önüne atılacaktır. Dünyanın pek çok yerinde (nobel dolayısıyla)yabancılar Orhan Pamuk'un Türk olduğunu konuşurken bize bununla Türkleri överken, Türkiye ne yazık ki onu hep Ermeni Meselesi ile anacaktır. Asla eleştiriye karşı değilim ama insanların neyi eleştirdiğini bilmeden eleştirmesine karşıyım. Tıpkı Orhan Pamuk'un Ermeni söylemlerine kızıp romanlarını eleştirmelerine karşı olduğum gibi.
Sevgi ve Kitapla Kalın