İnsan ağustosun göbeğinde doğup da sıcaktan nasıl bu denli
nefret eder anlamış değilim, ama durum benim için tam olarak böyle. Evde yalınayak
gezebiliyor olmanın dışında sıcağın hiçbir faydasını görmedim. Hele, serin ve rüzgarlı balkonumda bir yandan
yağmurun sesini dinleyip bu yazıyı kaleme alıyor bir yandan da dumanı tüten
çayımı içiyorken, sıcak hava gözüme bir kez daha korkunç görünüyor. Sıcak havaları bir zamanlar severdim, yağmur ve soğuk hava yaşlılık alameti midir,
yazarlık sevdası mıdır, yoksa romantik miyim, ya da hep böyleydim de farkında mı değilim bilmiyorum. Ama
tek bildiğim seyahat programlarımı (son 15 yılın seyahat fotoğraflarında genelde şemsiyeliyim, sol üstteki de onlardan biri) ya da yazılacak yazılarımı bile havaya göre
planladığım. Yolculuğa çıkılacaksa –benim için- en doğru mevsim, sonbahar ya da
kıştır. Yok yazın ortasında gidilecekse muhakkak soğuk bir şehre gidilecek ya
da gittiğimiz ayda henüz çok ısınmamış henüz ilk baharın son demlerini yaşayan
bir nokta seçilecektir. Düşünsenize dışarıda sert bir rüzgarla gelen yağmur,
siz şemsiyenizin altında deli gibi koşuyorsunuz, soğuktan saklanmak için kendinizi
sıcak bir cafeye atmışsınız, karşınızda
600 yıllık opera binası, yağmur deli gibi pencerenize vuruyor, şehrin ışıkları
geceyi doldurmuş, (malum sonbahar ya da kışları hava 5 gibi kararır). Garson içinde
sıcak kahvenizin olduğu tepsiyi getirirken, siz opera binasının dışındaki dev
ekrandan Mozart ya da Vivaldi konseri dinliyorsunuz. Ve tüm
bunları yaşamak varken, iki adım attığınızda sıcaktan bayılmak üzere olduğunuz
yaz mevsimini sevdiğinizi söylüyorsunuz ! gerçekten mi ?
Yağmurda kitap okumanın tadı da başka tabi, geçen haftadan beri
elimde Ayşe Kulin’in “Hayat” ve “Hüzün” isimli eserleri. Dün gece Hayat’ın sonuna gelmiştim ki, evliliğini
sonlandırmasında etkili olduğunu söylediği şarkıyı http://www.youtube.com/watch?v=_64nc_NLE_I açıp
dinlediğimde, şu an yaptığı etkiyi yapmadı. Çünkü gece hava oldukça sıcaktı ve
şarkının içeriği dolayısıyla tam bir kış şarkısıydı. Sevgili Kulin, “Londra
dönüşü” diyor“kar” diyor “Tombe La Neige” diyor ve sen ateş gibi bir sıcakta
tüm bunları anlamaya çalışıp, hareket etmeye bile mecali olmayan bedeninle, “bu
kadının derdi ne” diyorsun. Fakat bugün hayal etmesi zor değil, Robert Koleji’nde
okumuş, edebiyattan, politikaya iyi eğitim almış bir kızın, oldukça zengin ve
yakışıklı olması dışında hiçbir meziyeti olmayan bir adamla evliliğini kısa sürede
sonlandırması gayet doğal. Hatta bunu yapmasa tuhaf olurdu, ama garip olan, bir
annenin, yanında iki çocuğuna rağmen, sıkıntıdan patlıyorum diyerek aniden gidebilecek
cesareti bulabilmesi. Ayşe Kulin’in
eşini terk etmesi bir yana, kitabı beni oldukça şaşırttı. Sanıyorum ki kendi
hayat hikayesi olduğu için, gerçi “Veda” ve “Umut”ta da ailesinin hikayeleri
vardı ama o zamanlar Kulin henüz doğmamış, sahneye girmemişti. Evliliğini
anlattığı kısma gelene kadar kitabı çok sevdim ve tabi tüm karakterleri de, ama
eşiyle geçen yılları, kayınvalidesini yazdığı sayfaları bir türlü sevemedim. “Hüzün”e
başlamış olmama rağmen elim bir türlü okumaya varmıyor. Evet biliyorum,
kayınvalidesinden, boşanma faslından
dolayı çok çekmiş, bu kitap belki de bir yanıyla dolaylı yoldan bunun bir
intikamıdır bilemem ama, bence insanlar bırakın biten bir ilişkinin ardından
kitap yazmayı, bence lafını bile etmemeli. Kötü bitmişse, gideni ya hiç anmamalı,
ya da ondan sevgi ve saygıyla bahsetmeli. Çünkü öyle ya da böyle yaptığımız
seçimler, karakterimizin bir yansımasıdır. Elbette her ilişki doğru ya da
sonsuz değildir, olamaz da… Çünkü bir yandan –karşılıklı- büyürken bir yandan
da –karşılıklı- değişirsin. Ve önemli
olan insan kalabilmeyi başarabilmektir, sesini yükseltmeden, suçlamalara
girişmeden güzelce ayrılmayı başarabilmek. Sürekli kötü anılar yerine iyileri
olduğunu da anımsamak… Ve yıllarını paylaştığın insanı sevgi ile anmak bu denli
zor olmasa gerek.
Eşini, ve onun ailesini anlattığı kısımları atlarsak –çok özel
olduğunu düşündüğüm için diyorum- iki kitap da güzel, kah DP’li, darbeli, çocukluğunun
ve iki çocuklu dul olarak döndüğü yılları ile geçen Ankara günleri, kah yazları kiraladıkları evleri ile
Büyükadalı tatil günleri, bir yandan kolej yıllarında anneannesinde kaldığı
Narmanlı Apartmanı ve Nişantaşı yılları, okuma sevdası ile gittiği Londra ve
kaldığı iki yıl içinde sahip olduğu iki evladı ve biten okul hayalleri ile
döndüğü İstanbul’u…Bugün pek çoğunu tarih sayfalarından ya da edebiyat,
siyaset, televizyon dünyasından tanıdığımız arkadaş çevreleri ve anıları ile
güzel bir kitap olmuş (örneğin Güneri Cıvaoğlu çocukken Kulin’in annesi Sitare’ye aşıkmış). Hazır hava da
serinlemişken, alın okuyun derim. Bu güzel hava her zaman gelmez.
Not: Kitaplığımı düzenlerken Maeve Binchy’nin kitaplarını görünce (Yıldızlı
ve Yağmurlu Geceler, Gizlidir Bütün Aşklar, Yalnız Kadınlar Sokağı, Aşıklar
Korusu, Aşk Bir Kere, İtalyanca Aşk Başkadır, Aşk Mutfakta Pişer vd), size
aslında Maeve Binchy’den ve onun “Yıldız ve Yağmurlu Geceleri” nden
bahsedecektim. “Yıldızlı ve Yağmurlu Geceler”in bir gecede bana nasıl bavul
toplattığından, Binchy’nin ilk romanımı yazmamdaki etkisinden, (o kadar ki
ondan dolayı ilk romanım İrlanda’da geçiyordu,) beni dünyanın bir ucuna
sürükleyişinden, nasıl dünya tatlısı bir insan olduğundan (yani ölmeden evvel
öyleydi) vb… Ama son yıllarda hep
dediğim gibi yazının bile kendi kaderi var. Planladığım gibi değil, kendi
istediği gibi oldu yine.