Hastayım, yorgunum, keyifsizim bugün, o yüzden bir değişiklik yapıp odanın perdelerini açtım, içeri güneş ışığı girsin diye...sonra uzun müddet boş bir kağıt aradım. Ne boş bir kağıt ne de müsvette kalmış yazılacak, kendimi savaş cephesinde sevdiklerine 2 satır mektup karalamak için boş bez parçasına bile razı askerler gibi hissediyorum.Yazmam gereken öyle çok şey var ki, ve ben güne soğuk bilgisayar ekranı ile başlamak istemedim. Önümde yığınla kitap ve bir o kadar da makale duruyor. İçim gidiyor aslında okusam ya, okuyabilsem ve de yazsam hepsini, fakat hastayım parmağımı oynatmaya mecalim yok, ama bir yerden de başlamak gerek diyorum, öyle de yapıyorum. Ve her zamanki gibi zor olandan başlıyorum, böylece bir kez daha Stephen Castles'in "Göçler Çağı"nı alıyorum elime. İlk seferinde alışık olmadığım bir tarzı olduğundan anlayamamıştım ama kararlıyım, kitabı anlayacağım bu sefer, hem biliyorum ki her şey sevmekle başlar. Önce sevecek sonra da alışacağım.
Kapağına bakıyorum, "göç yolunda binlerce insan"... sıcak, sessiz ve huzurlu evimden bakınca pek bir anlam ifade etmiyor "göçmek zorunda kalan binlerce insan yalnızca" diyorum, sonra bir daha bakıyorum, ama uzun uzun bakıyorum bu sefer...Evinden toprağından kopmuş binlerce insan görüyorum, evini, köyünü, sevdiklerini, ilk aşkını, ilk heyecanını, ilk yürüyüşünün sevincini, ilk kahkahasını, atalarının mezarını, kısacası tüm hatıralarını, tüm belleğini geride bırakmış binlerce insan...
Bazılarının sırtında yatakları var, yükleri ağır mıdır diye düşünüyorum önce, sonra düşündüğüm şey için kendime kızıyorum. Önlerinde meçhul, ardlarında ölüm, kucaklarında koca bir çaresizlik varken, düşündüğüm tek şeyin "yüklerinin ağırlığı" olması fikrine kızıyorum.
En çok kim olmak istemezdim diye soruyorum, o resimdeki kim olmak istemezdim? Ben daha kendime bu soruyu sorarken yüreğim cevabı veriyor. Tabiki de o yoldaki anne ya da baba olmak istemezdim. Hangi anne ya da baba, biricik evladının aç, sefil, perişan önüne düşmüş yol alışını görmek ister ki? Kimse istemez! Kendi başına gelince her şeye katlanıyor da insan söz konusu sevdikleri olunca zor, hem de çok zor. Değil yaşanması, görmesi, tahayyülü bile zor.
Odamın hiç de aydınlık olmadığını fark ediyorum artık, güneş de buluta dönmüş zaten, ruhum mu kararttı odayı bu kadar yoksa fonda dönen şarkının https://www.youtube.com/watch?v=IdLAOnjPGMw etkisi de mi var bilmiyorum ama bildiğim bir şey varsa o da insanoğlunun ne denli zalim olduğu... O yoldakinin kim olduğunun hiç bir önemi yok bence, Türk, Sırp, Boşnak, Rus, Ermeni...Daha önce de dedim ya acının rengi, milleti dini dili olmaz, acı yalnızca acıdır işte saf ve hazin, ve o yoldaki de "insandır" sadece hepsi bu.
Yıllar önce Bosna'nın Sırpların elinden kurtuluşunu anlatan yarı belgesel yarı film tarzında bir yapım izlemiştim. Sırpların inşa ettiği kamplardan Bosnalı bir gencin görüntüsü, hem beynime hem gözlerime kazınmıştı. O an kör olsam gördüğüm son görüntü o olacağından asla unutamamaktan korkmuştum. O yarı çıplak, açlıktan serfesil kalmış gencin gülümseyen yüzündeki utanç, korku, aşağılanmışlık hissi, Yahudilere ait yakılmış beden görüntülerinden çok daha fazla etkilemişti beni.
Tam Sırplar'a saydırıp lanetler yağdıracaktım ki o kampların inşasında çalışan Sırp doktorun "asla bunlar yaşansın istemedim ama unutma ki ben de ölüm kamplarında tecavüz sonucu doğdum" sözleri, kanımı dondurmuştu. Onlara bu kaderi reva görenlere, tüm bu düşmanlık tohumlarını ekenlere lanet ettim. Sonra da unutmak istedim her şeyi, tüm dünyayı, tüm acıları unutmak, gözlerimi her şeye kapamak... gazeteyi televizyonu haberleri her şeyi sildim hayatımdan...Gözümün önündeki tüm acıları silene kadar yalnızca kitap okumak istedim, okudukça uyuştu beynim, tüm dünyayı unuttum, etrafımı bile görmez oldum, kaygısız, umursamaz ve hatta belki de mutlu...
Ama unutmak için kullandığım uyuşturucunun, unutmaya çalıştıklarımı önüme koyduğu zamanlarda ne yapmam gerektiğini hala öğrenemedim.